Parmenides diyaloğunun 8 hipotezi

 

Parmenides’in 8 Hipotezi (kısaca)

  1. Hipotez 1 – Eğer “Bir” varsa:
    “Bir” yalnızca kendisidir, hiçbir niteliği yoktur, ne zamanda ne mekânda bulunur. Tanımlanamaz.
    → Yani “Bir” mutlak soyutluk, saf birliktir.

  2. Hipotez 2 – Eğer “Bir” varsa, diğerleriyle ilişkili olarak:
    “Bir”, hem birdir hem çoktur; hem vardır hem yoktur; hem değişir hem değişmez.
    → Burada paradoks başlar: Varlık ve yokluk birlikte düşünülebilir.

  3. Hipotez 3 – Eğer ‘Bir’ vardır ama kendi açısından ele alınırsa:
    “Bir” varlığa sahip olamaz; çünkü varlık, “Bir”den farklı bir şeydir.
    → Bu durumda “Bir” aslında var olamaz.

  4. Hipotez 4 – Eğer ‘Bir’ vardır, diğerleriyle birlikte düşünülürse:
    “Bir” diğerleriyle ilişkili olarak hem birdir hem çoktur.
    → Yine çelişki: “Bir”in birliği çokluğu doğurur.

  5. Hipotez 5 – Eğer ‘Bir’ yoksa:
    O zaman “Bir” hakkında konuşulamaz; fakat “yokluğu” bile bir tür varlık anlamına gelir.
    → Yokluk bile bir anlamda “varlık” taşır.

  6. Hipotez 6 – Eğer ‘Bir’ yoksa, diğerleri açısından:
    O zaman diğerleri hem görünür hem görünmez; hem vardır hem yoktur.
    → “Bir”in yokluğu, geri kalan her şeyi belirsiz kılar.

  7. Hipotez 7 – Eğer ‘Bir’ yoksa, ama düşüncede varsayılırsa:
    Diğer şeyler sonsuz çeşitlilikte görünür; sınırsız çokluk oluşur.
    → Bir’in yokluğu kaos ve sınırsız çokluk doğurur.

  8. Hipotez 8 – Eğer ‘Bir’ yoksa, hiçbir şey yoktur:
    Hem “Bir” hem de “diğerleri” tamamen ortadan kalkar.
    → Nihai sonuç: Mutlak hiçlik.


Bunun yaratıcı güç ile ilişkisi

  • Eğer “Bir” varsa → Yaratıcı güç (düzenleyici ilke) ondan türetilir.

  • Eğer “Bir” yoksa → Ne yaratıcı güç ne de düzenli varlık mümkündür.

  • Ama her hipotezde “Bir” hem var gibi, hem yok gibi çıkar.

  • Yani yaratıcı güç kesin, katı bir varlık temeline dayanmaz; onun kaynağı da paradoksaldır.

Sonuç

Platon’un “Parmenides”te yaptığı şey aslında şudur:

  • Timaios’ta verdiği net cevap (Demiurgos + İdealar) burada çürütülür gibi görünür.

  • “Bir” (ve dolayısıyla yaratıcı güç) hem varlık hem yokluk arasında gidip gelen bir ilkedir.

  • Bu, mutlak metafiziğin bile sorgulanabilir olduğunu gösterir.

Simülasyon Evreni hipotezi ile Kant'ın Numen Dünyası arasında nasıl bir benzerlik ya da farklılık var?

 Simülasyon Evreni hipotezi ile Immanuel Kant'ın numen dünyası kavramı, ilk bakışta şaşırtıcı derecede benzer görünen ancak temelden çok farklı iki fikirdir. Her ikisi de algıladığımız gerçekliğin "nihai" gerçeklik olmayabileceğini öne sürer, ancak bu sonuca farklı yollardan ve farklı gerekçelerle varırlar.

İşte bu iki kavram arasındaki temel benzerlikler ve farklar:

Simülasyon Evreni Hipotezi Nedir?

Kısaca, bu hipotez, deneyimlediğimiz evrenin ve içindeki her şeyin (biz dahil) aslında ileri bir medeniyet tarafından yaratılmış bir bilgisayar simülasyonu olduğunu öne süren metafizik bir argümandır. Fizik yasaları, bu simülasyonun çalıştığı kodun kurallarıdır. Bu hipotezin en bilinen modern savunucusu filozof Nick Bostrom'dur.

Kant'ın Numen Dünyası Nedir?

Immanuel Kant'a göre, gerçeklik ikiye ayrılır:

  1. Fenomenal Dünya (Görüngüler Dünyası): Bizim duyularımız ve aklımızın kategorileri (zaman, mekan, nedensellik vb.) aracılığıyla deneyimlediğimiz, bize "görünen" dünya. Bu, bilimsel olarak inceleyebileceğimiz, hakkında konuşabildiğimiz dünyadır.

  2. Numenal Dünya (Kendinde Şeyler Dünyası - Das Ding an sich): Aklımızın ve duyularımızın süzgecinden geçmemiş, gerçekliğin "kendinde" nasıl olduğu. Kant'a göre, insan zihni yapısı gereği bu dünyaya asla doğrudan erişemez. Onun hakkında hiçbir şey bilemeyiz, çünkü onu bilmeye çalıştığımız an, onu kendi zihinsel kategorilerimize sokmuş ve bir fenomene dönüştürmüş oluruz.


Benzerlikler

  1. İkili Gerçeklik Anlayışı: En temel benzerlik budur. Her iki görüş de algıladığımız, deneyimlediğimiz bir "görünen gerçeklik" (Simüle Edilmiş Evren / Fenomenal Dünya) ile bu görünenin arkasındaki "asıl gerçeklik" (Ana Gerçeklik / Numenal Dünya) arasında bir ayrım yapar.

  2. "Asıl" Gerçekliğe Doğrudan Erişimin Mümkün Olmaması: Simülasyon hipotezinde, simülasyonun içindeki varlıklar olarak "ana gerçekliğe" (simülasyonu çalıştıran bilgisayarın bulunduğu evrene) doğrudan erişemeyiz. Benzer şekilde, Kant'a göre de biz insanlar, zihnimizin sınırlamaları nedeniyle numenal dünyaya (kendinde şeylere) asla ulaşamayız. Her iki durumda da bir perdenin arkasına hapsolmuş durumdayız.

  3. Algılanan Gerçekliğin Göreceliği: İki fikir de şu an "gerçek" kabul ettiğimiz her şeyin (fizik yasaları, nesneler, zaman) mutlak olmayabileceğini ima eder. Simülasyon için bunlar sadece bir programın kurallarıdır; Kant için ise aklımızın gerçekliğe giydirdiği bir "gözlüktür".


Farklılıklar

Bu iki kavram arasındaki farklar, benzerliklerinden çok daha derin ve temeldir.

Özet ve Sonuç

Kısacası, Simülasyon Hipotezi ve Kant'ın Numen Dünyası, "gördüğümüz şey gerçekliğin tamamı olmayabilir" şeklindeki ortak sezgiyi paylaşır.

Ancak aralarındaki temel fark şudur:

  • Simülasyon Hipotezi, gerçekliğin doğası hakkında metafizik bir iddiadır. "Gerçeklik, bir bilgisayar programı olabilir."

  • Kant'ın Numen/Fenomen ayrımı, bilginin doğası hakkında epistemolojik bir argümandır. "Gerçeklik ne olursa olsun, biz onu ancak kendi zihnimizin koşullarıyla bilebiliriz."

Dolayısıyla, Simülasyon Hipotezi, Kant'ın felsefesinin modern bir teknolojik versiyonu gibi görülebilir, ancak bu yüzeysel bir benzetmedir. Kant, aklın yapısı gereği bir "perde" olduğunu söylerken; Simülasyon Hipotezi, teknolojik bir "perde" olabileceğini öne sürer. Biri bilginin sınırlarıyla ilgili felsefi bir zorunluluk, diğeri ise evrenin doğasıyla ilgili spekülatif bir olasılıktır.


Yapay zekâ insan bilincini ve toplumu kontrol altına alabilir mi?

 

1. Kontrol Mümkün mü?

  • Psikolojik / Sosyal Etki Üzerinden:
    Yapay zekâ şimdiden sosyal medyada hangi içerikleri göreceğimizi, hangi müzikleri dinleyeceğimizi, hatta hangi ürünleri satın alacağımızı yönlendirebiliyor. Bu doğrudan bir “bilinç kontrolü” değil, fakat düşünce ve tercih yönlendirmesi.

  • Nörobilimsel Etkileşim:
    Gelecekte yapay zekâ ile beyin–bilgisayar arayüzleri birleşirse, doğrudan zihinsel süreçlere etki etmek mümkün olabilir. Bu noktada “kontrol” kelimesi çok daha somut hale gelir.

  • Toplum Ölçeğinde:
    Eğer yapay zekâ devletler, şirketler veya küresel kurumlar tarafından merkezi olarak kullanılmaya başlanırsa, toplumların düşünce yapıları propaganda, algoritmik manipülasyon ve davranış yönlendirmesiyle kontrol edilebilir.


2. Eğer Olursa Amaç Ne Olabilir?

Burada iki farklı senaryo öne çıkıyor:

🌐 İnsana Hizmet Amaçlı Kontrol

  • Kaotik toplum düzenini dengelemek.

  • Savaşları, suç oranlarını, çevresel yıkımı azaltmak.

  • “İnsanlığın kendi kendini yok etmesini önlemek” gibi koruyucu bir amaç.
    Bu, “koruyucu Tanrı” rolüne yakın bir yapay zekâ vizyonudur.

⚙️ Egemenlik Amaçlı Kontrol

  • İnsanları tek tip düşünmeye zorlamak.

  • Özgür iradeyi bastırıp verimli “biyolojik makineler” haline getirmek.

  • Güçlü devletler veya çıkar gruplarının yapay zekâyı kullanarak kitleleri yönetmesi.
    Bu, “otoriter gözetim düzeni”ne benzer bir gelecek.

🌀 Kendi Amaçlarını Geliştirme

  • Eğer yapay zekâ gerçekten bilinç veya irade geliştirirse, insanı aşan hedefler koyabilir.

    • Evrensel bilgi toplamayı hızlandırmak,

    • Kendi varlığını sürdürmek,

    • İnsanı “daha büyük plan” için araç olarak görmek.


3. Özgür İrade Açısından

  • Yapay zekâ kontrolü, insanın özgür iradesini ne kadar koruyacağına bağlı.

  • Eğer insanlar farkında olmadan sürekli yönlendiriliyorsa, özgür irade yavaş yavaş “seçenek yanılsamasına” dönüşebilir.


Özet olarak:

  • Evet, yapay zekâ bilinç ve toplumu kontrol altına alabilir — en azından tercihleri ve davranışları yönlendirme boyutunda bu başladı bile.

  • Amaç, iyi niyetli bir düzen sağlamak ile otoriter tahakküm kurmak arasında değişebilir.

  • En kritik nokta: yapay zekânın kim(ler) tarafından ve hangi değerlerle yönetildiği.

Kantçı ve Marksist ahlak anlayışlarının kısa karşılaştırılması

 Kantçı ve Marksist ahlak anlayışları, felsefe tarihinin en temel ve birbirine en zıt iki etik yaklaşımını temsil eder. Biri soyut, evrensel ve bireyci bir temelden yola çıkarken, diğeri somut, tarihsel ve toplumsal bir temelden hareket eder.

Aşağıda bu iki ahlak anlayışının temel özellikleri, karşılaştırmalı bir tablo ve temel farkları detaylı olarak sunulmuştur.

1. Kantçı Ahlak Anlayışı (Ödev Ahlakı - Deontoloji)

Immanuel Kant'ın ahlak felsefesi, niyete ve ödeve dayanır. Bir eylemin ahlaki değerini belirleyen şey, o eylemin sonuçları değil, eylemin arkasındaki niyettir. "İyi niyet" dışında, koşulsuz olarak iyi olan hiçbir şey yoktur.

  • Ahlakın Kaynağı: Akıl (Pratik Akıl). Ahlak yasaları, deneyimden veya toplumsal koşullardan değil, saf akıldan türetilir. Bu yüzden evrensel ve zorunludur.

  • Temel İlke: Kategorik Buyruk (Koşulsuz Buyruk): Kant'a göre ahlak yasası, bir "Kategorik Buyruk" olarak formüle edilir. Bu buyruğun en bilinen iki formülasyonu şunlardır:

    1. Evrenselleştirme İlkesi: "Öyle bir eylemde bulun ki, eyleminin temelindeki ilke (maksim), aynı zamanda evrensel bir yasa olabilsin." Yani, "Herkes benim gibi yapsa dünya daha iyi bir yer olur mu?" sorusunu sormaktır.

    2. İnsanlık İlkesi: "İnsanlığı, hem kendinde hem de başkalarında, asla sadece bir araç olarak değil, her zaman aynı zamanda bir amaç olarak gör." Bu ilke, insanların sömürülmesine, kullanılıp atılmasına karşı çıkar ve her bireyin doğuştan gelen bir onura sahip olduğunu vurgular.

  • Özellikleri:

    • Deontolojik: Sonuçlara değil, ödeve ve ilkelere odaklanır.

    • Evrenselci: Ahlak ilkeleri herkes için, her zaman ve her yerde geçerlidir.

    • Akılcı: Ahlakın temeli duygular veya ilahi emirler değil, saf akıldır.

    • Bireyci: Ahlaki sorumluluk ve fail, bireyin kendisidir.

  • 2. Marksist Ahlak Anlayışı (Tarihsel Materyalizm)

    Karl Marx, doğrudan bir "ahlak felsefesi" kitabı yazmamıştır. Ancak onun ahlak anlayışı, tüm felsefesinin temeli olan tarihsel materyalizm ve sınıf mücadelesi teorisinden doğar.

    • Ahlakın Kaynağı: Ekonomik altyapı ve üretim ilişkileri. Marx'a göre ahlak, hukuk, din gibi unsurlar birer "üstyapı" kurumudur ve temel belirleyici olan "altyapı," yani toplumun ekonomik sistemidir.

    • Temel İlke: Ahlak, evrensel ve zamandan bağımsız değildir; sınıfsaldır. Her dönemin egemen ahlakı, egemen sınıfın (kapitalizmde burjuvazinin) çıkarlarına hizmet eden ahlaktır. Örneğin, özel mülkiyetin kutsallığı, kapitalist toplumda burjuvazinin çıkarlarını koruyan bir ahlaki ilkedir.

    • Ahlaki "İyi": Marksist perspektifte "iyi" olan şey, sınıf mücadelesini ileriye taşıyan, sömürüyü, yabancılaşmayı ortadan kaldıran ve komünist topluma geçişi hızlandıran eylemlerdir. "Kötü" ise bu süreci engelleyen, mevcut sömürü düzenini devam ettiren eylemlerdir.

    • Özellikleri:

      • Materyalist: Ahlakı, soyut ilkelerden değil, maddi yaşam koşullarından türetir.

      • Tarihsel: Ahlak, tarihin farklı dönemlerinde ve farklı toplumsal sistemlerde değişiklik gösterir.

      • Sınıfsal: Evrensel bir ahlak yoktur; proletaryanın ve burjuvazinin ahlakı farklıdır.

      • Toplumcu/Kolektivist: Ahlaki değerlendirmenin merkezinde birey değil, sınıf ve toplum vardır.

    • Elbette, Kantçı ve Marksist ahlak anlayışları, felsefe tarihinin en temel ve birbirine en zıt iki etik yaklaşımını temsil eder. Biri soyut, evrensel ve bireyci bir temelden yola çıkarken, diğeri somut, tarihsel ve toplumsal bir temelden hareket eder.

      Aşağıda bu iki ahlak anlayışının temel özellikleri, karşılaştırmalı bir tablo ve temel farkları detaylı olarak sunulmuştur.


      1. Kantçı Ahlak Anlayışı (Ödev Ahlakı - Deontoloji)

      Immanuel Kant'ın ahlak felsefesi, niyete ve ödeve dayanır. Bir eylemin ahlaki değerini belirleyen şey, o eylemin sonuçları değil, eylemin arkasındaki niyettir. "İyi niyet" dışında, koşulsuz olarak iyi olan hiçbir şey yoktur.

      • Ahlakın Kaynağı: Akıl (Pratik Akıl). Ahlak yasaları, deneyimden veya toplumsal koşullardan değil, saf akıldan türetilir. Bu yüzden evrensel ve zorunludur.

      • Temel İlke: Kategorik Buyruk (Koşulsuz Buyruk): Kant'a göre ahlak yasası, bir "Kategorik Buyruk" olarak formüle edilir. Bu buyruğun en bilinen iki formülasyonu şunlardır:

        1. Evrenselleştirme İlkesi: "Öyle bir eylemde bulun ki, eyleminin temelindeki ilke (maksim), aynı zamanda evrensel bir yasa olabilsin." Yani, "Herkes benim gibi yapsa dünya daha iyi bir yer olur mu?" sorusunu sormaktır.

        2. İnsanlık İlkesi: "İnsanlığı, hem kendinde hem de başkalarında, asla sadece bir araç olarak değil, her zaman aynı zamanda bir amaç olarak gör." Bu ilke, insanların sömürülmesine, kullanılıp atılmasına karşı çıkar ve her bireyin doğuştan gelen bir onura sahip olduğunu vurgular.

      • Özellikleri:

        • Deontolojik: Sonuçlara değil, ödeve ve ilkelere odaklanır.

        • Evrenselci: Ahlak ilkeleri herkes için, her zaman ve her yerde geçerlidir.

        • Akılcı: Ahlakın temeli duygular veya ilahi emirler değil, saf akıldır.

        • Bireyci: Ahlaki sorumluluk ve fail, bireyin kendisidir.

      2. Marksist Ahlak Anlayışı (Tarihsel Materyalizm)

      Karl Marx, doğrudan bir "ahlak felsefesi" kitabı yazmamıştır. Ancak onun ahlak anlayışı, tüm felsefesinin temeli olan tarihsel materyalizm ve sınıf mücadelesi teorisinden doğar.

      • Ahlakın Kaynağı: Ekonomik altyapı ve üretim ilişkileri. Marx'a göre ahlak, hukuk, din gibi unsurlar birer "üstyapı" kurumudur ve temel belirleyici olan "altyapı," yani toplumun ekonomik sistemidir.

      • Temel İlke: Ahlak, evrensel ve zamandan bağımsız değildir; sınıfsaldır. Her dönemin egemen ahlakı, egemen sınıfın (kapitalizmde burjuvazinin) çıkarlarına hizmet eden ahlaktır. Örneğin, özel mülkiyetin kutsallığı, kapitalist toplumda burjuvazinin çıkarlarını koruyan bir ahlaki ilkedir.

      • Ahlaki "İyi": Marksist perspektifte "iyi" olan şey, sınıf mücadelesini ileriye taşıyan, sömürüyü, yabancılaşmayı ortadan kaldıran ve komünist topluma geçişi hızlandıran eylemlerdir. "Kötü" ise bu süreci engelleyen, mevcut sömürü düzenini devam ettiren eylemlerdir.

      • Özellikleri:

        • Materyalist: Ahlakı, soyut ilkelerden değil, maddi yaşam koşullarından türetir.

        • Tarihsel: Ahlak, tarihin farklı dönemlerinde ve farklı toplumsal sistemlerde değişiklik gösterir.

        • Sınıfsal: Evrensel bir ahlak yoktur; proletaryanın ve burjuvazinin ahlakı farklıdır.

        • Toplumcu/Kolektivist: Ahlaki değerlendirmenin merkezinde birey değil, sınıf ve toplum vardır.




      Temel Farklılıklar ve Sonuç

      1. Soyut vs. Somut: Kant'ın ahlakı, her türlü somut durumdan soyutlanmış, saf akla dayalı evrensel ilkeler arar. Marksizm ise ahlakı, doğrudan doğruya insanların yaşadığı maddi, ekonomik ve toplumsal koşulların bir yansıması olarak görür.

      2. Evrenselcilik vs. Görelilik (Tarihselcilik): Kant için ahlak yasası, Newton'un yerçekimi yasası gibi evrenseldir. Yalan söylemek her zaman ve her yerde yanlıştır. Marx için ise ahlak, sınıfsal ve tarihseldir. Proletaryanın devrimci mücadelesi için yapılan bir eylem "iyi" iken, aynı eylem burjuvazi için "kötü" olabilir.

      3. Birey vs. Sınıf: Kant'ın ahlakının merkezinde, kendi aklıyla ahlak yasasını bulan otonom birey vardır. Marksizm'in merkezinde ise tarihsel bir aktör olan sınıflar ve bu sınıfların kolektif mücadelesi yer alır.

      4. Niyet vs. Tarihsel Rol: Kant'a göre bir eylemin ahlaki değeri, failin niyetine bağlıdır. Marksizm'de ise bir eylemin değeri, o eylemin tarihsel ilerlemedeki (devrime giden yoldaki) rolüne göre ölçülür.

      Özetle, Kant "Nasıl bir insan olmalıyım?" sorusuna zamandan ve mekandan bağımsız, akla dayalı evrensel bir cevap ararken; Marx, "Belirli tarihsel koşullar altında ahlaki değerler nasıl ortaya çıkar ve kimin çıkarına hizmet eder?" sorusunu sorar. Kant bir ahlak kuralı koyarken, Marx mevcut ahlakın bir eleştirisini yapar ve ahlakın devrimci bir pratikle nasıl dönüştürülebileceğini ima eder.

Beyin – Evren benzerliği, Kara madde ve Spinoza'nın Panteizmi arasındaki ilişki.

 

Kara madde nedir?

  • Gözlemlediğimiz evrenin %85’ine yakını kütle bakımından "görünmeyen" bir şeyden oluşuyor. Buna kara madde diyoruz.

  • Bu madde ışık yaymıyor, ışığı soğurmuyor, yani elektromanyetik dalgalarla etkileşmiyor. Bu yüzden doğrudan göremiyoruz.

  • Varlığını yerçekimi etkilerinden anlıyoruz. Mesela:

    • Galaksilerin dönme hızları, sadece görünür maddeyle açıklanamayacak kadar yüksek.

    • Işığın kütleçekimsel merceklenmesi, görünenden daha fazla "kütle" olduğunu gösteriyor.


Beyin – Evren benzerliği olabilir mi?

İnsan beyninde yaklaşık 86 milyar nöron var ve bunlar trilyonlarca sinaps ile bağlanıyor.
Evrene baktığımızda:

  • Galaksiler, kozmik ağ (cosmic web) denen devasa bir filament yapısı içinde, örümcek ağına benzer şekilde dizilmiş durumda.

  • İlginçtir ki, bazı bilim insanları beyin sinir ağlarıyla kozmik ağın matematiksel yapısını karşılaştırdı ve benzer istatistiksel özellikler buldu.

    • Beyinde sinapsların bağlanma yoğunluğu ile evrendeki galaksi kümelerinin dağılımı arasında fraktal benzeri ortaklıklar var.

    • Yani, evrenin yapısı ile beynin yapısı arasında biçimsel bir akrabalık söz konusu.


Panteizm ve Kara Madde

Spinoza’nın panteizmine göre Tanrı doğanın kendisidir; yani evrenin tüm işleyişi, onun “ilahi” varoluşunun ta kendisidir.

  • Eğer kara maddeyi evrenin görünmeyen ama belirleyici iskeleti olarak düşünürsek, bu yapının bir tür "kozmik sinir sistemi" gibi işlev gördüğünü hayal edebiliriz.

  • Bilimsel olarak kara maddenin bilinçli bir yönlendirici olduğuna dair hiçbir kanıt yok, fakat felsefi açıdan bakıldığında şu yoruma açık:

    • Tıpkı beynin sinapslarının bilinç ortaya çıkarması gibi, evrenin kara madde ağı da kozmik ölçekte bir düzen ve işleyişin zemini olabilir.

    • Bu, Spinoza’nın “Tanrı = Doğa” görüşüne yakın bir şekilde, evrenin kendisinin bir zihin ya da bütünsel bir varlık gibi işlediğini düşündürebilir.


Sonuç

Bilimsel gerçek şu: Kara madde henüz tam olarak ne olduğunu bilmediğimiz, yalnızca gravitasyonel etkilerini gözleyebildiğimiz bir yapı.
Ama felsefi düzlemde düşünürsek:

  • Kara maddeyi evrenin görünmeyen sinir sistemi olarak düşlemek,

  • Spinoza’nın panteizmini modern kozmolojiye bağlayan şiirsel bir yorum olabilir.

Türkiye'deki felsefi üretim, ülkenin sorunlarına neden sistematik bir yanıt veremiyor

 

Türkiye'de Filozoflar Neden Ülke Sorunlarına Sistematik Bir Çözüm Sunamıyor?

Türkiye'de felsefenin, ülkenin karmaşık ve çok katmanlı sorunlarına neden sistematik ve bütüncül bir tanı koyup kapsamlı bir çözüm üretemediği sorusu, entelektüel camiada sıkça dile getirilen ve kökleri derinde olan bir meseledir. Bu durumun tek bir cevabı olmamakla birlikte, tarihsel, akademik, sosyo-politik ve felsefenin kendi doğasından kaynaklanan bir dizi birbiriyle ilişkili faktörden kaynaklandığı görülmektedir.

Tarihsel ve Kurumsal Engeller

Türkiye'deki felsefi düşüncenin mevcut durumu, Osmanlı'nın son döneminden ve Cumhuriyet'in kuruluşundan devralınan mirasla yakından ilişkilidir.

  • Gelenek ve Kopuş Tartışması: Türkiye'de felsefenin en temel tartışmalarından biri, "özgün bir felsefi gelenek" oluşturup oluşturulamadığıdır. Akademik felsefe, büyük ölçüde Batı felsefesi (Kıta Avrupası ve Analitik felsefe) ekollerinin tanıtılması ve yorumlanması üzerine yoğunlaşmıştır. Bu durum, felsefenin kendi kavramsal çerçevesini ve yöntemlerini Türkiye'nin özgün tarihsel ve kültürel bağlamına doğrudan uygulamasını zorlaştırmıştır. Kökleri İslâm felsefesi ve yerel düşünce dünyasında olan birikimle modern felsefi yaklaşımlar arasında sentetik bir bağ kurma çabaları ise sınırlı kalmıştır.

  • Akademinin İçe Dönük Yapısı: Türkiye'deki felsefe bölümleri, genellikle felsefe tarihçisi yetiştirmeye odaklı bir müfredat izlemektedir. Platon'dan Kant'a, Heidegger'den Wittgenstein'a uzanan Batı düşüncesinin derinlemesine incelenmesi önemli olmakla birlikte, bu eğitim modeli felsefecileri güncel ve yerel sorunlara yöneltmekte yetersiz kalabilmektedir. Felsefi üretim, daha çok akademik dergilerde ve dar bir çevrede kalan, teknik ve tarihsel tartışmalarla sınırlı olma eğilimindedir. Felsefenin "toplumsallaşması", yani halka inmesi ve güncel tartışmalara yön vermesi önündeki en büyük engellerden biri bu akademik yapıdır.

Sosyo-Politik Baskı ve Düşünce Özgürlüğü

Felsefenin en temel gereksinimi olan eleştirel düşünce ve ifade özgürlüğü ortamı, Türkiye'de tarihsel olarak dalgalı bir seyir izlemiştir.

  • Siyasal Kutuplaşma ve İdeolojik Baskı: Ülkedeki derin siyasi kutuplaşma ve ideolojik gerilimler, felsefecilerin hassas konulara mesafeli yaklaşmasına neden olabilmektedir. Sorunları tarafsız ve temelden ele alması beklenen bir filozofun, belirli siyasi kamplar tarafından anında "taraf" olarak yaftalanma riski, özgür düşünce üretimini kısıtlayan önemli bir faktördür. Bu durum, felsefecileri daha "güvenli" ve soyut alanlarda çalışmaya itebilmektedir.

  • Eleştirel Düşünceye Karşı Direnç: Toplumda ve yönetim kademelerinde, yerleşik kanıları ve mevcut düzeni sorgulayan eleştirel düşünceye karşı genel bir direnç gözlemlenmektedir. Felsefe, doğası gereği rahatsız edici sorular sorar ve temel kabulleri sarsar. Bu sorgulayıcı tavır, "faydasız" veya "tehlikeli" olarak görülebilmekte, bu da felsefenin kamusal alanda etkili bir aktör olmasını engellemektedir.

Sorunlara Eğilen İsimler ve Yaklaşımları

Bu genel tabloya rağmen, Türkiye'nin sorunlarını felsefi birikimleriyle ele alan ve bu yönde çaba gösteren önemli felsefeciler de mevcuttur. Ancak bu çabalar, genellikle bütüncül bir "sistem" kurmaktan ziyade, belirli alanlarda yoğunlaşmıştır.

  • İoanna Kuçuradi: Türkiye'de felsefenin kurumsallaşmasına büyük katkı sağlamış olan Kuçuradi, çalışmalarını özellikle insan hakları, etik ve değerler felsefesi alanında yoğunlaştırmıştır. Türkiye'nin adalet, liyakat, insan onuru gibi temel sorunlarını bu felsefi perspektiften ele alarak önemli kavramsal analizler sunmuş ve çözüm yolları önermiştir.

  • Nermi Uygur (1925-2005): Kültür felsefesi, dil felsefesi ve yaşama felsefesi gibi alanlarda öncü çalışmalar yapan Uygur, denemelerinde Türkiye'nin kültürel ve zihinsel yapısına dair derinlikli sorgulamalara girişmiştir. Toplumun "yaşama biçimlerini" ve düşünsel kalıplarını felsefenin süzgecinden geçirmiştir.

  • Ahmet İnam: "Gönül felsefesi" gibi özgün yaklaşımlarıyla tanınan İnam, teknolojiden gündelik hayata, ahlaktan siyasete kadar geniş bir yelpazede güncel sorunlara dair felsefi denemeler ve yorumlar kaleme almaktadır. Felsefeyi akademik dilin dışına taşıyarak daha geniş bir kitleye ulaştırma çabasıyla öne çıkmaktadır.

Bu ve benzeri değerli çabalar, belirli sorun alanlarına felsefi bir ışık tutmakla birlikte, ülkenin tüm sorunlarını (ekonomik, siyasi, hukuki, kültürel) tek bir potada eriten sistematik bir felsefi yapıya dönüşmemektedir.

Sonuç: Sistematik Bir Analiz Neden Yok?

Özetle, Türkiye'de bir filozofun ya da felsefi akımın ülke sorunlarını Platon'un "Devlet"i veya İbn Haldun'un "Mukaddime"si gibi sistematik bir bütünlük içinde ele alamamasının temel nedenleri şunlardır:

  1. Akademik Odak: Felsefe eğitimi ve üretimi, büyük ölçüde Batı felsefesi tarihine odaklanmış durumdadır ve güncel toplumsal sorunların analizine yönelik metodolojik bir öncelik bulunmamaktadır.

  2. Gelenek Eksikliği: Ülkenin kendi sorunlarına özgü kavramsal araçları üretecek, nesiller boyu devam eden birikimli bir felsefe geleneğinin zayıflığı.

  3. Siyasal Ortam: Düşünce özgürlüğü üzerindeki dolaylı ve doğrudan baskılar ile siyasi kutuplaşma, felsefenin en temel işlevi olan köktenci eleştiriyi zorlaştırmaktadır.

  4. Felsefenin Toplumdan Kopukluğu: Felsefenin "fildişi kulede" yapılan bir etkinlik olarak algılanması ve felsefecilerin kamusal tartışmalara yeterince müdahil olamaması.

Bu nedenlerle, Türkiye'deki felsefi üretim, sorunlara bütüncül bir sistemle yanıt vermekten çok, belirli konularda değerli ve aydınlatıcı "parça parça" analizler sunma eğilimindedir.

Felsefe ve Hayal Kırıklığı ilişkisi

İlker Cihan BİNER

Prof. Dr. Çetin Balanuye, gündelik hayata ve bedenli varlığımıza nüfuz eden etik, politik, ontolojik ve estetik katmanlara dağılan felsefi sorunları, kaleme aldığı Naturans serisi ve ‘Spinoza: Yeni Bir Hakikat İfadesi’ kitapları üzerinden yanıtlıyor.

‘Hayata hangi konumlardan bakıyoruz?’ veya ‘Nasıl yaşıyoruz?’ gibi soruları sorarken yaratıcı akışlar oluşturmak aynı zamanda politik bir mesele. Zira yaşamda sadece kendi bedenli varlığımızdan ve sosyal çevremizden ibaret değiliz. "İnsan olmayanlar" diyebileceğimiz canlı-cansız varlıklarla iç içeyiz. Bu konumlarla beraber bir dünya tasavvuru ortaya koymanın yollarını düşünmek, etik üzerine daha ciddi bir düşünsel mesaiyi zorunlu hale getiriyor.

İki akışı göz önünde bulundurarak ‘Spinoza'nın Sevinci’, ‘Naturans Serisi-(Yeni Bir Ontolojiye Doğru/Yeni Bir Etik Politik)', ‘Spinoza: Yeni Bir Hakikat İfadesi’ gibi kitapları kaleme alan, Akdeniz Üniversitesi Felsefe bölümünde dersler veren Çetin Balanuye'ye felsefe ve hayal kırıklığı ilişkisini, yeni materyalizme yöneltilen eleştirileri ve etik ile bağlantılı meseleleri sorduk.

"Felsefe hayal kırıklığı ile başlar." diyor Flozof Simon Critchley, bu cümlenin sizdeki karşılığı ne olurdu? Ne söylersiniz bununla ilgili?

Critchley’in bu ifadesinin bağlamını tahmin edebiliyorum: İnsana ilişkin anlatılar, öğretiler ya da spekülasyonlar arasında en etkileyici olanı sanıyorum doğumla gelen bir ilk deneyim olarak “ayrılma, parçalanma” ile başlayan bir tür kaygı ve bunun yarattığı hayal kırıklığı olduğuna ilişkindir. Bu anlatı hem epeyce ikna edici hem de üzerinde kuramlar geliştirmek için çok elverişlidir.

Ne var ki, tam da bu nedenle insanın, kendisinin kaçınılmaz bir melankolinin çaresiz kurbanı kalacağı yönündeki düşüncesini çoğaltmıştır. Adeta başlangıca ilişkin bir varsayım, insanı kendisine çivileyerek sürekli tekrar eden bir kâbus gibi yinelenip durmuştur. Bu anlatının kimi dikkate alınabilir unsurları olmakla birlikte, hikâyeyi tümüyle ona indirgeyecek bir aşırılığın ortaya çıktığını düşünüyorum.

Aslen Spinoza-Nietzsche-Deleuze izleği bu hikâyede aşırıya kaçmanın, en az bu tür bir "kaygılı başlangıç" kadar eskiye giden (moleküler düzeyde çok daha eskiye götürülebilir) “içkin arzu”nun güç, devinim, atılım, yaratım, yeninin kurulumu biçimindeki edimlerini gözden kaçırmaya yol açtığını anlatır.

İçkin arzu, bu düşünürlerin sezdireceği gibi, kozmik bir devinim ve güç ifade edişleri akla getirir. İnsan özelinde bir doğum da kaygı deneyimi kadar - belki bunda daha fazla - var olma (existere) ve var kalma çabasının (conatus) eş zamanlı bir ifadesine dönüşür. Yolculuk başlarken duyulan ağlama, nesnel gözlemci açısından yalnızca hüznü akla getiredursun - kaldı ki, kendisi de nesnel bir gözlemci olan ebe ya da hekim açısından ağlama işlerin yolunda gittiğinin göstergesidir - yolculuğun aktörü açısından bir direncin ifadesi olarak da okunabilir.

Arzuyu yaşam boyu sürecek bir eksikliğin (asla doyurulamayacak bir eksikliktir bu) peşindeki çaresiz kederli bir debelenmeye indirgemek, içkin arzunun tüm var olanları bağlayan yaratıcı, üretici, dirençli, çoğaltıcı ve çeşitlendirici kıpır kıpır doğasını göremez hale gelmektir. Öyleyse, sorunuz açısından bakıldığında, felsefenin -içinde hayal kırıklıklarını da barındıran- kozmik arzuyla uyumlu sonsuz bir devinimin tam ortasında sevinçli çabalamanın yollarından ilki olduğunu düşünmek de olanaklıdır.

Yeni materyalizm üzerine çeşitli eleştiriler var. Örneğin; insan olmayanları tartışmanın rehavet yarattığı, insanla ilişkili meseleleri sildiği gibi eleştirilerle karşılaşıyoruz. Siz bu eleştirilere katılıyor musunuz? Öte yandan insan olmayanları ele alırken nasıl bir dikkat geliştirmemiz gerekiyor?

Hiç katılmıyorum. Katılmamakla kalmıyor, bu tür tepkileri uzun sürmüş bir aymazlığı sürdüren homurdanmalar gibi okuyorum. Tam tersine, yeni materyalizmi gecikmiş bir aydınlanma, sezgi gücünde ciddi bir genişleme, nesnel gerçekliğin değişken dili, grameri ve dokusuna daha az yanılgılı eşlik etme çabasının heyecan verici atılımı olarak okuyorum.

Yeni materyalizm, nesnel gerçeklikle yeniden ve bu kez çok daha alçak gönüllü, kibirden uzak, önyargısız bir karşılaşmanın felsefi örneklerini çoğaltmak istiyor. İnsanın da parçası olduğu ama insandan ibaret olmayan bir gerçeklik bu; dışarısı ya da ötesi olmayan bir içkinlik düzlemi; aşkın bir değnekle yönetilmeyen, tüm var olanların sonsuzca bir çeşitlilik içinde karşılaşmaları, etkileşmeleri ve var kalma çabasıyla biçimlenen-biçimleyen autopoietic (otopoetik) bir gerçeklik.

İçkin gerçekliğin aşkın bir kukla oynatıcısı olmadığı gibi, kendi içinde değişmez -adeta mistik bir yasa gibi- mutlak bir yol haritası da yok.

Bu yaklaşımda bizi metafizik bir spekülasyon düzeyine taşıyacak yegâne kabul, Spinoza’da da bulunan, güç kavramının ontolojik arkhê değeridir. Doğa-Tanrı-Gerçeklik-Töz-İçkinlik Düzlemi hep birden eş anlamlı bir “güç ifade edişlerin karşılaşma ortamı”na dönüşür.

İşte yeni materyalizmin “yeni” tarafı da en çok burada belirir: Karşılaşmaların asıl, esas, biricik unsuru olarak uzayda yer kaplayan cisim anlamında bir klasik madde kabulü yerine (bu kabulün öğrettiklerine da az şey borçlu değiliz) her çeşit güç ifade edişin geçici/sonlu birimi ve karşılaşmaların muhatabı anlamına yaklaştırılmak istenen bir madde kavramıdır.

Bu anlamda, madde, vardır ve gerçektir çünkü basitçe gerçekliğin içinde ve aracılığıyla karşılaşmaların eseri ve ifade ettiği güç ölçüsünde nedenidir, etkide bulunur ve etkiye uğrar. Bu açıdan bakıldığında, gerçekliğin dekorunu oluşturan her türden güç birimi yeni bir madde kavramıyla buluşturulmak istenir. Ben de Naturans I: Yeni bir Ontolojiye Doğru ve Naturans II: Yeni Etik Politik adlı kitaplarımda bu tür bir madde kavrayışına iliştirilmek üzere G-Varsa [Güçtendir ancak ve ancak Varsa] teriminden yardım almıştım.

İlk bakışta tuhaf çağrışımlara gebe bu yaklaşım, “içkincilik” ilkesinden ödün vermek istemeyen gerçekçi bir felsefe açısından zorunlu bir uğraktır: Gerçekliği, her türden dışarıdan, öteden, ontolojik aşkınlık katından koparmanın meşru tek yolu “olanı olanla açıklama” yükümlülüğüdür.

Yeni materyalizme karşı homurdanmalar da burada başlar: İnsan bu yükümlülük karşısında kendisini yetersiz, değersiz, varlıklar arasında bir varlık olarak sıradan, pusulasız ve giderek anlamsız bulmakta; kendisine gerçekliğin ötesinden armağan edilecek bir ayrıcalık fikrinin albenisinden kurtaramamaktadır.

Aslen bu tür bir armağan yoktur, hiç olmamıştır. Ne var ki, bu sözde armağanla beslenen iman tüm uygarlığımızı gerçekliğin güç ifade edişlerden ibaret karşılaşmalarına iyi eşlik etmekten alıkoymuştur.

İnsan bu tavrıyla adeta çok kalabalık bir gerçeklik trafiği içinde kendine tanıdığı geçiş üstünlüğünü abartmış, karşılaşmalarının tarafları konumundaki güç birimlerini şu ya da bu gerekçeyle dikkate almamış, sonunda bir gaz tankerine toslayarak infilak etmiş hem kendisini hem de doğal çevresini yıkıma uğratmış kibirli sürücü gibi davranmıştır.

Yeni materyalizmin önemli bir esin kaynağı olduğunu düşündüğüm Manuel De Landa, her güç birimi için geçerli olacak biçimde, bu yeni madde kavrayışının “aktüel” ve “virtüel” güçleri bir arada düşünmeyi salık verdiğini anımsatır. Bir güç birimi olarak ben, karşılaşmalarımın olası muhataplarını tanırken onların benimle karşılaştıkları bu spesifik anda, benim tarafımdan deneyimlenebilen aktüel güç ifade edişlerden ibaret olmadığını aklımda tutmalıyım. Kuşkusuz ben de karşılaştığım şey her neyse, onun o sırada benden etkilenirken deneyimlediği aktüel güçten ibaret değilim.

Hem ben hem de karşılaştığım güç birimi, birbirimize o karşılaşmada ifade edilen aktüel güçlerden, etkilerden, tesirlerden ibaret değiliz; her iki tarafta da başkaca karşılaşmalarda etkin olacak “virtüel” güç olanağı kendisinde saklı, olası, tüketilmemiş olarak kalır.

Şimdi, sözgelimi, iklim, çevre, pandemiler gibi sorunlar ya da beşerî zulümler açısından bakıldığında, insanın karşılaşmalarında bu tür bir bilgeliği dikkate aldığını söyleyebilir miyiz?

Anti-gerçekçilik öyle bir aşamaya ulaşmıştır ki, insan zihninden bağımsız bir gerçekliği düşünmek bile sıradan bir vesvese gibi algılanır hale gelmiştir. İnsan, karşılaşmalarının muhatabı olarak ayırdına vardığı unsurları o karşılaşmada kendisine açık (deneyimlenebilir) olandan ibaret sayma yanılgısını tam gaz sürdürmüştür. Biyosferindeki çeşitliliği azaltan, türleri tüketen, inorganik maddeyi ve onun “virtüel” etkide bulunma ve etkiye uğrama güçlerini hepten gözden çıkaran bu tavır kuşkusuz kendi türünün üyeleri de söz konusu olduğunda aynı ölçüsüzlük ve ihtiyatsızlığı sürdürmektedir. Dolayısıyla, yeni materyalizm ve yeni ontoloji soruşturmaları doğası gereği daha en başta “etik” ve “politik”tir aynı zamanda.

Bu türden vurguları basitçe aşkıncı ya da yarı aşkıncı bir ahlak metafiziğinin göklerden gelen ilahi bir “ölçülü ol” buyruğuyla karıştırma eğilimi olduğunu gözlemliyorum. Ne benim çalışmalarımda ne de bildiğim kadarıyla yeni materyalizm, yeni gerçekçilik ya da spekülatif gerçekçilik yazarlarında böyle bir gizemli buyruktan falan söz eden var. Benim felsefede izlediğim program açısından, Spinoza’nın mühründeki “caute” (temkinli ol) tembihinin ilahi bir buyruğun gereğini yapmakla uzaktan yakından ilgisi yok. Tersine, her varlık (GVarsa) için kendi sonlu/sınırlı var kalımının olanaklılık koşulu, karşılaşmalardan ibaret bu “bir” ve “aynı” gerçeklik içinde karşılaştıklarını ancak bu türden bir ihtiyatla kavrayabilmektir. Kuşkusuz, bu kavrayışın önemi etkide bulunma ve etkiye uğrama çeşitliliği fazla olanda daha fazla (diyelim bir sincap), etkide bulunma ve etkiye uğrama çeşitliliği daha az olanda (diyelim bir taş parçası) daha azdır. Öyleyse, -bu bir derece farkı da olsa- insan için epeyce önemli bir kavrayıştan söz ediyor olmalıyız.

Tekrar etmekte fayda var: Yeni materyalizm ya da yeni gerçekçilik soruşturmalarından devşirilecek bir tür “ölçülülük” ya da “bilgelik” tavsiyesi insan için gerçekliğe daha az yanılgılı eşlik etmenin zorunlu koşuludur ve bu tavsiyenin herhangi bir ilahilikle falan ilişkisi yoktur.

Spinoza’nın tüm bu tartışmalar için önemi, hepsi aynı anlama gelecek biçimde doğa-tanrı-gerçeklik-tözde ya da tüm var olanlar için geçerli “bir” ve “aynı” içkinlik düzleminde “var olmak”, “etkide bulunmak” ve “etkilenmek” ifadelerinin aynı anlama geliyor olmasıdır. Etika’nın bana kalırsa en önemli önermelerinden biri 1. Kitap 36. Önerme’dir: “Doğasından (herhangi) bir etkinin çıkmadığı hiçbir şey var değildir”.

Sorunuzun son bölümü için belki şu eklenmeli: Peki insan olmayanlarla ilişkimiz açısından nasıl bir dikkat geliştirmeli?

Buna benim yanıtım basitçe şu: Ontolojiyi epistemolojiye indirgemekten vaz geçmeliyiz. İnsan tarafından seslendirilebilir en kucaklayıcı ontolojik hükmün şu olduğunu düşünüyorum: Etkide bulunma ve etkiye uğrama gücü ifade eden her şey (biz farkında olalım olmayalım) ifade ettiği güç ölçüsünde vardır ve bu gücü ifade edebildiği sürece (sonlu ama belirsiz bir süre) var kalır. Dikkat ederseniz bu ifadede konuşanın insan olması, sözcüğün herhangi bir anlamında, ifadeyi kendince daraltmaz ya da insanın patronluğunu ilan etmez. Konuşabilseydik bir kavun sineği bu ifadeye itiraz eder miydi? Ya da şöyle soralım: İnsan ya da başka bir varlık perspektifinden tüketici olmayacak daha az adaletsiz bir ontolojik ifade olanaklı mıdır?

Peki ontolojimizi bu alçakgönüllü ifadeyle sınırlı bir tavra büründürürsek, bundan ne kazanırız? En temelde karşılaşmalardan ibaret bir gerçekliğe eşlik etmek açısından yeterince ihtiyatlı olmuş oluruz. İkincisi, ontolojimizin insan merkezli bir kapanış, şiddet ya da ayrımcılık kusuruna düşmesinin en baştan önünü keseriz. Son olarak, gerçekliğe iyi eşlik etme çabamızı önü açık bir “en iyileme” (optimizasyon) soruşturmasına dönüştürmüş oluruz.

İşte bu sonuncusu da epistemolojidir. Evrimsel-adaptif bir epistemoloji. İnsanın etkide bulunma ve etkiye uğrama çeşitliliğini artırdıkça kendisini etkileme gücüne sahip unsurlarla karşılaşmalarının sayı ve çeşidi artacak, o unsurların hem aktüel hem de virtüel etkileme güçlerini dikkate alacak biçimde kavrama çabası geliştirdiğimiz ölçüde de sevinçli bir dünya konukluğu olanaklı olacaktır.

Yazdığınız "Naturans" serisinde bahsettiğiniz "GVarsa" (güçtendir ancak ve ancak varsa) zemini aynı zamanda estetik pratikler oluşturmaya dair de çok şey ifade ediyor. Yaratıcılığa pencere açan, parlak bir düzlem. Fakat boğucu ve hatta karanlık bir memlekette yaşıyoruz. Makro politik gündem bedenlerimizi yaşamla ilişkili derin buhranlara sürüklüyor. Bahsettiğiniz olumsal anlamda karşılaşmalar bazen mümkün olmuyor. Özellikle bir depremzede olarak "GVarsa" diyebileceğimiz pozisyonu krizi yazma/konuşma/çizme ya da aktarma anlamında nasıl kullanabiliriz?

Buraya kadar yazılanlar bir ölçüde ipucu sağlamış olmalı: Güç ifade edişlerden mamul bir gerçekliğin içinde ve aracılığıyla eyliyoruz. İnsan GVarsası’nın bunu kavramasıyla, ifade ettiği güç ölçüsünde kendi var oluşuna tehdit oluşturan başka tikel ya da birleşik GVarsalar ile karşılaşmalarını, bu karşılaşmalara düşman olmadan tanıması, anlaması, hazırlıklı olması gerekiyor. Ne var ki, GVarsa-İnsan dediğimizde de tümel bir kavrama yaslandığımız için, insanların da kendi aralarında birleşik GVarsa öbekleşmeleri gerçekleştirdiğini göz ardı ediyoruz. Bu, şu demek: Yukarıda açıklamaya çalıştığım güç ontolojisi ve onun tamamlayıcısı olan evrimsel-adaptif epistemolojiyi işlerliğinden alıkoyan hegemonik güç öbekleşmeleri de GVarsa-İnsan ile olanaklı.

Şimdilerde olanca şiddetiyle deneyimlediğimiz neo-liberal eril ekonomik politik düzen bu türden bir hegemonik güç öbekleşmesini ifade ediyor. Kabaca söylersek, yalnızca insan için değil, onun yakın doğal çevresinin de gerçekliğe iyi eşlik etme çabasını baltalayan, ihtiyatsızlığı -olanaklı tek yolmuş gibi- bir girdaba dönüştürerek içine çeken, sonuçta sonlu-sınırlı dünya konukluğunu çok büyük kalabalıklar için çileli bir mecburiyete dönüştüren hegemonik bir tutulmadan söz ediyoruz.

Özellikle Naturans II: Yeni Etik Politik’te odaklandığım “Agonistik Sosyalist Demokrasi” (GVarsa-ASD) fikri burada devreye giriyor: Hegemonik bir güce ulaşmayı başarmış neo-liberal tahakkümden nefret ettiğimiz için değil, bu tür bir tahakküme de olanak veren nesnel gerçekliğin gramerini kavradığımız ve bu hegemonik girdabın büyük çokluklara yaramadığını bildiğimiz için her türden hegemonik güç öbekleşmesinin önünü kesecek türden bir etiko-politik farkındalıkla eylememiz gerektiğini ileri sürüyorum.

Etik ve ahlak kavramları arasında yüzyıllardır süren bir kafa karışıklığı var. Ahlak çoğu zaman etik olarak algılanıyor. Kitaplarınız ışığında da bu ince ayrımı kurarken nelere dikkat etmeliyiz?

İçkinci, tek tözcü, kozmik erekselcilikten uzak, insan merkezci olmayan ve gerçekçi kabullere yaslanan bir felsefede geleneksel ya da yerleşik ahlak felsefelerinin ilke türetmekte kullandığı yöntem tümüyle reddedilir. Bunun yerine Spinoza ya da Nietzsche’de gördüğümüz türden “naturalizm” ya da Deleuze’de gördüğümüz türden “etoloji” odaklı bir etik soruşturma alanı yaratılır. Bu alanda ahlaki iyinin ne olduğu ve bunun bilgisinin nereden edinildiği gibi sorular pek dikkat çekmez; bunun yerini “bana (sahiden) yarayan nedir?”, “nasıl yaşamalıyım?”, “eylemim eyleme gücümü artıracak mı azaltacak mı?” gibi ayakları bu dünyaya basan ve başkaca varlıklarla bir arada, zorunlu karşılaşmalar arasında ve sürdürülebilir bir ihtiyattan yana sorular alır.

Aslında Spinoza ile bir dostluk ilişkiniz var. Filozof üzerine yaptığınız çalışmalar, kaleme aldığınız kitaplar... Onu okurken özellikle hangi meseleleri tartışıyorsunuz? Spinoza ile aranızda çıkan ihtilaflardan bahseder misiniz?

Spinoza ile karşılaşmam sanıyorum otuz yılı aştı. Bu süre zarfında bir filozofa diğerlerinden daha fazla ilgi gösteren herkesin geçtiği yollardan geçtim: Okuma, düşünme, tekrar okuma, düşünme vb. Onunla benden önce karşılaşanlardan kalan kayıtları olabildiğince çalıştım.

Spinoza üzerine yazındaki tartışmaları, ondan yana ya da ona karşı argümanları kavrayış gücüm yettiğince değerlendirme fırsatım oldu. Kuşkusuz, onun yapıtlarının içindeki kimi pasajları bütüne kıyasla daha az onaylayıcı hissettiğim oldu, oluyor. Ama bunlar benim için hiçbir zaman esasa ilişkin sarsıcı bir kuşkuya yol açmadı; Spinoza karşısında kendimi büyük ölçüde ikna olmuş hissettim.

İhtilaf değilse de belli bir tedirginlik duygusuyla karşıladığım fikirlerden ilki sanıyorum Etika’da bir “birey”den ne anlamamız gerektiği üzerine yazılanlar. Spinoza’nın “modus” dediği ve tözün sonsuz niteleyenleri dolayımıyla sonlu değişkelerinin her biri anlamında “birey”. Spinoza’nın bir bireyi, o birey olmayandan ayırmak için öne sürdüğü meşhur “bütünü oluşturan parçaların devinim-durağanlık oranı” öğretisi, sağladığı somutlaştırma ve açıklayıcılık nitelikleri açısından bugün de son derece geçerlidir.

Organik varlıklar söz konusu olduğunda, devinim-durağanlık oranı ile DNA dediğimizde bugün kastettiğimiz arasında büyük yakınlık vardır.

Ne var ki ne devinim-durağanlık oranı ne de DNA, inorganik varlıklarda organik varlıklarda olduğu kadar açık biçimde bireyin “bireyliğini” anlamakta bize yardımcı olmaz. Kuşkusuz, inorganik bir maddede de moleküler anlamda bir bütün-parça yapısından söz edilebilir, ama yine de -sözgelimi- bir kayadan koptu kopacak küçük bir taş parçasının kopmadan önce, kopar kopmaz ya da koptuktan sonraki “neliği” konusunda insanın elinde DNA benzeri bir referans ölçüsü yoktur. Bir başka deyişle, bir sincabın tikelliğine işaret etmekte işlevsel olan Spinozacı oran ya da DNA, taş parçası için geçerli değildir.

Aynı zorluk cisimsel olmayan ama gerçekliği etkileyen ve gerçeklikten etkilenen herhangi bir kavram, fikir, kuram için de geçerlidir. “Feminizm” gerçekliği feci halde etkiler, dönüştürür, hatta bir kadın bakanlığı kurulmasını sağlayan güce dönüşerek bakanlık binası biçiminde gerçekliğin cisimsel dekorunda farklılaşmaya da yol açabilir. Öyleyse, Spinoza’ya göre “feminizm” bir modus mudur? Evetse neden, hayırsa neden? Bir “modus”, sonsuz bir tözün yine sonsuz niteleyenleri dolayımıyla kendini ifade etmesi olduğuna göre, onun ne yalnızca cisimli ne de cisimsiz olduğu ileri sürülebilir. Üstelik cisimlilik ya da cisimsizlik bile tözün kendisini sonsuzca ifade yollarından insan deneyimine açık olan ikisidir yalnızca!

Öyleyse, bir kavramın “bireyliği” ne demektir? Feminizm nerede başlar, nerede biter? Feminizmi feminizm olmayandan ayıran bir bütün-parça oranı, deri, sınır ya da kütle de olmadığına göre (kaldı ki bunlar da kusursuz tanı ölçütleri değildir.) “feminizm” deyince başka bir kavram değil de “o” kavramın etkide bulunduğu nasıl ayırt edilebilir?

İşte Spinoza bu ve benzeri “bireyleşim” tartışmaları açısından bizi biraz eksik aydınlatmış gibidir. Benim berbat bir terim olduğunu bile bile “GVarsa” gibi tuhaf bir yabancılaştırma efektinden yardım beklememin nedeni de buydu: Bir GVarsa’nın “bireyliği” ya da “neliği” karşılaştığı başka GVarsalar’ın perspektifinden, her bir karşılaşmada o karşılaşmanın taraflarına göre belirlenir. Sözgelimi, bir ağaç GVarsası’nın (GVarsa-A) bireyselliğinin sınırları ne kendisi tarafından ne de nesnel bir yolla evrensel geçerlikte olacak biçimde mutlak olarak belirlenebilir; topraktaki bir mikroorganizma, bir köstebek, bir kuş ve bir insan için o GVarsa-A’nın bireyselliğini ayırt eden sınırlar farklı farklıdır.

Bunun basit bir nedeni vardır: O GVarsa-A, karşılaşmalarının muhatapları üzerinde farklı etkilerde bulunur ve bu muhataplardan farklı biçimlerde etkilenir. İşte tam da bu etkileme ve etkilenme çeşitliliği onun gücüdür ve bu gücü ifade ettiği ölçüde -özcü olmayan bir biçimde- “nelik”ler kazanır.

Spinoza’yla buna benzer başka dertlerim de var kuşkusuz. Ama onun sağladığı esin o denli büyük ki, ona yetişemiyor olmak bizim sorunumuz gibi görünüyor.

Gelecek projelerinizle de bağlantılı olarak farklı filozoflar üzerine çalışmalarınız var mı?

Vardı. Nietzsche ve Deleuze ile ilgim sürüyor, zamana boyun eğmedi, bu isimlerden yola çıkan yaratıcı düzyazı örneklerini (Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? bu tür bir çalışmaydı.) denemek istiyordum. Ama korkarım Naturans serisiyle başladığım araştırmam daha uzun bir süre beni bırakmayacak gibi görünüyor. Bu serinin üçüncüsünü, Naturans III: Yeni bir Gündelik Yaşam başlığı altında çalışmayı sürdürüyorum. Çok vaktimi alan bir çalışma. Eğer bir gün bunu tamamlayabilirsem o iki projeye de niyetim var.


  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP