BİLİM FELSEFESİ - KARL RAIMOND POPPER
|
Çeviri:Şahin Alpay
Karl Raimund Popper, 1902 yılında Viyana'da doğdu. Nazizm, pozitivistler gibi Popper'i de ülkesinden göçmek zorunda bıraktı. Popper, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yeni Zelanda'da bulundu; savaş sonrasında Londra'da profesörlük yaptı. Viyana'da pozitivistlerin bazı seminerlerine katılmıştı. İlk kitabı Logik der Forschung (1935), pozitivistlerin yönettiği bir dizide yayınlandı. Pozitivistler gibi Popper da, bilimselliğe bir ölçüt bulmak istedi. Popper'in koymuş olduğu ölçüt, pozitivistlerin ölçütünden ayrılır ve Popper her zaman pozitivizme açıkça karşı çıkmıştır.
YANLIŞLANABİLİRLİK İLKESİ
Popper, 1919 yılında, bilimselliğin niteliği üzerinde düşünmeye başladığı zaman çıkış noktasının ne olduğunu kendi anlatır:
«Zihnimdeki sorunu doğuran ortamı ve uyarıcı olan örnekleri kısaca anlatmak isterim. Avusturya İmparatorluğunun çöküşünden sonra, Avusturya'da bir devrim oldu. Ortalık devrimci sloganlar ve fikirlerle, yeni ve çoğunlukla saçma kavramlarla dolmuştu. Benim ilgimi çeken kavramlar arasında Einstein'ın görelilik kuramı kuşkusuz en önemli olanıydı. İlgi duyduğum diğer üç kuram da, Marx'ın tarih, Frued'un psikanaliz ve Alfred Adler'in `bireysel psikoloji' kuramlarıydı.»
Alıntıdan da' anlaşılabileceği gibi Popper, Einstein'ın görelilik kuramı ile diğer üç kuramı karşı karşıya getirdi. 1919 yılı, görelilik kuramı bakımından anlamlı bir yıldı. Bu kurama göre, güneşin yakınından geçen ışık ışınları; güneşin yerçekimi alanının etkisine girerek eğilmeye uğrarlar. O yıl, bu kuramı sınamaya elveren bir güneş tutulması oldu. Uzaydaki bir yıldızın yerini önce gece, sonra gündüz saptama.yoluyla, yıldızın güneşe yakın olması halinde, gönderdiği ışınları güneş tarafından eğilip eğilmediği araştırılabilecekti. Ölçümlerin verdiği sonuçlar sözkonusu, ışınlârın eğildiğini gösteriyordu. Popper'i büyük ölçüde etkileyen, kuramın ön-deyişinin doğru çıkması değildi. Onu asıl ilgilendiren şuydu: Ön-deyinin doğru çıkmaması halinde, genel görelilik kuramı derhal reddedilecekti. Popper bu tutumla, diğer üç kuramın savunucularının tutumlarını karşılaştırdı. Bunlar belirli bir olayın kuramlarına nasıl uygun düştüğünü her zaman kolaylıkla açıklayabiliyorlardı; ama hangi koşulların gerçekleşmesi halinde kuramlarını savunmaktan vazgeçeceklerini asla belirtmiyorlardı. Popper, hangi kurama 'olursa olsun ampirik destek bulmanın kolay olduğunu; bilimselliğin ampirik destek sağlamada değil, kuramın hangi koşullar altında yanlış olduğunu belirlemede yattığını düşünmeye başladı. Eğer bir kuram yanlışlanabilir ise, bilimseldir, dedi. Böylelikle Popper “yanlışlanabilirlik ilkesini” getiriyordu.
Bu ilkeyle ilgili olarak üç noktayı belirtmek gerekir. Popper her üç noktada da yanlış anlaşılmıştır.
1 - Yanlışlanabilirlik ilkesinin, anlamlı ve anlamsız önermeler ayrımıyla bir ilgisi yoktur. Popper, genel olarak, apaçık saçma olan önermeler dışında, bütün önermelerin anlamlı olduğunun savunulabileceğini kabul eder: Pozitivistlerin bu konudaki anlayışlarını derinlemesine eleştirmiş değildir. Ancak, pozitivistlerin bir önermenin nasıl anlamlı olacağı sorusunu olgulara değgin bir soruymuş gibi ele aldıklarına dikkati çekmiş; bir önermenin doğru olup olmadığına karar vermenin yalnızca bir uzlaşım (convention) sorunu olduğunu söylemiştir
2 - Popper, bütün kuramların genel içerimlerden, yani “Bütün x'ler için geçerlidir: Eğer x.... .., o halde x. . . ... “ şeklindeki önermelerden oluştuğu görüşündedir. Popper'in bu görüşünün, kolaylık sağlaması bakımından, . kendisinin de kullandığı “Bütün kuğular beyazdır~ı önermesiyle ifade edilen “yasa”yı (Bütün x'- ler için geçerlidir: Eğer x bir kuğuysa, o halde x beyazdır) örnek alarak açıklamaya çalışacağız. Yukarıdaki önerme, siyah renkli bir kuğunun ortaya çıkması halinde yanlıştır. “Burada siyah bir kuğu var” önermesi, bu yasayı yanlışlar; yanlışlığını gösterir. Bu çeşit önermelere, yani belirli bir yerde, belirli bir zamanda ve belirli bir nesne ya da olaya değgin önermelere Popper, temel- önermeler adını verir. Bazı temel-önermeler yukarıdaki “yasayla bağdaşır (örneğin, “Burada yeşil bir iskemle var”; “Burada beyaz bir kuğu var” gibi) . Öte yandan; başka bazı temel-önermeler (örneğin, “Burada siyah bir kuğu var”) “yasayla bağdaşmaz,' yani sözkonusu olan temel-önerme doğru ise, “yasa” yanlıştır. Popper, yasaların bağdaşan önermelere izin verdiğini, ama bağdaşmaz önermeleri yasakladığını söyler. Bir kuramın bilimsel olabilmesi için, en azından bir temel-önermeyi yasaklaması gerekir Burada dikkat çekmek Popper'ın bir temel- önermenin doğru ya da yanlış olduğunun kesin güvenirlikle belirlenebileceğini söylemeyişidir. Popper, bilimin nesnel şeylere değgin olduğunu ve dolayısıyla temel-önermelerin de nesnel olması gerektiğini; ancak, nesnelliğin kesin güvenilirlikle belirlenemeyeceğini söyler. Oysa, Popper'a göre, öznel şeylere ilişkin kesin güvenilir bilgi edinmek olanaklıdır. Bundan çıkan sonuç, Popper'ın temel-önermelerinin herhangi bir gözlemciye bağlı olmayışıdır. Gerekli olan, bazı temel-önermeleri doğru saymak; doğru olarak kabullenmek için bir karara varmaktır.
3 - Yukarıdaki örnekte yer alan “Bütün kuğular beyazdır” önermesi, “Burada siyah bir kuğu var” önermesiyle yanlışlanmaktadır. Ancak, bu kuğuyu ,birinin siyaha boyadığı şeklinde yardımcı bir varsayım öne sürülecek olursa, . bu bir yanlışlama olarak anlaşılmayacaktır. Bu çeşit yardımcı varsayımlâr ileri sürerek bir kuramı yanlışlanmaktan kurtarmak her zaman olanaklıdır. Bir kuramın yanlışlanmadan kurtarılmasının başka yolları da, kavramlarının içeriğini değiştirmek, belki de bir hesap hatası yapılmış olduğunu ileri sürmek, deneyimin doğru yapılmadığını iddia etmek gibi yollardır. Bu durumda, yukarıda 1-'de anlattıklarımızın aksine; , bir kuramın yanlışlanması olanaksızlaşır. Bir kuramın yanlışlanabilmesi için, yardımcı varsayımlar getirmemek, anlam değişiklikleri yapmamak gibi bazı yöntem kurallarının kabul edilmesi gerekir. Yanlışlanabilirlik ilkesi ancak, belirli bir yöntembilimle birlikte işletilebilir. Popper, bilimselliği dil ölçütleriyle değil, yöntem kurallarıyla tanımlamaktadır: Örneğin, koyduğu yöntem kurallarından birine göre, yardımcı varsayımlara ancak, kuramsal, sistemin ampirik' içeriğini ya da yanlışlanabilirliğini artırıyorsa izin verilebilir.
POPPER VE POZİTİVİZM
Popper'ın, bir önceki bölümde ele aldığımız pozitivist görüşler karşısındaki yeri nedir? Anlamlı-anlamsız önermeler ayrımı konusundaki görüşlerini yukarıda görmüş bulunuyoruz. Pozitivistlerin tekil olayların nedensel açıklanmasının tümdengelime dayandığı görüşünü aslındâ ilk olarak Popper ortaya atmıştır ve bu modele çoğunlukla Popper-Hempel modeli adı verilir. Ancak Popper, bu modele ilişkin tartışmalara hiç katılmamıştır. “Neden-önermelerine ilişkin görüşleri de pozitivistlerden önemli bir farklılık göstermez. Popper “neden-önermeleri”nin bir çeşit zorunlu ilişkiyi ifade ettiklerini savunmanın anlamlı olduğunu kabul ederken bir sorunla karşılaşmadığı halde, yöntembilimsel açıdan bu zorunluluğun tümüyle geçersiz olduğu kanısındadır. Bu yüzden, bu zorunluğun bir yana bırakılabileceği görüşündedir. Popper'a göre de, kuramlar ve yasalar, özlerinde, yani özleri bakımından evrensel bağlılaşımlardan başka şey değillerdir.
Popper'ın yukarıda sözünü ettiğimiz temel önermelere koyduğu koşul, bunların gözlemlenebilir şeylere değgin olmalarıdır. Bu konuda pozitivistlerle arasında yalnızca sözde benzerlik vardır. Popper'a göre “gözlemlenebilir” kavramı, tanımlanması olanaksız ve bilim felsefecilerince öğrenilmesi gereken bir kavramdır. Kendisinin bu kavramı kullanışına bakılacak olursa, bilim adamlarının varlığını belirledikleri tüm özgülükler gözlemlenebilir şeylerdir. Pozitivist açıdan bakılınca, Popper neyin gözlemlenebilir olduğu sorusunu atlamış görünmektedir. Kuramsal terimlerle gözlem terimleri arasında da ayrım yapmamaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla, fiziksel olan herşeyin gözlemlenebilir olduğu görüşündedir. Nedensel açıklamalar ve “neden-önermeleri” konusunda Popper'ın görüşleriyle pozitivistlerin görüşleri büyük ölçüde birbirine uymaktadır. Pozitivistlerin anlamlı-anlamsız önermeler, kuramsal terimler-gözlem terimleri ayrımlarına gelince, Popper bu ayrımlarla fazla ilgilenmemiş ve bunların ayrıntılı bir eleştirisini de yapmamıştır. Tümevarımsal mantığı ise tümüyle reddeder> Bu konuda kırk yıl süren yoğun bir mücadele vermiş, çeşitli pozitivist savları ayrıntılarıyla ele alıp, kıyasıya eleştirmiştir.
Mantıkçı pozitivistlerin bir bölümünün “araçsallı”a kaymalarına karşılık, belirtmek gerekir ki Popper her zaman için bir gerçekçi (realist) olmuş, yani kuramların bizden bağımsız olarak varolan dış dünyaya değgin olduğunu savunmuştur. > Ancak Popper, başka bir pozitivist anlayışı, “buluş bağlamı” ile “doğrulama bağlam” ayrımını kabul etmiştir.
TÜMEVARIMSAL MANTIĞIN ELEŞTİRİSİ
Popper'ın tümevarımsal mantığa yönelttiği eleştiri üç bölüme ayrılabilir.
1 - Popper, öncelikle, (Hume gibi), belirli bir ampirik kuramının belirli bir olasılığı olması gerektiğini söyleyen bir önermenin kendisinin de ampirik bir önerme olması gerektiğine işaret eder. Dolayısıyla bu önermenin de ampirik bir olasılığı olacağına göre, onun da olasılığını belirleyecek yeni bir tümevarımsal mantık gerekecektir. Bu durumda yeniden belirli bir olasılığı olan yeni bir ampirik önermeyle karşılaşılacak ve bu sonsuza kadar böyle gidecektir. Tümevarımsal mantığın, tümevarımsal mantıkta ele alınmayan ampirik önermelere dayanması gerekir.
2 - Mantıkçı pozitivizmle ilgili bölümde, tümevarımsal mantıkla ele alınacak kuramlara, tümevarımsal mantığın yardımıyla kanıt önermelerine bağlanışından önce, belirli bir olasılık verilmesi zorunluğu üzerinde durmuştuk. Popper'a göre, olasılığın, örneğin yanılış kuramların olasılığının `sıfır' ve doğru kuramların olasılığının `bir' sayılması gibi, bazı akla uygun koşullara dayandırılması halinde buna olanak yoktur. Tümevarımsal mantık asla gerçek kuramlara uygulanamaz.
3 - Bu, olanaklı olsa bile, arzu edilecek bir şey değildir. Çünkü olası kuramlara değil, olası-olmayan kuramlara gerek vardır. Popper'in görüşü yalnızca görünüşte paradoksaldır. Tümevarımsal mantıkta, kuramların, bunlara belirli bir olasılık veren kanıt önermelerle ilişkisi kurulur. Kuramların, kanıt önermelere uygunluğu arttıkça, olasılıkları da yükselir. Tümevarımsal mantıkçıların çoğu, kabul edilmiş kuramları da, bu kanıt önermelerden sayarlar. Popper'ın olası-olmayan kuramlar (ki, bunlar için çoğunlukla “bold conjectures””cesur tahminler” deyimini kullanır) ortaya atılması gerektiği savını en iyi açıklayan da bu durumdur. Bu durumda, yüksek olasılığı olan bir kuram, kanıtlar arasında bulunan mevcut kuramlara çok benzer niteliktedir. Oysa, Popper'a göre kökten yeni olan kuramlara gereksinme vardır. Tümevarımsal mantık, mantıkçı pozitivizm bölümünde anladığımız görüşlere benzer görüşlere, yani önce deneysel yasalar koy, sonra bunlardan kuramsal sistemler kur»â dayanmaktadır. Tümevarımsal mantıkçılar, Popper'dan farklı olarak, bilgilerin birikerek arttığı varsayımından hareket ederler.
Popper'ın Yöntem Kuralları Yukarıda da değinildiği gibi, Popper'ın yanlışlanabilirlik ilkesinin, bilimselliğin , ölçütü olarak kullanılabilmesi için, bazı yöntem kurallarıyla tamamlanması gerekmektedir. Bu kurallardan bazıları şunlardır:
“Yardımcı varsayımlar, kuramsal bir sistemin yanlışlanabilirlik derecesini azaltamaz” ;
“Tanımlanmamış kavramların kuram tarafından örtük olarak tanımlandığı kabul edilemez” (bu durumda kuram, çözümlemesel olarak doğru olur ve yanlışlanamaz) ;
“Dil kullanımının sürekli olarak değiştirilmesi yasaktır”
Popper bu kurallardan başka, bilimin gelişmesine yardımcı olacak bazı kurallar koyar. Aslında Popper'ın bilim felsefesinin altında yatan temel amaç, bilimin gelişmesini sağlayacak yöntem kuralları getirmektir. Yukarıda sayılan kurallar, bilim selliğin asgari kurallarıdır ve bilimselliğe bir ölçüt getirirler. Diğer kurallar, bazen ifade ediliş tarzlarından da anlaşılacağı üzere, kuramların yanlışlanabilir olduğu noktasından hareket eder. Bu kurallardan bazıları şunlardır;
“En çetin bir şekilde sınanması gereken, en yüksek yanlışlanabilirlik derecesi olan kuramlara öncelik ver” kuram, eski kuramlardan bağımsız olarak sınanabilmelidir”
“Yeni bir kuram, şimdiye kadar birbirinden ayrı görünen olayları birleştiren özgün ve yalın bir fikre dayanmalıdır. ;
“Bir kuramın doğrulanması (Popper'ın kullandığı özel terimle “corroborated” sayılabilmesi) için, kabul edilmiş temel- önermelerle -bağdaşması ve bu temel-önermelerin bazılarının da kuramı yanlışlamak için harcanan bilinçli çabalar sırasında kabul edilmiş olması gerekir.
Sonuncu kural, Popper'ın bir kuramın doğrulanmasından ne anladığını ortaya .koymaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken doğrulamanın alışılmış anlamda doğrulama değil, “yanlışlama çabalarının başarısızlığa uğraması” demek olduğudur. Yani, bir kuram, tümevarımsal mantıkçıların “kanıt önermeleri” dedikleri şeylerle doğrulanamaz. Bu kanıt önermelerinden kalkarak, kuramın hangi durumlarda yanlış çıkacağının kestirilmesi ve o durumlarda sınanması gerekir. Kuram ancak bu sınamalardan başarıyla çıkarsa doğrulanmış sayılabilir.
YANLIŞLANABİLİRLİK DERECELERİ
Yukarıda saydığımız yöntem kurallarından ikisi yanlışlanabilirlik derecesiyle ilgilidir ( “yardımcı varsayımlar yanlışlanabilirlik derecesini azaltamaz” ve “yanlışlanabilirlik derecesi yüksek olan kuramlara öncelik verilmelidir” kuralları) . Yanlışlanabilirlik derecesi nedir? “Bütün x'ler için geçerlidir: Eğer Fx; o halde Gx (Fx = x, F özelliğine sahiptir)” şeklindeki yalın kuramı ele alalım. X'in F özelliğine sahip, ancak G özelliğinden yoksun olduğunu bildiren her temel-önerme, bu kuramı yanlışlayacaktır. Popper'ın kendi verdiği örnek şudur: “Bütün uzay cisimleri çember biçimindeki yörüngelerde ilerler” şeklindeki kuram, “ kuyruklu yıldız, parabol biçimindeki bir yörüngede ilerliyor”, “Güneş hiperbol biçiminde bir yörüngede ilerler”, “Merkür gezegeni fiyonk biçiminde bir yörüngede ilerler” “Ay elips biçiminde bir yörüngede ilerler” şeklindeki temel-önermeler tarafından yanlışlanır. “Bütün gezegenler çember biçimindeki yörüngelerde ilerler” önermesini ele alırsak, bu son önermeye oranla ilk sözü edilen önermeyi yanlışlayacak çok daha fazla sayıda önerme düşünülebilir. İlk sözü edilen önermenin çok daha fazla sayıda «potansiyel -gizil- yanlışlayıcıları” vardır ve dolayısıyla yanlışlanabilirlik derecesi daha yüksektir. Popper, yanlışlanabilirlik derecesini genel olarak ampirik içerikle belirlemektedir. O'na göre bir kuramın yanlışlanabilirlik derecesi = kuramın ampirik içeriği = kuramın potansiyel yanlışlayıcılarının sayısı'dır.
Yukarıda verdiğimiz 'örnek, açıklamayı kolaylaştırmaktadır. Şöyle ki, son önermeye konu olan “gezegenler”, ilk önermeye konu olan “uzay cisimlerinin yalnızca bir bölümüdür. Böyle bir örnekte, önermelerden hangisinin daha çok sayıda potansiyel yanlışlayıcısı olabileceğini kestirmek zor değildir. Ancak başka örneklerde bu, çoğunlukla olanaksız duruma gelir. Popper, yanlışlanabilirlik derecesinin belirlenmesi sorununun nasıl çözüleceğini tam olarak gösterememiştir. Dolayısıyla, tümevarımsal man- tığa yöneltmiş olduğu şu eleştiri, kendi yöntembiliminin büyük bölümüne de yöneltilebilir: Bu yöntembilimin, mevcut varsayımları değerlendirmek için kullanılması olanaksızdır.
POPPER’İN ELEŞTİRİLMESİ
Yanlışlanabilirlik ilkesine yöneltilen eleştiri genişletilebilir. Popper'ın yanlışlanabilirlik derecesini belirleme yönteminin varılmak istenen kavrama uygun olup olmadığı sorulabilir. Popper'a göre, kuramlar genel içermelerden oluşur ve genel içermelerin bazı temel-önermelerle bağdaşması mantıksal olarak olanaksızdır. Söz konusu kuram doğru ise, bazı temel-önermelerin yanlış; kuram yanlış ise, bazı temel-önermelerin doğru olması gere- kir. Kuram, bazı temel-önermeleri yasaklar. Buna karşılık, kuram nedensel bir ilişkinin ifadesi olarak anlaşılırsa, temel-öner- meleri, ancak geçerli başka nedensel etkenlerin bulunmaması koşuluyla yasaklar. “Isı yükselmesi halinde uzunluk artar” şeklindeki önerme, bir çubuğun ısıtılmasına rağmen aynı uzunlukta kalmasıyla bağdaşabilir. Örneğin, çubuk bir yandan ısıtılırken, öte yandan mekanik olarak sıkıştırılabilir. Bilimde normal olan durumda, birlikte veya birbirlerine karşı etki yapan birden çok sayıda nedensel etkenin varlığı kabul edilir. Dolayısıyla, Popper'in yanlışlanabilirlik derecesi kavramı, gerçek yanlışlanabilirlik derecesini değil, yanlışlanabilirlik derecesi ölçülmek istenen önermede ifade edilen nedensel etkenlerden başka hiçbir etkenin düşünülemeyeceği durumlardaki ideal bir yanlışlanabilirlik derecesini ölçmektedir. Bu nedenlerle Popper'in yanlışlanabilirlik derecesini belirleme yöntemi reddedilecek olursa, onun yöntem kuralları da kabul edilemez, çünkü bu kurallar gerçekten varolan durumlardaki gerçekten varolan kuramlara uygulanmak üzere düşünülmüştür.
Bu eleştirinin temeli, “neden-önermeleri”nin değil, genel içerimlerin, bazı temel-önermeleri yasakladığı (ya da onlarla mantıksal .olarak bağdaşmaz olduğu) görüşüdür. Popper'a göre, neden önermeleri yöntemsel açıdan genel içerimlerle eşitlenebilir; dolayısıyla yukarıdaki eleştiri Popper'ın bu fikrinin de tartışılabilir olduğunu düşündürür. Bu eleştirinin Popper-Hempel açık lama modeli bakımından da bazı sonuçları vardır. Bu model (I. Bölüm, “Neden Kavramı'nın sonuna bakınız) bütün yasaları ve kuramları genel içerimler olarak görür ve açıklamalar, tümdengelimsel çıkarımlardan ibarettir, der. Ancak tümdengelimsel açık- lamaların, nedensel açıklamalarla eşit değerde görülebilmesi için, tümdengelimsel çıkarımın kapsadığı genel içerimlerle temsil edilen nedensel etkenin dışında geçerli olabilecek hiçbir başka etken bulunmaması gerekir. Tümdengelimsel bir çıkarımın açıklama olarak anlaşılabilmesi için, bu çıkarımda söylenmeyen bir şeyi varsayması gerekir ve bu durumda da tümdengelimsel açıklamaların nedensel etkenleri ve nedensel açıklamaların yerini ne ölçüde alabileceği sorusu sorulabilir.
Bir sonraki Bölümde ayrıntılı olarak ele alacağımız Popper'a yöneltilmiş eleştirilerden bir diğerini şimdiden özetleyeceğiz. Popper'ın yöntembilimi . en azından iki varsayıma dayanır gibidir:
1 - Kuramları ve yasaları diğer önermelerden bağımsız olarak ele almak olanaklıdır;
2 - Kuramlar normal olarak yanlışlanmaz.
İlk varsayımı gerçekten yapmış olduğu, tikel önermeler için yanlışlanabilirliği tanımlamasından ve ayrıca yazılarında, bağla- ma bakılmaksızın her zaman için “cesur tahminlerde bulunula- bileceği fikrini uyandırmasından da anlaşılmaktadır. Kuhn'a göre, bir önceki bağlamı reddetmeksizin, “cesur tahminler”de bulunulamaz. Yepyeni bir paradigma kurulması gerekir Paradigmalar da, yöntembilimsel açıdan tikel önermeler gibi davranmazlar. Bu bağlamda, mantıkçı pozitivizmin giderek soyutlanmış önermelerin ele alınışından nasıl uzaklaştığı hatırlanabilir. (I. Bölüm, Doğrulanabilirlik İlkesi'nin sonuna bakınız) .
Popper'ın ikinci varsayımı yaptığı apaçıktır. Kuramları yanlışlamaya çalışmak gerektiğini önemle vurgular; normal olarak yapılan bu olsaydı, üzerinde durması gerekmezdi. Oysa Kuhn'un ortaya koyduğu bilim tarihi, kuramların normal olarak yanlışlandığına işâret eder. Popper hemen hemen tüm kuramların ampirik desteğe sahip olduklarını göstererek mantıkçı pozitivistlerin ayaklarını nasıl yerden kaydırmışsa, Kuhn.da hemen hemen.tüm kuramların hemen her zaman yanlışlandığını, yani kuramlara tümüyle uymayan geçerli verilerin her zaman bulunduğunu göstererek Popper'ın ayaklarını yerden kaydırmıştır. Bundan çıkan sonuç şudur: hangi kuramın kabul edilmesi gerektiği sorusu, Popper'ın yöntembilimiyle bağdaşmayan bir biçimde yeniden sorulmalıdır. Soru şöyle olacaktır: Yanlışlanan tüm kuramların hangisi ya da hangileri doğru olarak kabul edilmelidir?
POPPER VE TOPLUMBİLİMLERİ
Popper'a göre yöntem kuralları hem doğa hem de toplum bilimlerinde uygulanmalıydı. Mantıkçı pozitivistlerin tersine, Popper bütün bilimlerin temelde aynı tür olaylarla ilgili olduğu anlamında, tek bir bilimden hiç söz etmemiştir. Buna karşılık Popper, görece soyut bir düzeyde kalınması koşuluyla, tüm bilimlerde aynı yöntembilimin uygulanabilirliğine inanır.
Popper, “Toplum bilimlerinde deney yapılamaz, çünkü toplumsal etkenler asla fizik etkenler gibi soyutlanamaz”; “Toplum ve insanlar doğa bilimlerine konu olan olaylara oranla çok daha karmaşık olaylardır»; “Toplum bilimlerinde özel bir sezgisel anlayış olabilir, çünkü burada kuramların konusu insandır” gibi savlara, yani doğabilimsel yöntembilimin toplum bilimlerine uygulanamayacağı görüşünün çeşitli savlarına açıkça karşı çıkmıştır. Popper'ın karşı-savlarını kısaca ele alalım. Popper'a göre deneyimlerde belirli etkenlerin birbirlerini etkileyip etkilemedikleri ya da belirli bir deneyimde değişik etkenlerin birbirinden soyutlanmış olup almadığı deneyöncesi (a priori) olarak belirlenemez. Bu ancak etkenlerin belirlenmesi ve deneyimin yapılmasından sonra keşfedilebilir; ki bunun için de kuram biliniyor olmalıdır. Toplumsal olayların doğal olaylardan daha karmaşık olduğuna ilişkin inanç, normal bir toplumsal olayla, etkenlerin soyutlandığı fiziksel bir olayın karşılaştırılmasından ileri gelir. Oysa, normal bir toplumsal olayla normal bir fiziksel olay, örneğin bir yaprağın yere düşüşü, karşılaştırılacak olursa, her iki durumda da bir ön-deyide bulunmanın eşit ölçüde güç olduğu görülecektir. Özdeşleşim ( “Einfühlung” ) , Popper'a göre ancak buluş işlevi görebilir; bir varsayıma ulaşmamıza yardımcı olabilir. ama varsayımın sınanmasında hiçbir rolü olamaz. Benim nasıl hissettiğim, başkalarına ilişkin bir varsayım bakımından bir anlam taşımaz.
Doğa ve toplum bilimlerinin bazı ortak yöntem kuralları bulunduğunu ve tek bir yöntembilimden sözedilebileceğini savunmak, bilimsel disiplinlerin kendilerine özgü belirli kuralları olduğu görüşüyle bağdaşır. Popper, toplum bilimlerinde özel bir “yöntembilimsel. Bireycilik” koşulu arar.
Der ki:
“[...] toplumsal kuramların görevi, sosyolojik modellerimizi betimsel ya da adcı (nominalist) terimlerle, yani bireylere, onların tutumlarına, beklentilerine, ilişkilerine, vb. ilişkin terimlerle, titizlikle oluşturmak ve çözümlemektir. Bu, `yöntembilimsel bireycilik' diyebileceğimiz bir ilkedir.Carnap'ın bireyleri somut temel-deneylerden kurulan mantıksal kurulumlar (constructions) olarak görmesi gibi (I. Bölüm, Gözlemlenebilir Olan'a bakınız) , Popper da, sınıflar gruplar ve kurumlar gibi toplum bilim kategorilerini, somut bireylerden kurulu kuramsal kurulumlar alarak görür. Tüm sosyolojik kuramlar, tutumlar, beklentiler, vb., psikolojik terimlerle çözümlenebilirse, o zaman sosyolojiyi psikolojiye indirgemek (psikolojizm) mümkün değil midir? Popper'in bu soruya . yanıtı olumsuzdur. Ancak, Popper'in yöntembilimsel bireyciliği ile psikolojizme yönelttiği eleştirilerin nasıl bağdaştırılacağını anlamak güçtür. Bunun için, bu konudaki görüşlerini aşağıya aktaracağız:
[...] psikolojizmin, yöntembilimsel bireyciliği savunarak ve yöntembilimsel kollektivizme karşı çıkarak kazandığı büyük er- demleri küçümsememeliyiz. Psikolojizm, bütün toplumsal olayların ve özellikle bütün toplumsal kurumların işleyişinin, her zaman için bireylerin kârarlarının, eylemlerinin, tutumlarının, vb., sonucu olarak anlaşılması gerektiğini savunan ve sözde `kollektifler'e (devletler, uluslar, ırklar, vb.) dayanılarak yapılan açık- lamalarla asla yetinilmemelidir diyen önemli öğretiyi destekler. Psikolojizmin hatası, toplum bilimleri alanındaki bu yöntembilimsel bireyciliğin tüm toplum olaylarının ve tüm toplumsal düzenliliklerin (regixlarities) psikolojik olaylara ve psikolojik yasalara indirgenmesi programını içerdiğini varsaymasıdır.
Popper'ın tarih bilimi üzerine de özel bazı görüşleri vardır: O'na göre, bilimsel açıklamalar ve ön-deyiler, daha önce verdiğimiz (I. Bölüm, Nedensel Açıklamalar'a bakınız) şemayı izler. Ancak genel olarak tarihsel olaylar bakımından bir sınırlama yapılması gerekir: bunlar konusunda ön-deyide bulunmak olanaksızdır. Popper'ın gösterdiği gerekçeler şunlardır:
l - Tarihin akışı, insan bilgisinin gelişmesinden büyük ölçüde etkilenir.
2 – “Akılsal (rational) ya .da bilimsel yöntemlerle bilimsel bilgilerimizin gelecekteki ilerlemeleri üzerine ön-deyilerde bulunamayız. [Bilimsel bir kuram üzerine ön-deyide bulunabilmek için, o kuram konusunda şimdiden bilgi sahibi olmak gerekir.”
3 – “Dolayısıyla gelecekteki tarihsel olaylar konusunda ön- deyide bulunamayız.”
Bu durumda, Popper'e göre, örneğin kuramsal fizik gibi bir kuramsal tarih disiplini olamaz. O halde tarih kitapları nasıl yazılır? Önce tarihe belirli bir bakış açısından ( point of view ) bakmaya karar verilir; sonra da tarihteki bu görüş açısından geçerli olaylar betimlenir. Popper, böyle bir bakış açısına, “tarih anlayışı” adını verir ve bir tarih anlayışına sahip olmaksızın tarih yazılamayacağını savunur. Bir tarih anlayışına sahip olmadıklarını söyleyenler de, bunun bilincinde olmasalar bile, böyle bir anlayışa sahiptirler. Tarih anlayışları sınanamaz ve dolayısıyla. doğru ya da yanlış oldukları söylenemez. Herkes ilginç bulduğu tarih anlayışını benimseyebilir. Tarih, sınıflar, ırkılar, dinsel fikirler, “açık” ve”kapalı” toplumlar arasında bir mücadele olarak görülebilir.
ELEŞTİREL AKILCILIK
Popper'ın bilim felsefesinin insan bilimleri ve politika konusundaki görüşleriyle nasıl bağlandığını görmeden önce, koymuş olduğu yöntem kuralları üzerine görüşlerini ele almamız gerekir. Popper'a göre, yöntem kuralları, daha iyileri bulunana kadar kabul edilmesi kararlaştırılan uzlaşımlardan (conventions) ibarettir. Yöntem kuralları değişmez değildir ve bilimin gelişmesinde oynadıkları rol açısından her zaman için eleştirilebilirler. Bir kuramı eleştirmek, onu yanlışlamaya çalışmaktır. Bir yöntem kuralını eleştirmek ise, onun bilîmin gelişmesine nasıl engel olduğunu göstermeye çalışmaktır. Her iki durumda da hata ve- ya yanlış aranır: Ancak hatanın bulunması için (kuramı veya kuralı) denemek gerekir. Popper'e göre her iki durum da genel bir yöntemin, “deneme ve yanılma” ( “trial and eror” ) ya da “eleştirel akılcılık” ( “critical rationalism” ) yönteminin örnekleridir. Yapılan hatalardan ders alınır. Her zaman bir sorundan (P2) hareket edilir. Sonra buna bir çözüm önerilir (TT = “tentative theory”/ “deneme kuramı” ) ve bu çözümün yanlış olduğu gösterilmeye çalışılır (EE --- “error elimination” / “yanlış-eleme”) . Bu gösterilince de yeni bir sorunla (P2) karşılaşılır; ancak bu kez bilgiler artmıştır. Popper bu metodu P1 TT EE P2 şemasıyla ifade eder. Popper'a göre bu şema tüm bilimsel disiplinlere, yöntem kurallarına, felsefeye ve politikaya uygulanabilir ve uygulanmalıdır. Bu şema, kişinin her zaman yanılabileceği görüşüne dayanır. Bu görüşe, başkalarının da doğru olabileceği görüşünü eklersek, şema Popper'in “eleştirel akılcılıkı” adını verdiği tutumu temsil eder.
“Bu tutum, tartışma ve deneye verdiği önemden dolayı, `Ben yanılıyor olabilirim, sen de haklı olabilirsin; birlikte çalışarak doğruya yaklaşabiliriz' Şeklindeki yaklaşımıyla, daha önce de değindiğimiz gibi, bilimsel tutumla çok yakından ilişkilidir. Bu tutum, herkesin hata yapabileceği; bu hatanın kendisi, başkaları veya başkalarının yardımıyla kendisi tarafından keşfedilebileceği görüşüne bağlıdır. Kimsenin kendi kendinin yargıcı olamayacağı fikrini ve tarafsızlık fikrini içerir [...] Bu tutumun akla olan inancı, yalnızca kişinin kendi aklına değil, -belki daha da çok- başkalarının aklına olan inançtır. ”Eleştirel akılcılık”ın bu belirlenişi, pozitivistlerin (bilimle metafiziği ayıran) ayrım-ölçütü' ne 'tekabül eder. Popper'a göre, (özneler-arası) eleştirilebilir ve eleştirilemez önermeler; daha doğrusu, önermeleri , özneler-arası olarak eleştirilebilir sayan ve saymayan iki ayrı tutum vardır. Popper, metafizik saydığı önermelerin çoğunu eleştirilebilir bulur. Örneğin, determinizm ve idealizm başlıkları altına giren felsefi görüşler yanlıştır ve eleştirilebilir, ancak bunları yanlışlamak olanaksızdır. Pozitivistlerin bilim - metafizik ayrımının Popper'daki karşılığının akılcılık - akıldışıcılık (irrationalism) ayrımı olduğu, Popper'ın akıldışılığa ilişkin olarak söylediklerinden anlaşılmaktadır. Bu sözler, pozitivistlerin metafizik hakkındaki sözlerini anımsatır. Kısa bir örnek verelim:
«Marx bir akılcıydı. Sokrates ve Kant gibi o da, insanlığın birliğinin temeli olarak insan aklına, inanıyordu. Ancak, fikirlerin sınıf çıkarları tarafından belirlendiği şeklindeki öğretisi, insan aklına inancın çöküşünü hızlandırdı. Hegel'in, fikirlerin ulusal çıkarlar ve gelenekler tarafından belirlendiği şeklindeki öğretisi gibi, Marx'ın bu öğretisi de akla olan akılcı inancı sarsıcı bir eğilim taşıyordu. Hem sağdan hem de soldan tehdit edilen tutum, yani toplumsal ve ekonomik sorunlara değgin akılcı tutum, tarihsici (historicist) kehanet ve kehanetçi akıldışıcılığın cepheden saldırısına uğradığında kendini savunamadı. Akılcılık ile akıldışıcılık arasındaki çatışmanın, çağımızın en önemli düşünsel ve belki de ahlaksal sorunu oluşunun nedeni budur.
Popper'a göre akılcı tutumun kendisi akılsal savlara dayandırılamaz. İnsanlığın ortak bir akılsallığı olduğuna inanmak gerekir. Buna inanarak ancak Popper'ın bu terime verdiği anlamda akılcı olunur.
ELEŞTİREL AKILCILIK VE İNSAN BİLİMLERİ
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Popper'ın felsefe konusundaki görüşü şudur: Felsefe kuramlarının çoğu, her ne kadar yanlışlanamaz nitelikte ise de, akılsal olarak tartışılabilir. Felsefe ne edebiyattır, ne de, pozitivistlerin iddia ettikleri gibi, sözcüklerle oynanan bir oyun. Felsefenin konusu, ger- çek sorunlardır.
İnsan bilimleri de P1 TT EE P2= şemasını izlemelidir. Popper'ın 'bu konuda en çok vurguladığı şudur: Yapılması gereken şey, önce sorun durumunu (P1) iyi anlamak, sonra da yazarın ya da sanatçının yapıtını bu sorunun çözümü için az ya da çok başarılı bir deneme olarak değerlendirmektir. Popper'a göre, sorun durumları, tıpkı matematik sorunları (problemleri) gibi, nesnel olarak vardır. Matematikçinin deneyleri değil, önerdiği çözümün söz konusu sorunu çözüp çözmediği tartışılır. Sanat, edebiyat ve düşünce tarihçileri, sorun durumlarını yeniden- kurmaya çalışıp, söz konusu olan yapıtın sorunu ne ölçüde çözdüğü konusunda bir yargıya varmalıdırlar. Örneğin Popper'a göre, Batı sanatının bir bölümü, gerçekliğin imgesinin, görüntüsünün (örneğin perspektiften yararlanılarak) nasıl yaratılabileceği problemini çözmekle; diğer bir bölümü de, seyircinin eyleme geçirilip, kendi başına yorum yapmasının nasıl sağlanabileceği sorununu çözmekle uğraşmıştır denilebilir.
ELEŞTİREL AKILCILIK VE POLİTİKA
Popper, bilimsel akılcılığın, yalnızca özel bir durumunu oluşturduğu temel bir akılsallığı belirlemeye çalışmıştır. Bu .akılsallığın politikaya da uygulanması gerekeceği açıktır. Toplumsal normlar, tıpkı bilimsel normlar (yöntem kuralları) gibi tartışılabilmelidir. Birincisinde; insanlığın çektiği acıların azaltılması: ikincisinde, insanlığın bilgi dağarcığının genişletilmesi amacı söz konusudur. Popper şöyle der:
“Politikada bilimsel yönteme benzer bir yöntem uygulamanın tek yolu, belirli olumsuz . yanları, bazı istenmeyen sonuçları olmayan hiçbir politik davranışın bulunmadığı varsayımından hareket etmektir. Hataları aramak, bulmak ve gün ışığına çıkarmak, çözümlemek ve bunlardan ders çıkarmak, bilimsel bir politikacının ve politikacı bir bilim adamının yapması gereken şeydir. Bilimsel yöntemi politikaya uygulamak, hiç hata yapmadığımıza kendimizi inandırmak, hatalarımızı görmezden gelmek, gizlemek ve başkalarına yüklemek sanatının yerine daha üstün bir sanatı. yaptığımız hataların sorumluluğunu yüklenmek, bunlardan ders almak ve derslerden ileride aynı hataları yinelememek için yararlanmak sanatını koymak demektir.”
Eleştirel akılcılığa göre, hataların ortaya çıkarılabilmesi için özgür tartışmaya gerek vardır. Özgür tartışma ise, buna olanak tanıyan kurumların ve geleneklerin varlığını gerektirir. Bu hem “bilim adamları toplumu» hem de tüm toplumlar için geçerlidir. Denebilir ki, Popper önce bilim dünyasının nasıl örgütlenmesi gerektiğine ilişkin bir fikir geliştirmiş, sonra bunu bütün topluma, uygulamıştır. Varılan sonuç, Popper'ın “açık toplu” dediği ultra-liberal toplumdur.
Popper'a göre toplumu değiştirirken de P1 TT EE P2 şeması uygulanmalıdır. Burada TT toplumsal bir kurumun değiştirilme denemesini, EE alınan sonuçların özgürce tartışılmasını temsil eder. Popper, toplumda devrimci değişiklikler yapılırsa, hangi sonucun hangi nedene dayandığını görebilmenin olanaksızlaşacağı görüşündedir. Bu ise, P1 TT EE P2= şemasını uygulanamaz hale getirir. Bu ve başka nedenlerle Popper toplumu değiştirmede devrimci yöntemler yerine “adım adım toplumsal düzeltm” ( “piecemeal social engineering” ) yönteminin uygulanmasını savunur. Her adımda, fazla kapsamlı olma- yan, tek bir düzeltme (reform) yapılmalıdır.
POPPERCİLİK
1950'lerin ortalarına kadar Popperciliği tek başına Popper temsil etmiştir. O zamandan bu yana, Popper'm görüşlerini savunan ve Popper'a dayanan ya da Popper'ın felsefesinin içerdiği düşünceleri geliştirdiğini söyleyen kimselerin sayısı giderek çoğalmıştır. 1960'lara gelindiğinde, bu çevre o kadar büyümüştür ki, Poppercilikten başlı başına bir bilim felsefesi okulu olarak söz etmek zorunlu hale gelmiştir. Popperci çevreye dahil bazı düşünürlerin, Popper'ın bazı görüşlerinin, temel savlarıyla. bağdaşmadığını göstermeye çalışmaları da bunu göstermektedir. Örneğin, Popper'ın kendisi tutarlı bir Popperci olmamakla eleştirilmiştir. Popperciliğin önde gelen temsilcileri arasında Joseph Agassi, Hans Albert, (Popper'm profesörlük kadrosunu devralan) Imre Lakatos, Alan Musgrave ve J.W.N. Watkins sayılabilir.
________________________________________
POPPER’İN VE POZİTİVİZMİN ELEŞTİRİSİ
Popper'in metodolojisi yukarıdaki görüşlerle bağdaşmaz. Popper 'e göre, bilim adamlarının yanlışlamaya çalışmaları gereken yanlışlanmamış kuramlar vardır. Kuhn ve Feyerabend'e göre ise, (görünürde) yanlışlanmış kuramlar vardır ve bilim adamlarının görevi, bu kuramların gerçekte yanlışlanmamış olduğunu göstermeye çalışmaktır. Onlar, verilerin ya da temel-önermelerin bir kuramı yargılamalarına izin vermezler. Aksine, çoğunlukla teoriden kalkarak verileri tartışma konusu yapmak gerekir. Feyerabend açıkça, eğer bilim adamları 1500'lerden bu yana Popper'in metod kurallarını izlemiş. olsalardı hâlâ Aristoteles fiziğinde kalınırdı, der.
Kuhn ve Feyerabend'e bakılırsa, Popper'in kendisi için çıkış-noktası olduğunu söylediği tarihsel deneyi yani güneşin çekim alanının ışık ışınlarını ezip eğmediğini belirlemek için yapılan deneyi bile yanlış anlamış olduğu söylenebilir. Popper'in iddia ettiğinin aksine, ölçümün bilinen sonuçları vermemesi halinde genel görelilik kuramının terkedilecek olduğu görüşü, büyük bir olasılıkla yanlıştır; belki de özellikle Einstein bakımından. Ölçüm sırasında kuramı terketmek istemeyeceklerin kolaylıkla tartışma konusu yapabilecekleri bir- çok yardımcı varsayım kullanılmıştır.
Kuhn ve Feyerabend'in pozitivizme ve Popper'e yönelttikleri eleştirilerin büyük bölümü şu görüşlerine dayanır: , Farklı paradigmaları karşılaştırmak olanaksızdır, zira bunlar birbirine çevrilemeyecek kavramları içerirler. Karşılaştırılabilir oldukları yerlerde de tarafsız bir gözlem dili yoktur. Günümüzde filozofların çoğunluğuna göre, bir terimin (kavramın) anlamı, kapsandığı kuramsal bağlama bağlıdır. Dolayısıyla, farklı paradigmaların terimlerinin farklı anlamları vardır. Bundan çıkan sonuç şudur ki, farklı paradigmaların kavramlarının karşılaştırılabilir olup olmadığı sorusu, tarafsız bir gözlem dilinin bulunup bulunmadığı sorusuna bağlıdır. Bu konuda,ki farklı görüşlere burada yer vermeyeceğiz. Ancak , şu kadarını belirtelim ki, tarafsız bir gözlem dilinin varlığına inananlar, algılarımızın kuramlara bağlı bir yönü olduğunu varsayarlar. Kuhn ve Feyerabend'e göre (her ne kadar ikincisi bu konuda biraz müphem ise de), algılarımız kuramlardan öylesine etkilenir ki, bunların tarafsız bir özü yoktur. Farklı kuramlara inananlar farklı şeyler görürler ve bir anlam- da farklı dünyalarda yaşarlar. Eğer bu doğruysa, o zaman hemen hemen bütün kuramlar için deneysel (empirik) destek bulmak mümkündür. Örneğin, Feyerabend'e göre:
«Aynı süreç, cinler ve tanrılar hakkında gerçek gözlem bildirimlerinden sorumludur. [...] Beklentiler, hayalder, korkular ve akıl hastalıkları (sesler duymalar, davranışlarına yabancı bir kuvvetin, ikinci bir kişinin hükmettiği duygusuna kapılmalar) da gerisini tamamlar. [...] Cinlerin doğrudan gözlemlenebilir olması gerekirdi. Ve bu gerçekten de olmuştur: Akli dengesini yitirmiş, bunalım geçirmekte olan kadın örneğini düşünün: sesler duymaktadır; düşle gerçeği birbirinden ayıramamaktadır; ve bunlara dayanarak şeytanla cinsel ilişkide bulunduğuna inânır. (Bir zamanlar, düşlerin içeriği kişinin ruhsal durumunun gerçek belirtisi sayılırdı.) Bu kadın hayali bir gebelik geliştirebilir - ve bu durumdaki kadınların hayali gebelikler geliştirdikleri gerçekten görülmüştür. şeytanca bir etkinin varlığına dâha doğrudan bir kanıt bulunabilir mi?>
Değişik paradigmaların kavramlarının karşılaştırılamayacağı görüşünün pozitivist ve Popperci bilim felsefesi bakımından başka vargıları (consequence) da vardır. Kuramsal dille tarafsız gözlem dili arasında ayrım yapılamıyorsa, gözdeme dayanmayan öğeleri bilimden arındırmaya çalışmak anlamsızdır. (Aslında Kuhn, belirli bir paradigma içinde; kuramsal terimlerle gözlem terimleri arasında kabaca bir ayrım yapılabileceğini yadsımaz. Örneğin, o'na göre, elektron izleri doğrudan gözlemlenebilir. Ancak bununla elektronların gözlemlenebilir olduğunu savunduğu- nu sanmıyoruz.) Bazı pozitivistler, eski kuramların yeni kuramlardan çıkarılabilirliğini savunmuşlardır. Oysa, kuramlar karşılaştırılması olanaksız kavramlar içeriyorlarsa, buna olanak yoktur. Bir kuramdan ancak o kuramın kendi kavramlarıyla ifade edilen önermeler çıkarılabilir.
Popper'in yöntem kurallarının çoğu, farklı kuramların deneysel içeriğinin karşılaştırılabileceğini ( = yanlışlanabilirlik derecesi) varsayar. Değişik kuramların kavramları karşılaştırılamazsa, deneysel içeriğin ölçülmesi olanaksızdır ve dolayısıylâ yöntem kurallarının uygulanabilirliği de kalmaz.
Hem Popper, hem de pozitivistler “buluş bağlamı” ile “doğrulama bağlamı” arasında kesin bir ayrım yapmışlar ve yalnızca ikincisiyle ilgilendiklerini öne sürmüşlerdir. Kuhn ve Feyerabend bu ayrımın bilim felsefesi açısından bir işlevi olmadığı görüşündedirler. Bir paradigmanın “keşfi”, yeni bir kavramlar sistemini öğrenme, daha doğrusu kurma, ve aynı zamanda dünyayı yeni bir biçimde görmeye başlama sürecidir. Ancak dünyayı bir paradigma açısından görmek demek, bir ölçüde doğrulamak demektir. Yani bir paradigmanın keşfedilmesi (kurulması) süreci, onun doğrulanması süreciyle kısmen aynı şeydir. Bundan şu sonuç çıkar: Doğrulamanın nasıl olacağına ilişkin bazı kurallar konacak olursa, kuramların nasıl bulunacağına ilişkin kurallar da bir ölçüde konmuş olur. Pratikte bu iki olayı, Popper ve pozitivistlerin yaptığı gibi, birbirinden ayırmak olanaksızdır. Denebilir ki, “buluş bağlam” ve “doğrulama bağlamı” iki ayrı süreç değil,, aynı sürecin iki yüzüdür.
İki ayrı paradigmanın kavramlarının karşılaştırılamazlığı, Kuhn'un paradigma değişmesinin bir dinden başka bir dine geçişe benzediği görüşünü vurgular. Farklı paradigmaları savunanlar arasında, ancak kısmî bir haberleşme (communication) olabilir. Birinin dilinin diğerinin dilinde karşılığı yoktur. Biri diğerini anladığını söylüyorsa, bu, onun diğerinin dediklerini kendi diline çevirmesi ve dolayısıyla diğerini (kısmen) yanılış anlaması demektir. Yapılacak şey, diğerinin dilini ya da kuramını iyice öğrenmek, bundan sonra hangi kuramın doğru sayılabileceğine karar vermektir. Ancak, yukarıda da gördüğümüz gibi (Paradigmalar bölümüne bakınız) , Kuhn'a göre kişi dünyayı bir anlamda belirli bir paradigma aracılığıyla görür. Yani her iki dili öğrenmek mümkünse de, yansız bir açı yoktur. Kişi kendini daima bir paradigma içinde bulur. Bir paradigmayı benimseyip, başka bir paradigmanın dilini öğrendiği zaman, durumu İngilizce konuşa- bilen ama Fransızca düşünen kişiyi andırır. Ancak bu dil benzetmesini fazla ileri götürmemek gerekir. Çünkü, hem İngilizce hem de Fransızca konuşmayı ve düşünmeyi öğrenmek mümkündür. Oysa Kuhn'a göre, kişi diğer paradigmanın diliyle konuşmaya, dünyayı onun kavramlarıyla görmeye başlar başlamaz, o paradigmayı kabul etmiş olur. ~Bu, bir din değiştirmeye benzer.
Popper'in koyduğu yöntem kuralları genel ve her zaman geçerlidir. Feyerabend ise, genel yöntem kuralları olamayacağını söyler. Bir yöntem kuralı ne denli temel bir kural olarak görülürse görülsün, bu kuralın bir yana bırakılmasını hatta tersinin uygulanmasını zorunlu kılacak durumlar vardır. Feyerabend, özellikle Aristoteles fiziğinden. modern fiziğe geçiş konusunda yazmıştır. Bu yazılarında, modern fiziğin temsilcilerinin birçok ad hoc varsayım kurarak, deneysel olarak belir~enmiş verilere karşı çıktıklarına; Aristoteles'ci varsayımlardan, sezgisel bir an- lamda, daha düşük düzeyde deneysel içeriği olan varsayımlar ortaya atmış olduklarına işaret etmiştir. O'na göre, modern fiziğin kurulabilmesi Popper'in temel yöntem kurallarının uygulan- maması sayesinde mümkün olmuştur.
KUHN VE FEYERABEND’İN PROBLEMLERİ
Kuhn ve Feyerabend pozitivizmin ve Popperciliğin çok ağır ve yer yer yıkıcı bir eleştirisini yapmışlardır. Ancak bu, kendi görüşlerinin sorunsuz olduğu anlamına gelmez. Aslında, onların görüşleri sorunsuz olmaktan çok uzaktır. Kuramlarla gözlemler arasındaki ilişki hakkındaki görüşlerinin ve Kuhn'un, aynı anda iki ayrı paradigmayı tam olarak anlamanın olanaksızlığı görüşünün iyi işlenmiş olduğu söylenemez. Bilimin gelişmesi konusunda söylediklerine içerik kazandırmakta büyük güçlüklerle karşılaşırlar. Kuhn şöyle yazar:
“Bulmaca çözmede Newton mekaniğinin Aristoteles mekaniğine göre; Einstein mekaniğinin de Newton mekaniğine göre, daha iyi birer araç olduğundan kuşku duymuyorum. Ama, bu gelişmede tutarlı bir ontolojik (varlıkbilimsel) gelişme çizgisi de göremiyorum.”
Paradigmaların bulmaca ya da sorun- çözmede daha iyi ya da daha kötü araçlar olmalarından söz edilip, edilemeyeceği bile kendi başına bir sorundur. Çünkü, iki ayrı paradigmaya ortak bir sorun olabileceği dahi kabul edilmemektedir. En fazla, bir paradigmanın kavramlarıyla betimlenen bir sorunun, başka bir paradigmanın kavramlarıyla betimlenen diğer bir soruna benzediğinden söz edilebileceği savunulmaktadır.
PARADİGMA KAVRAMI VE TOPLUMBİLİMLERİ
Feyerabend'in, genel yöntem kuralları olamayacağı görüşü, bilimin yöntem kurallarıyla belirlenemeyeceği sonucunu verir. O'na göre özgül bir bilimsel yöntem yoktur. “Anarşist bilgi teorisi”ni savunur ve Bakunin'in şu sözlerini aktarır: “Bırakın insanlar kendilerini özgür kılsınlar; o zaman kendi kendilerini eğiteceklerdir”
Gerek Kuhn, gerekse Feyerabend bütün örneklerini doğa bilimlerinden alırlar; ancak bu örneklerden, doğa ve toplum bilimleri ilişkisi konusundaki tartışmaya değgin bazı sonuçlar kolayca çıkarılabilir. Kuhn'un paradigmalar üzerine genel görüşlerinin toplum bilimlerine de uygulanabileceği açıktır. Ancak bu görüşler, toplum bilimsel paradigmaların özel anlama yöntemlerini, “Einfühlung” [“Özdeşleyim”] vb., içerip içeremeyeceği konusunda bir şey söylemezler. Feyerabend'in genel yöntem kuralları alamaz görüşü, doğa ve toplum bilimleri ilişkisi tartışması açısından daha anlamlıdır. Bu görüşten, tüm tartışmanın yanlış öncüllerle yürütüldüğü sonucu çıkar. Önce doğabilimsel ( «deney- sel>ı, “hipotetik-dedüktif”, vb.) yöntemin belirlenebileceği kabul edilmiş; sonra bu yöntemin toplum bilimlerince uygulanıp uygulanamayacağı sorusu sorulmuştur: Oysa, Feyerabend'e göre, toplum bilimlerinin bilimselliklerini güven altına almak için ithal edebilecekleri özgül bir metodoloji yoktur.
PARADİGMA KAVRAMI VE İNSAN BİLİMLERİ
Pozitivistler, bilim ile felsefe arasında kesin bir sınır çizilebileceğini .savunurlar. Onlara göre, bilim gözlemlenebilir veriler arasındaki bağlılaşımları belirler; spekülatif felsefe, yalnızca duyguları ifade eder ve gereksizdir. Bilim felsefesi ya da gerçek felsefe ise bilimsel kavramları çözümler. Böylelikle felsefe, kav- ram çözümlemeye indirgenir. Popper'e göre, spekülatif felsefe, gerçek sorunları ele alır ve bilimsel kuramlar için gerekli bir ön- aşamadır; ancak mümkün olan en kısa sürede aşılmalı ve kuramlar yanlışlanabilir, yani bilimsel hale getirilmelidir. Metafizikle bilim arasında kesin bir sınır vardır. Bilim felsefesinin görevi, bilimsel bilgilerin gelişmesini sağlayan genel yöntem kurallarını koymaktır. Kuhn ve Feyerabend'e göre ise, bilim ve felsefe iç içe geçer. Metafizik bir dünya imgesi olmayan bilim olamaz. Ne yan- sız bir gözlem dili, ne de bilimle metafiziği ayıran genel yöntem kuralları vardır. Bu düşünürler bilim felsefesini bilim tarihiyle özdeşleştirme eğilimindedir. Görüldüğü gibi, mantıkçı pozitivistler, Popper ve Kuhn-Feyerabend karşılaştırması şunu ortaya koymaktadır: her bilim felsefesinin bilimin ve felsefenin ne olduğu konusunda belirli bir görüşü vardır; öte yandan bilim ve felsefenin ne olduğu konusunda her görüş belirli bir bilim felsefesini içerir. Kuhn'un paradigmalar görüşünden çıkan bir başka sonuç, felsefeyi bilimlerin anası sayan anlayışın, kısmen de olsa, yanlışlığıdır. Bu anlayışla, felsefeyi bilime bağlayan göbek bağı kesilmiştir. Oysa Kuhn, her bilimsel kuramın, dahil olduğu paradigma tartışma konusu yapıldığında, her zaman için bir ölçüde felsefi savlarla savunulduğu görüşündedir.
Kuhn-Feyerabend felsefesinin, felsefe dışındaki diğer insan bilimleri bakımından dolaysız sonuçları olup olmadığını belirlemek güçtür. Ancak, insan bilimlerinin klasik sorunlarından biri olan yorumsama (hermeneutics) Kuhn ve Feyerabend sayesinde bilim felsefesi problemleri arasına girmiştir. Farklı kuramların kavramları karşılaştırılamaz ise, o zaman savunduğumuz kuramın karşıtı olan kuramı anlayıp anlayamadığımız nasıl bilinebilir? Yorumsama yalnızca geçmişteki kuramlarla ilgili bir sorun değildir. Aynı zamanda varolan kuramlar için de geçerlidir. Pozitivistlerin basit ve sorunsuz, `özneler-arası anlam' kavramı kaybolup gitmiştir. Toplum bilimleri bakımından söylenenler insan bilimleri bakımından da yinelenebilir: Genel bir bilimsel metodoloji olamayacağına göre, bir bilimin bilimselliğini başka bir bilimden ithal edilecek yöntem kurallarıyla güven altına almak olanaksızdır.
PARADİGMALAR VE POLİTİKA
Bazı pozitivistler örtük, Popper ise belirtik olarak, bilimsel yaklaşımın politikaya da uygulanmasını savunurlar. Bilim adamları olgulara dayanarak tartışır ve birbirlerini anlamaya çalışırlar. Politikacılar da aynı şeyi yapacak olurlarsa, bütün önemli çelişkiler çözülebilir. Kuhn ve Feyerabend'in görüşlerinden çıkan sonuçlar (Kuhn bunları hiç tartışmamıştır; Feyerabend ise yalnızca ima eder) , pozitivistlerin ve Popper'in bu anlayışlarını da baş- aşağı eder. Kuhn ve Feyerabend'in görüşlerinden şu sonucu çıkarmak olanaklıdır: Politik akılsallık ve bilimsel akılsallık, geçmişte, bugün ve gelecekte hep aynı akılsallıktır. İkisinin ayrı şeyler olduğuna ilişkin inanç, bilimin normal bilimle özdeşleştirilmesinden doğar. Normal bilim yapılan dönemlerde, olguların ya da gözlemlenebilir verilerin ne olduğu konusunda görüş birliği vardır ve yanlış anlamalara yer bırakmaksızın tartışmak olanaklıdır. Oysa, devrimci bilim yapılan dönemlerde, birbirinden bütünüyle farklı paradigmaların savunucuları karşı karşıya gelirler ve o zaman `tipik politik' denilen durumlar ortaya çıkar. Taraflar birbirlerini anlamazılar ve taraflardan biri diğerinin olguları dikkate almadığını öne sürer. Bu durumun tipik olarak görülmesinin nedeni, kökten farklı düşünen tarafların toplumun nasıl işlediğine dair tümüyle farklı paradigmaları olmasıdır.
Kuhn ve Feyerabend'in görüşlerinden, “bilimsel akılsallığın” özgürce işlemesine izin verilmeyen tarihin iki ünlü olayını (Galileo ve Lisenk”olaylarını) nasıl değerlendirmek gerekeceği konusunda da bazı sonuçlar çıkar. Pratikte her iki olay da nihaî olarak çözülmüştür: Galileo doğru; Lisenko ise yanlıştı. Sorun, bu olayların teoride de çözülüp çözülmediği, yani hatanın nereden ileri geldiğinin; gelecekte işlenmesini de önleyecek şekilde, belirlenip belirlenmediğidir. Genellikle kabul edilen çözüm, Galileo olayından dinin, Lisenko olayında, da politikanın bilime egemen olduğudur. Yanlışlık, bilimin kendi kendine egemen olmasına izin verilmemiş olmasındadır. Bu çözüm, bilimselliğin ne olduğunun iyice bilindiği varsayımına dayanır. Oysa, Kuhn ve Feyerabend'e göre bilimsellik tam olarak belirlenemez! Kuhn terminolojisiyle bu iki olay şöyle betimlenebilir: Galileo, yöneticilerin Aristoteles fiziğini de içeren, paradigmasıyla bağdaşmayan bir paradigmayı savundu. Lisenko'nun ise hiç geliştirilmemiş olan bir alanda, yönetenlerin paradigmasına (yani, diyalektik materyalizme) diğerlerinden çok daha uygun düşen bir kuramı vardı. Konuya böyle bakılacak olursa, sorun `dine ve politikaya karşı bilim' olmaktan çıkar ve hangi paradigmanın doğru olduğunun nasıl belirleneceği sorunu olur. Bunu belirleyecek basit bir ölçüt de yoktur.
YÖNTEM KURALLARI NEDİR?
Feyerabend genel bilimsel yöntem kuralları olduğunu yadsır; ama bazı `çalışma kuralları' konabileceğini yadsımaz. Ancak, bu çalışma kuralları bilime özgü değildir. Gerek edebiyatta, gerekse poltikada bilime uygulanabilecek yöntemler bulunabilir. Farklı paradigmalarm savunucuları arasında bir kavram karışıklığı vardır; birine göre, diğerinin görüşleri saçmadır. Her taraf kendi görüşlerini doğal ve doğru görürken; diğerinin görüşlerini yalnızca yanlış değil aynı zamanda biraz da çılgınca bulur. Bu durumda, karşıt tarafa savunduğu görüşlerin saçmaladığı nasıl gösterilebilir? Feyerabend'e göre, bu konuda bilim adamlarının tiyatroculardan öğrenecekleri çok şey vardır. Brecht'in “Verf- remdungseffekt”kavramına ve Ionesco'nun hergün yaşanan durumları nasıl saçma haline getirdiğine atıfta bulunur. Ancak kullandığı bu örneklerden hiç birin.? somut bir bilimsel tartışmaya uygulamış değildir. (David Cooper'in Psikiyatri ve Anti-Psikiyatri adlı kitabında Feyerabend'in önerdiği yöntemi uyguladığı söylenebilir: “...Naziler onbinlerce insanı zehirli gazla öldürdüler.
İngiltere'de de onbinlerce insanın beyni ya cerrahi yoldan dumura uğratılmakta ya da elektrik şoklarıyla tahrip edilmektedir.o )
Feyerabend'in . politikadan nasıl metodoloji çıkardığı, Lenin'in Ne Yapmalı? adlı kitabından bir parçayı, aşağıdaki gibi yenide yazışında görülmektedir:
“Genel olarak tarih ve özel olarak devrimler tarihi, en iyi tarihçilerin ve en iyi metodologların (Lenin'de: en gelişmiş sınıfların en iyi partilerinin, en bilinçli öncülerinin) sandığından çok daha zengin, çok daha değişken ve çok-yanlı, çok. daha canlı ve `kurnaz'dır. [...] Bundan [tarihsel sürecin niteliğinden] iki çok önemli pratik sonuç çıkar: Bilim- sel teorileri değiştirme7c isteyen lcimse (devrimci sınıf), bu görevi yerine getirmek için, yalnızca belirli bir metodolojiyi değil, hiçbir istisna tanımaksızın, bütün metodolojileri ve bunların düşünülebilecek bütün çeşitlerini anlayabilmeli ve uygulayabilmeli (siyasal çalışmanın bütün biçimlerini ve yönlerini iyice öğrenmeli) ve bunların birinden diğerine en çabuk ve en beklenmedik bir şekilde geçebilmeye hazır olmalıdır.”
Karl Raimund Popper, 1902 yılında Viyana'da doğdu. Nazizm, pozitivistler gibi Popper'i de ülkesinden göçmek zorunda bıraktı. Popper, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yeni Zelanda'da bulundu; savaş sonrasında Londra'da profesörlük yaptı. Viyana'da pozitivistlerin bazı seminerlerine katılmıştı. İlk kitabı Logik der Forschung (1935), pozitivistlerin yönettiği bir dizide yayınlandı. Pozitivistler gibi Popper da, bilimselliğe bir ölçüt bulmak istedi. Popper'in koymuş olduğu ölçüt, pozitivistlerin ölçütünden ayrılır ve Popper her zaman pozitivizme açıkça karşı çıkmıştır.
YANLIŞLANABİLİRLİK İLKESİ
Popper, 1919 yılında, bilimselliğin niteliği üzerinde düşünmeye başladığı zaman çıkış noktasının ne olduğunu kendi anlatır:
«Zihnimdeki sorunu doğuran ortamı ve uyarıcı olan örnekleri kısaca anlatmak isterim. Avusturya İmparatorluğunun çöküşünden sonra, Avusturya'da bir devrim oldu. Ortalık devrimci sloganlar ve fikirlerle, yeni ve çoğunlukla saçma kavramlarla dolmuştu. Benim ilgimi çeken kavramlar arasında Einstein'ın görelilik kuramı kuşkusuz en önemli olanıydı. İlgi duyduğum diğer üç kuram da, Marx'ın tarih, Frued'un psikanaliz ve Alfred Adler'in `bireysel psikoloji' kuramlarıydı.»
Alıntıdan da' anlaşılabileceği gibi Popper, Einstein'ın görelilik kuramı ile diğer üç kuramı karşı karşıya getirdi. 1919 yılı, görelilik kuramı bakımından anlamlı bir yıldı. Bu kurama göre, güneşin yakınından geçen ışık ışınları; güneşin yerçekimi alanının etkisine girerek eğilmeye uğrarlar. O yıl, bu kuramı sınamaya elveren bir güneş tutulması oldu. Uzaydaki bir yıldızın yerini önce gece, sonra gündüz saptama.yoluyla, yıldızın güneşe yakın olması halinde, gönderdiği ışınları güneş tarafından eğilip eğilmediği araştırılabilecekti. Ölçümlerin verdiği sonuçlar sözkonusu, ışınlârın eğildiğini gösteriyordu. Popper'i büyük ölçüde etkileyen, kuramın ön-deyişinin doğru çıkması değildi. Onu asıl ilgilendiren şuydu: Ön-deyinin doğru çıkmaması halinde, genel görelilik kuramı derhal reddedilecekti. Popper bu tutumla, diğer üç kuramın savunucularının tutumlarını karşılaştırdı. Bunlar belirli bir olayın kuramlarına nasıl uygun düştüğünü her zaman kolaylıkla açıklayabiliyorlardı; ama hangi koşulların gerçekleşmesi halinde kuramlarını savunmaktan vazgeçeceklerini asla belirtmiyorlardı. Popper, hangi kurama 'olursa olsun ampirik destek bulmanın kolay olduğunu; bilimselliğin ampirik destek sağlamada değil, kuramın hangi koşullar altında yanlış olduğunu belirlemede yattığını düşünmeye başladı. Eğer bir kuram yanlışlanabilir ise, bilimseldir, dedi. Böylelikle Popper “yanlışlanabilirlik ilkesini” getiriyordu.
Bu ilkeyle ilgili olarak üç noktayı belirtmek gerekir. Popper her üç noktada da yanlış anlaşılmıştır.
1 - Yanlışlanabilirlik ilkesinin, anlamlı ve anlamsız önermeler ayrımıyla bir ilgisi yoktur. Popper, genel olarak, apaçık saçma olan önermeler dışında, bütün önermelerin anlamlı olduğunun savunulabileceğini kabul eder: Pozitivistlerin bu konudaki anlayışlarını derinlemesine eleştirmiş değildir. Ancak, pozitivistlerin bir önermenin nasıl anlamlı olacağı sorusunu olgulara değgin bir soruymuş gibi ele aldıklarına dikkati çekmiş; bir önermenin doğru olup olmadığına karar vermenin yalnızca bir uzlaşım (convention) sorunu olduğunu söylemiştir
2 - Popper, bütün kuramların genel içerimlerden, yani “Bütün x'ler için geçerlidir: Eğer x.... .., o halde x. . . ... “ şeklindeki önermelerden oluştuğu görüşündedir. Popper'in bu görüşünün, kolaylık sağlaması bakımından, . kendisinin de kullandığı “Bütün kuğular beyazdır~ı önermesiyle ifade edilen “yasa”yı (Bütün x'- ler için geçerlidir: Eğer x bir kuğuysa, o halde x beyazdır) örnek alarak açıklamaya çalışacağız. Yukarıdaki önerme, siyah renkli bir kuğunun ortaya çıkması halinde yanlıştır. “Burada siyah bir kuğu var” önermesi, bu yasayı yanlışlar; yanlışlığını gösterir. Bu çeşit önermelere, yani belirli bir yerde, belirli bir zamanda ve belirli bir nesne ya da olaya değgin önermelere Popper, temel- önermeler adını verir. Bazı temel-önermeler yukarıdaki “yasayla bağdaşır (örneğin, “Burada yeşil bir iskemle var”; “Burada beyaz bir kuğu var” gibi) . Öte yandan; başka bazı temel-önermeler (örneğin, “Burada siyah bir kuğu var”) “yasayla bağdaşmaz,' yani sözkonusu olan temel-önerme doğru ise, “yasa” yanlıştır. Popper, yasaların bağdaşan önermelere izin verdiğini, ama bağdaşmaz önermeleri yasakladığını söyler. Bir kuramın bilimsel olabilmesi için, en azından bir temel-önermeyi yasaklaması gerekir Burada dikkat çekmek Popper'ın bir temel- önermenin doğru ya da yanlış olduğunun kesin güvenirlikle belirlenebileceğini söylemeyişidir. Popper, bilimin nesnel şeylere değgin olduğunu ve dolayısıyla temel-önermelerin de nesnel olması gerektiğini; ancak, nesnelliğin kesin güvenilirlikle belirlenemeyeceğini söyler. Oysa, Popper'a göre, öznel şeylere ilişkin kesin güvenilir bilgi edinmek olanaklıdır. Bundan çıkan sonuç, Popper'ın temel-önermelerinin herhangi bir gözlemciye bağlı olmayışıdır. Gerekli olan, bazı temel-önermeleri doğru saymak; doğru olarak kabullenmek için bir karara varmaktır.
3 - Yukarıdaki örnekte yer alan “Bütün kuğular beyazdır” önermesi, “Burada siyah bir kuğu var” önermesiyle yanlışlanmaktadır. Ancak, bu kuğuyu ,birinin siyaha boyadığı şeklinde yardımcı bir varsayım öne sürülecek olursa, . bu bir yanlışlama olarak anlaşılmayacaktır. Bu çeşit yardımcı varsayımlâr ileri sürerek bir kuramı yanlışlanmaktan kurtarmak her zaman olanaklıdır. Bir kuramın yanlışlanmadan kurtarılmasının başka yolları da, kavramlarının içeriğini değiştirmek, belki de bir hesap hatası yapılmış olduğunu ileri sürmek, deneyimin doğru yapılmadığını iddia etmek gibi yollardır. Bu durumda, yukarıda 1-'de anlattıklarımızın aksine; , bir kuramın yanlışlanması olanaksızlaşır. Bir kuramın yanlışlanabilmesi için, yardımcı varsayımlar getirmemek, anlam değişiklikleri yapmamak gibi bazı yöntem kurallarının kabul edilmesi gerekir. Yanlışlanabilirlik ilkesi ancak, belirli bir yöntembilimle birlikte işletilebilir. Popper, bilimselliği dil ölçütleriyle değil, yöntem kurallarıyla tanımlamaktadır: Örneğin, koyduğu yöntem kurallarından birine göre, yardımcı varsayımlara ancak, kuramsal, sistemin ampirik' içeriğini ya da yanlışlanabilirliğini artırıyorsa izin verilebilir.
POPPER VE POZİTİVİZM
Popper'ın, bir önceki bölümde ele aldığımız pozitivist görüşler karşısındaki yeri nedir? Anlamlı-anlamsız önermeler ayrımı konusundaki görüşlerini yukarıda görmüş bulunuyoruz. Pozitivistlerin tekil olayların nedensel açıklanmasının tümdengelime dayandığı görüşünü aslındâ ilk olarak Popper ortaya atmıştır ve bu modele çoğunlukla Popper-Hempel modeli adı verilir. Ancak Popper, bu modele ilişkin tartışmalara hiç katılmamıştır. “Neden-önermelerine ilişkin görüşleri de pozitivistlerden önemli bir farklılık göstermez. Popper “neden-önermeleri”nin bir çeşit zorunlu ilişkiyi ifade ettiklerini savunmanın anlamlı olduğunu kabul ederken bir sorunla karşılaşmadığı halde, yöntembilimsel açıdan bu zorunluluğun tümüyle geçersiz olduğu kanısındadır. Bu yüzden, bu zorunluğun bir yana bırakılabileceği görüşündedir. Popper'a göre de, kuramlar ve yasalar, özlerinde, yani özleri bakımından evrensel bağlılaşımlardan başka şey değillerdir.
Popper'ın yukarıda sözünü ettiğimiz temel önermelere koyduğu koşul, bunların gözlemlenebilir şeylere değgin olmalarıdır. Bu konuda pozitivistlerle arasında yalnızca sözde benzerlik vardır. Popper'a göre “gözlemlenebilir” kavramı, tanımlanması olanaksız ve bilim felsefecilerince öğrenilmesi gereken bir kavramdır. Kendisinin bu kavramı kullanışına bakılacak olursa, bilim adamlarının varlığını belirledikleri tüm özgülükler gözlemlenebilir şeylerdir. Pozitivist açıdan bakılınca, Popper neyin gözlemlenebilir olduğu sorusunu atlamış görünmektedir. Kuramsal terimlerle gözlem terimleri arasında da ayrım yapmamaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla, fiziksel olan herşeyin gözlemlenebilir olduğu görüşündedir. Nedensel açıklamalar ve “neden-önermeleri” konusunda Popper'ın görüşleriyle pozitivistlerin görüşleri büyük ölçüde birbirine uymaktadır. Pozitivistlerin anlamlı-anlamsız önermeler, kuramsal terimler-gözlem terimleri ayrımlarına gelince, Popper bu ayrımlarla fazla ilgilenmemiş ve bunların ayrıntılı bir eleştirisini de yapmamıştır. Tümevarımsal mantığı ise tümüyle reddeder> Bu konuda kırk yıl süren yoğun bir mücadele vermiş, çeşitli pozitivist savları ayrıntılarıyla ele alıp, kıyasıya eleştirmiştir.
Mantıkçı pozitivistlerin bir bölümünün “araçsallı”a kaymalarına karşılık, belirtmek gerekir ki Popper her zaman için bir gerçekçi (realist) olmuş, yani kuramların bizden bağımsız olarak varolan dış dünyaya değgin olduğunu savunmuştur. > Ancak Popper, başka bir pozitivist anlayışı, “buluş bağlamı” ile “doğrulama bağlam” ayrımını kabul etmiştir.
TÜMEVARIMSAL MANTIĞIN ELEŞTİRİSİ
Popper'ın tümevarımsal mantığa yönelttiği eleştiri üç bölüme ayrılabilir.
1 - Popper, öncelikle, (Hume gibi), belirli bir ampirik kuramının belirli bir olasılığı olması gerektiğini söyleyen bir önermenin kendisinin de ampirik bir önerme olması gerektiğine işaret eder. Dolayısıyla bu önermenin de ampirik bir olasılığı olacağına göre, onun da olasılığını belirleyecek yeni bir tümevarımsal mantık gerekecektir. Bu durumda yeniden belirli bir olasılığı olan yeni bir ampirik önermeyle karşılaşılacak ve bu sonsuza kadar böyle gidecektir. Tümevarımsal mantığın, tümevarımsal mantıkta ele alınmayan ampirik önermelere dayanması gerekir.
2 - Mantıkçı pozitivizmle ilgili bölümde, tümevarımsal mantıkla ele alınacak kuramlara, tümevarımsal mantığın yardımıyla kanıt önermelerine bağlanışından önce, belirli bir olasılık verilmesi zorunluğu üzerinde durmuştuk. Popper'a göre, olasılığın, örneğin yanılış kuramların olasılığının `sıfır' ve doğru kuramların olasılığının `bir' sayılması gibi, bazı akla uygun koşullara dayandırılması halinde buna olanak yoktur. Tümevarımsal mantık asla gerçek kuramlara uygulanamaz.
3 - Bu, olanaklı olsa bile, arzu edilecek bir şey değildir. Çünkü olası kuramlara değil, olası-olmayan kuramlara gerek vardır. Popper'in görüşü yalnızca görünüşte paradoksaldır. Tümevarımsal mantıkta, kuramların, bunlara belirli bir olasılık veren kanıt önermelerle ilişkisi kurulur. Kuramların, kanıt önermelere uygunluğu arttıkça, olasılıkları da yükselir. Tümevarımsal mantıkçıların çoğu, kabul edilmiş kuramları da, bu kanıt önermelerden sayarlar. Popper'ın olası-olmayan kuramlar (ki, bunlar için çoğunlukla “bold conjectures””cesur tahminler” deyimini kullanır) ortaya atılması gerektiği savını en iyi açıklayan da bu durumdur. Bu durumda, yüksek olasılığı olan bir kuram, kanıtlar arasında bulunan mevcut kuramlara çok benzer niteliktedir. Oysa, Popper'a göre kökten yeni olan kuramlara gereksinme vardır. Tümevarımsal mantık, mantıkçı pozitivizm bölümünde anladığımız görüşlere benzer görüşlere, yani önce deneysel yasalar koy, sonra bunlardan kuramsal sistemler kur»â dayanmaktadır. Tümevarımsal mantıkçılar, Popper'dan farklı olarak, bilgilerin birikerek arttığı varsayımından hareket ederler.
Popper'ın Yöntem Kuralları Yukarıda da değinildiği gibi, Popper'ın yanlışlanabilirlik ilkesinin, bilimselliğin , ölçütü olarak kullanılabilmesi için, bazı yöntem kurallarıyla tamamlanması gerekmektedir. Bu kurallardan bazıları şunlardır:
“Yardımcı varsayımlar, kuramsal bir sistemin yanlışlanabilirlik derecesini azaltamaz” ;
“Tanımlanmamış kavramların kuram tarafından örtük olarak tanımlandığı kabul edilemez” (bu durumda kuram, çözümlemesel olarak doğru olur ve yanlışlanamaz) ;
“Dil kullanımının sürekli olarak değiştirilmesi yasaktır”
Popper bu kurallardan başka, bilimin gelişmesine yardımcı olacak bazı kurallar koyar. Aslında Popper'ın bilim felsefesinin altında yatan temel amaç, bilimin gelişmesini sağlayacak yöntem kuralları getirmektir. Yukarıda sayılan kurallar, bilim selliğin asgari kurallarıdır ve bilimselliğe bir ölçüt getirirler. Diğer kurallar, bazen ifade ediliş tarzlarından da anlaşılacağı üzere, kuramların yanlışlanabilir olduğu noktasından hareket eder. Bu kurallardan bazıları şunlardır;
“En çetin bir şekilde sınanması gereken, en yüksek yanlışlanabilirlik derecesi olan kuramlara öncelik ver” kuram, eski kuramlardan bağımsız olarak sınanabilmelidir”
“Yeni bir kuram, şimdiye kadar birbirinden ayrı görünen olayları birleştiren özgün ve yalın bir fikre dayanmalıdır. ;
“Bir kuramın doğrulanması (Popper'ın kullandığı özel terimle “corroborated” sayılabilmesi) için, kabul edilmiş temel- önermelerle -bağdaşması ve bu temel-önermelerin bazılarının da kuramı yanlışlamak için harcanan bilinçli çabalar sırasında kabul edilmiş olması gerekir.
Sonuncu kural, Popper'ın bir kuramın doğrulanmasından ne anladığını ortaya .koymaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken doğrulamanın alışılmış anlamda doğrulama değil, “yanlışlama çabalarının başarısızlığa uğraması” demek olduğudur. Yani, bir kuram, tümevarımsal mantıkçıların “kanıt önermeleri” dedikleri şeylerle doğrulanamaz. Bu kanıt önermelerinden kalkarak, kuramın hangi durumlarda yanlış çıkacağının kestirilmesi ve o durumlarda sınanması gerekir. Kuram ancak bu sınamalardan başarıyla çıkarsa doğrulanmış sayılabilir.
YANLIŞLANABİLİRLİK DERECELERİ
Yukarıda saydığımız yöntem kurallarından ikisi yanlışlanabilirlik derecesiyle ilgilidir ( “yardımcı varsayımlar yanlışlanabilirlik derecesini azaltamaz” ve “yanlışlanabilirlik derecesi yüksek olan kuramlara öncelik verilmelidir” kuralları) . Yanlışlanabilirlik derecesi nedir? “Bütün x'ler için geçerlidir: Eğer Fx; o halde Gx (Fx = x, F özelliğine sahiptir)” şeklindeki yalın kuramı ele alalım. X'in F özelliğine sahip, ancak G özelliğinden yoksun olduğunu bildiren her temel-önerme, bu kuramı yanlışlayacaktır. Popper'ın kendi verdiği örnek şudur: “Bütün uzay cisimleri çember biçimindeki yörüngelerde ilerler” şeklindeki kuram, “ kuyruklu yıldız, parabol biçimindeki bir yörüngede ilerliyor”, “Güneş hiperbol biçiminde bir yörüngede ilerler”, “Merkür gezegeni fiyonk biçiminde bir yörüngede ilerler” “Ay elips biçiminde bir yörüngede ilerler” şeklindeki temel-önermeler tarafından yanlışlanır. “Bütün gezegenler çember biçimindeki yörüngelerde ilerler” önermesini ele alırsak, bu son önermeye oranla ilk sözü edilen önermeyi yanlışlayacak çok daha fazla sayıda önerme düşünülebilir. İlk sözü edilen önermenin çok daha fazla sayıda «potansiyel -gizil- yanlışlayıcıları” vardır ve dolayısıyla yanlışlanabilirlik derecesi daha yüksektir. Popper, yanlışlanabilirlik derecesini genel olarak ampirik içerikle belirlemektedir. O'na göre bir kuramın yanlışlanabilirlik derecesi = kuramın ampirik içeriği = kuramın potansiyel yanlışlayıcılarının sayısı'dır.
Yukarıda verdiğimiz 'örnek, açıklamayı kolaylaştırmaktadır. Şöyle ki, son önermeye konu olan “gezegenler”, ilk önermeye konu olan “uzay cisimlerinin yalnızca bir bölümüdür. Böyle bir örnekte, önermelerden hangisinin daha çok sayıda potansiyel yanlışlayıcısı olabileceğini kestirmek zor değildir. Ancak başka örneklerde bu, çoğunlukla olanaksız duruma gelir. Popper, yanlışlanabilirlik derecesinin belirlenmesi sorununun nasıl çözüleceğini tam olarak gösterememiştir. Dolayısıyla, tümevarımsal man- tığa yöneltmiş olduğu şu eleştiri, kendi yöntembiliminin büyük bölümüne de yöneltilebilir: Bu yöntembilimin, mevcut varsayımları değerlendirmek için kullanılması olanaksızdır.
POPPER’İN ELEŞTİRİLMESİ
Yanlışlanabilirlik ilkesine yöneltilen eleştiri genişletilebilir. Popper'ın yanlışlanabilirlik derecesini belirleme yönteminin varılmak istenen kavrama uygun olup olmadığı sorulabilir. Popper'a göre, kuramlar genel içermelerden oluşur ve genel içermelerin bazı temel-önermelerle bağdaşması mantıksal olarak olanaksızdır. Söz konusu kuram doğru ise, bazı temel-önermelerin yanlış; kuram yanlış ise, bazı temel-önermelerin doğru olması gere- kir. Kuram, bazı temel-önermeleri yasaklar. Buna karşılık, kuram nedensel bir ilişkinin ifadesi olarak anlaşılırsa, temel-öner- meleri, ancak geçerli başka nedensel etkenlerin bulunmaması koşuluyla yasaklar. “Isı yükselmesi halinde uzunluk artar” şeklindeki önerme, bir çubuğun ısıtılmasına rağmen aynı uzunlukta kalmasıyla bağdaşabilir. Örneğin, çubuk bir yandan ısıtılırken, öte yandan mekanik olarak sıkıştırılabilir. Bilimde normal olan durumda, birlikte veya birbirlerine karşı etki yapan birden çok sayıda nedensel etkenin varlığı kabul edilir. Dolayısıyla, Popper'in yanlışlanabilirlik derecesi kavramı, gerçek yanlışlanabilirlik derecesini değil, yanlışlanabilirlik derecesi ölçülmek istenen önermede ifade edilen nedensel etkenlerden başka hiçbir etkenin düşünülemeyeceği durumlardaki ideal bir yanlışlanabilirlik derecesini ölçmektedir. Bu nedenlerle Popper'in yanlışlanabilirlik derecesini belirleme yöntemi reddedilecek olursa, onun yöntem kuralları da kabul edilemez, çünkü bu kurallar gerçekten varolan durumlardaki gerçekten varolan kuramlara uygulanmak üzere düşünülmüştür.
Bu eleştirinin temeli, “neden-önermeleri”nin değil, genel içerimlerin, bazı temel-önermeleri yasakladığı (ya da onlarla mantıksal .olarak bağdaşmaz olduğu) görüşüdür. Popper'a göre, neden önermeleri yöntemsel açıdan genel içerimlerle eşitlenebilir; dolayısıyla yukarıdaki eleştiri Popper'ın bu fikrinin de tartışılabilir olduğunu düşündürür. Bu eleştirinin Popper-Hempel açık lama modeli bakımından da bazı sonuçları vardır. Bu model (I. Bölüm, “Neden Kavramı'nın sonuna bakınız) bütün yasaları ve kuramları genel içerimler olarak görür ve açıklamalar, tümdengelimsel çıkarımlardan ibarettir, der. Ancak tümdengelimsel açık- lamaların, nedensel açıklamalarla eşit değerde görülebilmesi için, tümdengelimsel çıkarımın kapsadığı genel içerimlerle temsil edilen nedensel etkenin dışında geçerli olabilecek hiçbir başka etken bulunmaması gerekir. Tümdengelimsel bir çıkarımın açıklama olarak anlaşılabilmesi için, bu çıkarımda söylenmeyen bir şeyi varsayması gerekir ve bu durumda da tümdengelimsel açıklamaların nedensel etkenleri ve nedensel açıklamaların yerini ne ölçüde alabileceği sorusu sorulabilir.
Bir sonraki Bölümde ayrıntılı olarak ele alacağımız Popper'a yöneltilmiş eleştirilerden bir diğerini şimdiden özetleyeceğiz. Popper'ın yöntembilimi . en azından iki varsayıma dayanır gibidir:
1 - Kuramları ve yasaları diğer önermelerden bağımsız olarak ele almak olanaklıdır;
2 - Kuramlar normal olarak yanlışlanmaz.
İlk varsayımı gerçekten yapmış olduğu, tikel önermeler için yanlışlanabilirliği tanımlamasından ve ayrıca yazılarında, bağla- ma bakılmaksızın her zaman için “cesur tahminlerde bulunula- bileceği fikrini uyandırmasından da anlaşılmaktadır. Kuhn'a göre, bir önceki bağlamı reddetmeksizin, “cesur tahminler”de bulunulamaz. Yepyeni bir paradigma kurulması gerekir Paradigmalar da, yöntembilimsel açıdan tikel önermeler gibi davranmazlar. Bu bağlamda, mantıkçı pozitivizmin giderek soyutlanmış önermelerin ele alınışından nasıl uzaklaştığı hatırlanabilir. (I. Bölüm, Doğrulanabilirlik İlkesi'nin sonuna bakınız) .
Popper'ın ikinci varsayımı yaptığı apaçıktır. Kuramları yanlışlamaya çalışmak gerektiğini önemle vurgular; normal olarak yapılan bu olsaydı, üzerinde durması gerekmezdi. Oysa Kuhn'un ortaya koyduğu bilim tarihi, kuramların normal olarak yanlışlandığına işâret eder. Popper hemen hemen tüm kuramların ampirik desteğe sahip olduklarını göstererek mantıkçı pozitivistlerin ayaklarını nasıl yerden kaydırmışsa, Kuhn.da hemen hemen.tüm kuramların hemen her zaman yanlışlandığını, yani kuramlara tümüyle uymayan geçerli verilerin her zaman bulunduğunu göstererek Popper'ın ayaklarını yerden kaydırmıştır. Bundan çıkan sonuç şudur: hangi kuramın kabul edilmesi gerektiği sorusu, Popper'ın yöntembilimiyle bağdaşmayan bir biçimde yeniden sorulmalıdır. Soru şöyle olacaktır: Yanlışlanan tüm kuramların hangisi ya da hangileri doğru olarak kabul edilmelidir?
POPPER VE TOPLUMBİLİMLERİ
Popper'a göre yöntem kuralları hem doğa hem de toplum bilimlerinde uygulanmalıydı. Mantıkçı pozitivistlerin tersine, Popper bütün bilimlerin temelde aynı tür olaylarla ilgili olduğu anlamında, tek bir bilimden hiç söz etmemiştir. Buna karşılık Popper, görece soyut bir düzeyde kalınması koşuluyla, tüm bilimlerde aynı yöntembilimin uygulanabilirliğine inanır.
Popper, “Toplum bilimlerinde deney yapılamaz, çünkü toplumsal etkenler asla fizik etkenler gibi soyutlanamaz”; “Toplum ve insanlar doğa bilimlerine konu olan olaylara oranla çok daha karmaşık olaylardır»; “Toplum bilimlerinde özel bir sezgisel anlayış olabilir, çünkü burada kuramların konusu insandır” gibi savlara, yani doğabilimsel yöntembilimin toplum bilimlerine uygulanamayacağı görüşünün çeşitli savlarına açıkça karşı çıkmıştır. Popper'ın karşı-savlarını kısaca ele alalım. Popper'a göre deneyimlerde belirli etkenlerin birbirlerini etkileyip etkilemedikleri ya da belirli bir deneyimde değişik etkenlerin birbirinden soyutlanmış olup almadığı deneyöncesi (a priori) olarak belirlenemez. Bu ancak etkenlerin belirlenmesi ve deneyimin yapılmasından sonra keşfedilebilir; ki bunun için de kuram biliniyor olmalıdır. Toplumsal olayların doğal olaylardan daha karmaşık olduğuna ilişkin inanç, normal bir toplumsal olayla, etkenlerin soyutlandığı fiziksel bir olayın karşılaştırılmasından ileri gelir. Oysa, normal bir toplumsal olayla normal bir fiziksel olay, örneğin bir yaprağın yere düşüşü, karşılaştırılacak olursa, her iki durumda da bir ön-deyide bulunmanın eşit ölçüde güç olduğu görülecektir. Özdeşleşim ( “Einfühlung” ) , Popper'a göre ancak buluş işlevi görebilir; bir varsayıma ulaşmamıza yardımcı olabilir. ama varsayımın sınanmasında hiçbir rolü olamaz. Benim nasıl hissettiğim, başkalarına ilişkin bir varsayım bakımından bir anlam taşımaz.
Doğa ve toplum bilimlerinin bazı ortak yöntem kuralları bulunduğunu ve tek bir yöntembilimden sözedilebileceğini savunmak, bilimsel disiplinlerin kendilerine özgü belirli kuralları olduğu görüşüyle bağdaşır. Popper, toplum bilimlerinde özel bir “yöntembilimsel. Bireycilik” koşulu arar.
Der ki:
“[...] toplumsal kuramların görevi, sosyolojik modellerimizi betimsel ya da adcı (nominalist) terimlerle, yani bireylere, onların tutumlarına, beklentilerine, ilişkilerine, vb. ilişkin terimlerle, titizlikle oluşturmak ve çözümlemektir. Bu, `yöntembilimsel bireycilik' diyebileceğimiz bir ilkedir.Carnap'ın bireyleri somut temel-deneylerden kurulan mantıksal kurulumlar (constructions) olarak görmesi gibi (I. Bölüm, Gözlemlenebilir Olan'a bakınız) , Popper da, sınıflar gruplar ve kurumlar gibi toplum bilim kategorilerini, somut bireylerden kurulu kuramsal kurulumlar alarak görür. Tüm sosyolojik kuramlar, tutumlar, beklentiler, vb., psikolojik terimlerle çözümlenebilirse, o zaman sosyolojiyi psikolojiye indirgemek (psikolojizm) mümkün değil midir? Popper'in bu soruya . yanıtı olumsuzdur. Ancak, Popper'in yöntembilimsel bireyciliği ile psikolojizme yönelttiği eleştirilerin nasıl bağdaştırılacağını anlamak güçtür. Bunun için, bu konudaki görüşlerini aşağıya aktaracağız:
[...] psikolojizmin, yöntembilimsel bireyciliği savunarak ve yöntembilimsel kollektivizme karşı çıkarak kazandığı büyük er- demleri küçümsememeliyiz. Psikolojizm, bütün toplumsal olayların ve özellikle bütün toplumsal kurumların işleyişinin, her zaman için bireylerin kârarlarının, eylemlerinin, tutumlarının, vb., sonucu olarak anlaşılması gerektiğini savunan ve sözde `kollektifler'e (devletler, uluslar, ırklar, vb.) dayanılarak yapılan açık- lamalarla asla yetinilmemelidir diyen önemli öğretiyi destekler. Psikolojizmin hatası, toplum bilimleri alanındaki bu yöntembilimsel bireyciliğin tüm toplum olaylarının ve tüm toplumsal düzenliliklerin (regixlarities) psikolojik olaylara ve psikolojik yasalara indirgenmesi programını içerdiğini varsaymasıdır.
Popper'ın tarih bilimi üzerine de özel bazı görüşleri vardır: O'na göre, bilimsel açıklamalar ve ön-deyiler, daha önce verdiğimiz (I. Bölüm, Nedensel Açıklamalar'a bakınız) şemayı izler. Ancak genel olarak tarihsel olaylar bakımından bir sınırlama yapılması gerekir: bunlar konusunda ön-deyide bulunmak olanaksızdır. Popper'ın gösterdiği gerekçeler şunlardır:
l - Tarihin akışı, insan bilgisinin gelişmesinden büyük ölçüde etkilenir.
2 – “Akılsal (rational) ya .da bilimsel yöntemlerle bilimsel bilgilerimizin gelecekteki ilerlemeleri üzerine ön-deyilerde bulunamayız. [Bilimsel bir kuram üzerine ön-deyide bulunabilmek için, o kuram konusunda şimdiden bilgi sahibi olmak gerekir.”
3 – “Dolayısıyla gelecekteki tarihsel olaylar konusunda ön- deyide bulunamayız.”
Bu durumda, Popper'e göre, örneğin kuramsal fizik gibi bir kuramsal tarih disiplini olamaz. O halde tarih kitapları nasıl yazılır? Önce tarihe belirli bir bakış açısından ( point of view ) bakmaya karar verilir; sonra da tarihteki bu görüş açısından geçerli olaylar betimlenir. Popper, böyle bir bakış açısına, “tarih anlayışı” adını verir ve bir tarih anlayışına sahip olmaksızın tarih yazılamayacağını savunur. Bir tarih anlayışına sahip olmadıklarını söyleyenler de, bunun bilincinde olmasalar bile, böyle bir anlayışa sahiptirler. Tarih anlayışları sınanamaz ve dolayısıyla. doğru ya da yanlış oldukları söylenemez. Herkes ilginç bulduğu tarih anlayışını benimseyebilir. Tarih, sınıflar, ırkılar, dinsel fikirler, “açık” ve”kapalı” toplumlar arasında bir mücadele olarak görülebilir.
ELEŞTİREL AKILCILIK
Popper'ın bilim felsefesinin insan bilimleri ve politika konusundaki görüşleriyle nasıl bağlandığını görmeden önce, koymuş olduğu yöntem kuralları üzerine görüşlerini ele almamız gerekir. Popper'a göre, yöntem kuralları, daha iyileri bulunana kadar kabul edilmesi kararlaştırılan uzlaşımlardan (conventions) ibarettir. Yöntem kuralları değişmez değildir ve bilimin gelişmesinde oynadıkları rol açısından her zaman için eleştirilebilirler. Bir kuramı eleştirmek, onu yanlışlamaya çalışmaktır. Bir yöntem kuralını eleştirmek ise, onun bilîmin gelişmesine nasıl engel olduğunu göstermeye çalışmaktır. Her iki durumda da hata ve- ya yanlış aranır: Ancak hatanın bulunması için (kuramı veya kuralı) denemek gerekir. Popper'e göre her iki durum da genel bir yöntemin, “deneme ve yanılma” ( “trial and eror” ) ya da “eleştirel akılcılık” ( “critical rationalism” ) yönteminin örnekleridir. Yapılan hatalardan ders alınır. Her zaman bir sorundan (P2) hareket edilir. Sonra buna bir çözüm önerilir (TT = “tentative theory”/ “deneme kuramı” ) ve bu çözümün yanlış olduğu gösterilmeye çalışılır (EE --- “error elimination” / “yanlış-eleme”) . Bu gösterilince de yeni bir sorunla (P2) karşılaşılır; ancak bu kez bilgiler artmıştır. Popper bu metodu P1 TT EE P2 şemasıyla ifade eder. Popper'a göre bu şema tüm bilimsel disiplinlere, yöntem kurallarına, felsefeye ve politikaya uygulanabilir ve uygulanmalıdır. Bu şema, kişinin her zaman yanılabileceği görüşüne dayanır. Bu görüşe, başkalarının da doğru olabileceği görüşünü eklersek, şema Popper'in “eleştirel akılcılıkı” adını verdiği tutumu temsil eder.
“Bu tutum, tartışma ve deneye verdiği önemden dolayı, `Ben yanılıyor olabilirim, sen de haklı olabilirsin; birlikte çalışarak doğruya yaklaşabiliriz' Şeklindeki yaklaşımıyla, daha önce de değindiğimiz gibi, bilimsel tutumla çok yakından ilişkilidir. Bu tutum, herkesin hata yapabileceği; bu hatanın kendisi, başkaları veya başkalarının yardımıyla kendisi tarafından keşfedilebileceği görüşüne bağlıdır. Kimsenin kendi kendinin yargıcı olamayacağı fikrini ve tarafsızlık fikrini içerir [...] Bu tutumun akla olan inancı, yalnızca kişinin kendi aklına değil, -belki daha da çok- başkalarının aklına olan inançtır. ”Eleştirel akılcılık”ın bu belirlenişi, pozitivistlerin (bilimle metafiziği ayıran) ayrım-ölçütü' ne 'tekabül eder. Popper'a göre, (özneler-arası) eleştirilebilir ve eleştirilemez önermeler; daha doğrusu, önermeleri , özneler-arası olarak eleştirilebilir sayan ve saymayan iki ayrı tutum vardır. Popper, metafizik saydığı önermelerin çoğunu eleştirilebilir bulur. Örneğin, determinizm ve idealizm başlıkları altına giren felsefi görüşler yanlıştır ve eleştirilebilir, ancak bunları yanlışlamak olanaksızdır. Pozitivistlerin bilim - metafizik ayrımının Popper'daki karşılığının akılcılık - akıldışıcılık (irrationalism) ayrımı olduğu, Popper'ın akıldışılığa ilişkin olarak söylediklerinden anlaşılmaktadır. Bu sözler, pozitivistlerin metafizik hakkındaki sözlerini anımsatır. Kısa bir örnek verelim:
«Marx bir akılcıydı. Sokrates ve Kant gibi o da, insanlığın birliğinin temeli olarak insan aklına, inanıyordu. Ancak, fikirlerin sınıf çıkarları tarafından belirlendiği şeklindeki öğretisi, insan aklına inancın çöküşünü hızlandırdı. Hegel'in, fikirlerin ulusal çıkarlar ve gelenekler tarafından belirlendiği şeklindeki öğretisi gibi, Marx'ın bu öğretisi de akla olan akılcı inancı sarsıcı bir eğilim taşıyordu. Hem sağdan hem de soldan tehdit edilen tutum, yani toplumsal ve ekonomik sorunlara değgin akılcı tutum, tarihsici (historicist) kehanet ve kehanetçi akıldışıcılığın cepheden saldırısına uğradığında kendini savunamadı. Akılcılık ile akıldışıcılık arasındaki çatışmanın, çağımızın en önemli düşünsel ve belki de ahlaksal sorunu oluşunun nedeni budur.
Popper'a göre akılcı tutumun kendisi akılsal savlara dayandırılamaz. İnsanlığın ortak bir akılsallığı olduğuna inanmak gerekir. Buna inanarak ancak Popper'ın bu terime verdiği anlamda akılcı olunur.
ELEŞTİREL AKILCILIK VE İNSAN BİLİMLERİ
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Popper'ın felsefe konusundaki görüşü şudur: Felsefe kuramlarının çoğu, her ne kadar yanlışlanamaz nitelikte ise de, akılsal olarak tartışılabilir. Felsefe ne edebiyattır, ne de, pozitivistlerin iddia ettikleri gibi, sözcüklerle oynanan bir oyun. Felsefenin konusu, ger- çek sorunlardır.
İnsan bilimleri de P1 TT EE P2= şemasını izlemelidir. Popper'ın 'bu konuda en çok vurguladığı şudur: Yapılması gereken şey, önce sorun durumunu (P1) iyi anlamak, sonra da yazarın ya da sanatçının yapıtını bu sorunun çözümü için az ya da çok başarılı bir deneme olarak değerlendirmektir. Popper'a göre, sorun durumları, tıpkı matematik sorunları (problemleri) gibi, nesnel olarak vardır. Matematikçinin deneyleri değil, önerdiği çözümün söz konusu sorunu çözüp çözmediği tartışılır. Sanat, edebiyat ve düşünce tarihçileri, sorun durumlarını yeniden- kurmaya çalışıp, söz konusu olan yapıtın sorunu ne ölçüde çözdüğü konusunda bir yargıya varmalıdırlar. Örneğin Popper'a göre, Batı sanatının bir bölümü, gerçekliğin imgesinin, görüntüsünün (örneğin perspektiften yararlanılarak) nasıl yaratılabileceği problemini çözmekle; diğer bir bölümü de, seyircinin eyleme geçirilip, kendi başına yorum yapmasının nasıl sağlanabileceği sorununu çözmekle uğraşmıştır denilebilir.
ELEŞTİREL AKILCILIK VE POLİTİKA
Popper, bilimsel akılcılığın, yalnızca özel bir durumunu oluşturduğu temel bir akılsallığı belirlemeye çalışmıştır. Bu .akılsallığın politikaya da uygulanması gerekeceği açıktır. Toplumsal normlar, tıpkı bilimsel normlar (yöntem kuralları) gibi tartışılabilmelidir. Birincisinde; insanlığın çektiği acıların azaltılması: ikincisinde, insanlığın bilgi dağarcığının genişletilmesi amacı söz konusudur. Popper şöyle der:
“Politikada bilimsel yönteme benzer bir yöntem uygulamanın tek yolu, belirli olumsuz . yanları, bazı istenmeyen sonuçları olmayan hiçbir politik davranışın bulunmadığı varsayımından hareket etmektir. Hataları aramak, bulmak ve gün ışığına çıkarmak, çözümlemek ve bunlardan ders çıkarmak, bilimsel bir politikacının ve politikacı bir bilim adamının yapması gereken şeydir. Bilimsel yöntemi politikaya uygulamak, hiç hata yapmadığımıza kendimizi inandırmak, hatalarımızı görmezden gelmek, gizlemek ve başkalarına yüklemek sanatının yerine daha üstün bir sanatı. yaptığımız hataların sorumluluğunu yüklenmek, bunlardan ders almak ve derslerden ileride aynı hataları yinelememek için yararlanmak sanatını koymak demektir.”
Eleştirel akılcılığa göre, hataların ortaya çıkarılabilmesi için özgür tartışmaya gerek vardır. Özgür tartışma ise, buna olanak tanıyan kurumların ve geleneklerin varlığını gerektirir. Bu hem “bilim adamları toplumu» hem de tüm toplumlar için geçerlidir. Denebilir ki, Popper önce bilim dünyasının nasıl örgütlenmesi gerektiğine ilişkin bir fikir geliştirmiş, sonra bunu bütün topluma, uygulamıştır. Varılan sonuç, Popper'ın “açık toplu” dediği ultra-liberal toplumdur.
Popper'a göre toplumu değiştirirken de P1 TT EE P2 şeması uygulanmalıdır. Burada TT toplumsal bir kurumun değiştirilme denemesini, EE alınan sonuçların özgürce tartışılmasını temsil eder. Popper, toplumda devrimci değişiklikler yapılırsa, hangi sonucun hangi nedene dayandığını görebilmenin olanaksızlaşacağı görüşündedir. Bu ise, P1 TT EE P2= şemasını uygulanamaz hale getirir. Bu ve başka nedenlerle Popper toplumu değiştirmede devrimci yöntemler yerine “adım adım toplumsal düzeltm” ( “piecemeal social engineering” ) yönteminin uygulanmasını savunur. Her adımda, fazla kapsamlı olma- yan, tek bir düzeltme (reform) yapılmalıdır.
POPPERCİLİK
1950'lerin ortalarına kadar Popperciliği tek başına Popper temsil etmiştir. O zamandan bu yana, Popper'm görüşlerini savunan ve Popper'a dayanan ya da Popper'ın felsefesinin içerdiği düşünceleri geliştirdiğini söyleyen kimselerin sayısı giderek çoğalmıştır. 1960'lara gelindiğinde, bu çevre o kadar büyümüştür ki, Poppercilikten başlı başına bir bilim felsefesi okulu olarak söz etmek zorunlu hale gelmiştir. Popperci çevreye dahil bazı düşünürlerin, Popper'ın bazı görüşlerinin, temel savlarıyla. bağdaşmadığını göstermeye çalışmaları da bunu göstermektedir. Örneğin, Popper'ın kendisi tutarlı bir Popperci olmamakla eleştirilmiştir. Popperciliğin önde gelen temsilcileri arasında Joseph Agassi, Hans Albert, (Popper'm profesörlük kadrosunu devralan) Imre Lakatos, Alan Musgrave ve J.W.N. Watkins sayılabilir.
________________________________________
POPPER’İN VE POZİTİVİZMİN ELEŞTİRİSİ
Popper'in metodolojisi yukarıdaki görüşlerle bağdaşmaz. Popper 'e göre, bilim adamlarının yanlışlamaya çalışmaları gereken yanlışlanmamış kuramlar vardır. Kuhn ve Feyerabend'e göre ise, (görünürde) yanlışlanmış kuramlar vardır ve bilim adamlarının görevi, bu kuramların gerçekte yanlışlanmamış olduğunu göstermeye çalışmaktır. Onlar, verilerin ya da temel-önermelerin bir kuramı yargılamalarına izin vermezler. Aksine, çoğunlukla teoriden kalkarak verileri tartışma konusu yapmak gerekir. Feyerabend açıkça, eğer bilim adamları 1500'lerden bu yana Popper'in metod kurallarını izlemiş. olsalardı hâlâ Aristoteles fiziğinde kalınırdı, der.
Kuhn ve Feyerabend'e bakılırsa, Popper'in kendisi için çıkış-noktası olduğunu söylediği tarihsel deneyi yani güneşin çekim alanının ışık ışınlarını ezip eğmediğini belirlemek için yapılan deneyi bile yanlış anlamış olduğu söylenebilir. Popper'in iddia ettiğinin aksine, ölçümün bilinen sonuçları vermemesi halinde genel görelilik kuramının terkedilecek olduğu görüşü, büyük bir olasılıkla yanlıştır; belki de özellikle Einstein bakımından. Ölçüm sırasında kuramı terketmek istemeyeceklerin kolaylıkla tartışma konusu yapabilecekleri bir- çok yardımcı varsayım kullanılmıştır.
Kuhn ve Feyerabend'in pozitivizme ve Popper'e yönelttikleri eleştirilerin büyük bölümü şu görüşlerine dayanır: , Farklı paradigmaları karşılaştırmak olanaksızdır, zira bunlar birbirine çevrilemeyecek kavramları içerirler. Karşılaştırılabilir oldukları yerlerde de tarafsız bir gözlem dili yoktur. Günümüzde filozofların çoğunluğuna göre, bir terimin (kavramın) anlamı, kapsandığı kuramsal bağlama bağlıdır. Dolayısıyla, farklı paradigmaların terimlerinin farklı anlamları vardır. Bundan çıkan sonuç şudur ki, farklı paradigmaların kavramlarının karşılaştırılabilir olup olmadığı sorusu, tarafsız bir gözlem dilinin bulunup bulunmadığı sorusuna bağlıdır. Bu konuda,ki farklı görüşlere burada yer vermeyeceğiz. Ancak , şu kadarını belirtelim ki, tarafsız bir gözlem dilinin varlığına inananlar, algılarımızın kuramlara bağlı bir yönü olduğunu varsayarlar. Kuhn ve Feyerabend'e göre (her ne kadar ikincisi bu konuda biraz müphem ise de), algılarımız kuramlardan öylesine etkilenir ki, bunların tarafsız bir özü yoktur. Farklı kuramlara inananlar farklı şeyler görürler ve bir anlam- da farklı dünyalarda yaşarlar. Eğer bu doğruysa, o zaman hemen hemen bütün kuramlar için deneysel (empirik) destek bulmak mümkündür. Örneğin, Feyerabend'e göre:
«Aynı süreç, cinler ve tanrılar hakkında gerçek gözlem bildirimlerinden sorumludur. [...] Beklentiler, hayalder, korkular ve akıl hastalıkları (sesler duymalar, davranışlarına yabancı bir kuvvetin, ikinci bir kişinin hükmettiği duygusuna kapılmalar) da gerisini tamamlar. [...] Cinlerin doğrudan gözlemlenebilir olması gerekirdi. Ve bu gerçekten de olmuştur: Akli dengesini yitirmiş, bunalım geçirmekte olan kadın örneğini düşünün: sesler duymaktadır; düşle gerçeği birbirinden ayıramamaktadır; ve bunlara dayanarak şeytanla cinsel ilişkide bulunduğuna inânır. (Bir zamanlar, düşlerin içeriği kişinin ruhsal durumunun gerçek belirtisi sayılırdı.) Bu kadın hayali bir gebelik geliştirebilir - ve bu durumdaki kadınların hayali gebelikler geliştirdikleri gerçekten görülmüştür. şeytanca bir etkinin varlığına dâha doğrudan bir kanıt bulunabilir mi?>
Değişik paradigmaların kavramlarının karşılaştırılamayacağı görüşünün pozitivist ve Popperci bilim felsefesi bakımından başka vargıları (consequence) da vardır. Kuramsal dille tarafsız gözlem dili arasında ayrım yapılamıyorsa, gözdeme dayanmayan öğeleri bilimden arındırmaya çalışmak anlamsızdır. (Aslında Kuhn, belirli bir paradigma içinde; kuramsal terimlerle gözlem terimleri arasında kabaca bir ayrım yapılabileceğini yadsımaz. Örneğin, o'na göre, elektron izleri doğrudan gözlemlenebilir. Ancak bununla elektronların gözlemlenebilir olduğunu savunduğu- nu sanmıyoruz.) Bazı pozitivistler, eski kuramların yeni kuramlardan çıkarılabilirliğini savunmuşlardır. Oysa, kuramlar karşılaştırılması olanaksız kavramlar içeriyorlarsa, buna olanak yoktur. Bir kuramdan ancak o kuramın kendi kavramlarıyla ifade edilen önermeler çıkarılabilir.
Popper'in yöntem kurallarının çoğu, farklı kuramların deneysel içeriğinin karşılaştırılabileceğini ( = yanlışlanabilirlik derecesi) varsayar. Değişik kuramların kavramları karşılaştırılamazsa, deneysel içeriğin ölçülmesi olanaksızdır ve dolayısıylâ yöntem kurallarının uygulanabilirliği de kalmaz.
Hem Popper, hem de pozitivistler “buluş bağlamı” ile “doğrulama bağlamı” arasında kesin bir ayrım yapmışlar ve yalnızca ikincisiyle ilgilendiklerini öne sürmüşlerdir. Kuhn ve Feyerabend bu ayrımın bilim felsefesi açısından bir işlevi olmadığı görüşündedirler. Bir paradigmanın “keşfi”, yeni bir kavramlar sistemini öğrenme, daha doğrusu kurma, ve aynı zamanda dünyayı yeni bir biçimde görmeye başlama sürecidir. Ancak dünyayı bir paradigma açısından görmek demek, bir ölçüde doğrulamak demektir. Yani bir paradigmanın keşfedilmesi (kurulması) süreci, onun doğrulanması süreciyle kısmen aynı şeydir. Bundan şu sonuç çıkar: Doğrulamanın nasıl olacağına ilişkin bazı kurallar konacak olursa, kuramların nasıl bulunacağına ilişkin kurallar da bir ölçüde konmuş olur. Pratikte bu iki olayı, Popper ve pozitivistlerin yaptığı gibi, birbirinden ayırmak olanaksızdır. Denebilir ki, “buluş bağlam” ve “doğrulama bağlamı” iki ayrı süreç değil,, aynı sürecin iki yüzüdür.
İki ayrı paradigmanın kavramlarının karşılaştırılamazlığı, Kuhn'un paradigma değişmesinin bir dinden başka bir dine geçişe benzediği görüşünü vurgular. Farklı paradigmaları savunanlar arasında, ancak kısmî bir haberleşme (communication) olabilir. Birinin dilinin diğerinin dilinde karşılığı yoktur. Biri diğerini anladığını söylüyorsa, bu, onun diğerinin dediklerini kendi diline çevirmesi ve dolayısıyla diğerini (kısmen) yanılış anlaması demektir. Yapılacak şey, diğerinin dilini ya da kuramını iyice öğrenmek, bundan sonra hangi kuramın doğru sayılabileceğine karar vermektir. Ancak, yukarıda da gördüğümüz gibi (Paradigmalar bölümüne bakınız) , Kuhn'a göre kişi dünyayı bir anlamda belirli bir paradigma aracılığıyla görür. Yani her iki dili öğrenmek mümkünse de, yansız bir açı yoktur. Kişi kendini daima bir paradigma içinde bulur. Bir paradigmayı benimseyip, başka bir paradigmanın dilini öğrendiği zaman, durumu İngilizce konuşa- bilen ama Fransızca düşünen kişiyi andırır. Ancak bu dil benzetmesini fazla ileri götürmemek gerekir. Çünkü, hem İngilizce hem de Fransızca konuşmayı ve düşünmeyi öğrenmek mümkündür. Oysa Kuhn'a göre, kişi diğer paradigmanın diliyle konuşmaya, dünyayı onun kavramlarıyla görmeye başlar başlamaz, o paradigmayı kabul etmiş olur. ~Bu, bir din değiştirmeye benzer.
Popper'in koyduğu yöntem kuralları genel ve her zaman geçerlidir. Feyerabend ise, genel yöntem kuralları olamayacağını söyler. Bir yöntem kuralı ne denli temel bir kural olarak görülürse görülsün, bu kuralın bir yana bırakılmasını hatta tersinin uygulanmasını zorunlu kılacak durumlar vardır. Feyerabend, özellikle Aristoteles fiziğinden. modern fiziğe geçiş konusunda yazmıştır. Bu yazılarında, modern fiziğin temsilcilerinin birçok ad hoc varsayım kurarak, deneysel olarak belir~enmiş verilere karşı çıktıklarına; Aristoteles'ci varsayımlardan, sezgisel bir an- lamda, daha düşük düzeyde deneysel içeriği olan varsayımlar ortaya atmış olduklarına işaret etmiştir. O'na göre, modern fiziğin kurulabilmesi Popper'in temel yöntem kurallarının uygulan- maması sayesinde mümkün olmuştur.
KUHN VE FEYERABEND’İN PROBLEMLERİ
Kuhn ve Feyerabend pozitivizmin ve Popperciliğin çok ağır ve yer yer yıkıcı bir eleştirisini yapmışlardır. Ancak bu, kendi görüşlerinin sorunsuz olduğu anlamına gelmez. Aslında, onların görüşleri sorunsuz olmaktan çok uzaktır. Kuramlarla gözlemler arasındaki ilişki hakkındaki görüşlerinin ve Kuhn'un, aynı anda iki ayrı paradigmayı tam olarak anlamanın olanaksızlığı görüşünün iyi işlenmiş olduğu söylenemez. Bilimin gelişmesi konusunda söylediklerine içerik kazandırmakta büyük güçlüklerle karşılaşırlar. Kuhn şöyle yazar:
“Bulmaca çözmede Newton mekaniğinin Aristoteles mekaniğine göre; Einstein mekaniğinin de Newton mekaniğine göre, daha iyi birer araç olduğundan kuşku duymuyorum. Ama, bu gelişmede tutarlı bir ontolojik (varlıkbilimsel) gelişme çizgisi de göremiyorum.”
Paradigmaların bulmaca ya da sorun- çözmede daha iyi ya da daha kötü araçlar olmalarından söz edilip, edilemeyeceği bile kendi başına bir sorundur. Çünkü, iki ayrı paradigmaya ortak bir sorun olabileceği dahi kabul edilmemektedir. En fazla, bir paradigmanın kavramlarıyla betimlenen bir sorunun, başka bir paradigmanın kavramlarıyla betimlenen diğer bir soruna benzediğinden söz edilebileceği savunulmaktadır.
PARADİGMA KAVRAMI VE TOPLUMBİLİMLERİ
Feyerabend'in, genel yöntem kuralları olamayacağı görüşü, bilimin yöntem kurallarıyla belirlenemeyeceği sonucunu verir. O'na göre özgül bir bilimsel yöntem yoktur. “Anarşist bilgi teorisi”ni savunur ve Bakunin'in şu sözlerini aktarır: “Bırakın insanlar kendilerini özgür kılsınlar; o zaman kendi kendilerini eğiteceklerdir”
Gerek Kuhn, gerekse Feyerabend bütün örneklerini doğa bilimlerinden alırlar; ancak bu örneklerden, doğa ve toplum bilimleri ilişkisi konusundaki tartışmaya değgin bazı sonuçlar kolayca çıkarılabilir. Kuhn'un paradigmalar üzerine genel görüşlerinin toplum bilimlerine de uygulanabileceği açıktır. Ancak bu görüşler, toplum bilimsel paradigmaların özel anlama yöntemlerini, “Einfühlung” [“Özdeşleyim”] vb., içerip içeremeyeceği konusunda bir şey söylemezler. Feyerabend'in genel yöntem kuralları alamaz görüşü, doğa ve toplum bilimleri ilişkisi tartışması açısından daha anlamlıdır. Bu görüşten, tüm tartışmanın yanlış öncüllerle yürütüldüğü sonucu çıkar. Önce doğabilimsel ( «deney- sel>ı, “hipotetik-dedüktif”, vb.) yöntemin belirlenebileceği kabul edilmiş; sonra bu yöntemin toplum bilimlerince uygulanıp uygulanamayacağı sorusu sorulmuştur: Oysa, Feyerabend'e göre, toplum bilimlerinin bilimselliklerini güven altına almak için ithal edebilecekleri özgül bir metodoloji yoktur.
PARADİGMA KAVRAMI VE İNSAN BİLİMLERİ
Pozitivistler, bilim ile felsefe arasında kesin bir sınır çizilebileceğini .savunurlar. Onlara göre, bilim gözlemlenebilir veriler arasındaki bağlılaşımları belirler; spekülatif felsefe, yalnızca duyguları ifade eder ve gereksizdir. Bilim felsefesi ya da gerçek felsefe ise bilimsel kavramları çözümler. Böylelikle felsefe, kav- ram çözümlemeye indirgenir. Popper'e göre, spekülatif felsefe, gerçek sorunları ele alır ve bilimsel kuramlar için gerekli bir ön- aşamadır; ancak mümkün olan en kısa sürede aşılmalı ve kuramlar yanlışlanabilir, yani bilimsel hale getirilmelidir. Metafizikle bilim arasında kesin bir sınır vardır. Bilim felsefesinin görevi, bilimsel bilgilerin gelişmesini sağlayan genel yöntem kurallarını koymaktır. Kuhn ve Feyerabend'e göre ise, bilim ve felsefe iç içe geçer. Metafizik bir dünya imgesi olmayan bilim olamaz. Ne yan- sız bir gözlem dili, ne de bilimle metafiziği ayıran genel yöntem kuralları vardır. Bu düşünürler bilim felsefesini bilim tarihiyle özdeşleştirme eğilimindedir. Görüldüğü gibi, mantıkçı pozitivistler, Popper ve Kuhn-Feyerabend karşılaştırması şunu ortaya koymaktadır: her bilim felsefesinin bilimin ve felsefenin ne olduğu konusunda belirli bir görüşü vardır; öte yandan bilim ve felsefenin ne olduğu konusunda her görüş belirli bir bilim felsefesini içerir. Kuhn'un paradigmalar görüşünden çıkan bir başka sonuç, felsefeyi bilimlerin anası sayan anlayışın, kısmen de olsa, yanlışlığıdır. Bu anlayışla, felsefeyi bilime bağlayan göbek bağı kesilmiştir. Oysa Kuhn, her bilimsel kuramın, dahil olduğu paradigma tartışma konusu yapıldığında, her zaman için bir ölçüde felsefi savlarla savunulduğu görüşündedir.
Kuhn-Feyerabend felsefesinin, felsefe dışındaki diğer insan bilimleri bakımından dolaysız sonuçları olup olmadığını belirlemek güçtür. Ancak, insan bilimlerinin klasik sorunlarından biri olan yorumsama (hermeneutics) Kuhn ve Feyerabend sayesinde bilim felsefesi problemleri arasına girmiştir. Farklı kuramların kavramları karşılaştırılamaz ise, o zaman savunduğumuz kuramın karşıtı olan kuramı anlayıp anlayamadığımız nasıl bilinebilir? Yorumsama yalnızca geçmişteki kuramlarla ilgili bir sorun değildir. Aynı zamanda varolan kuramlar için de geçerlidir. Pozitivistlerin basit ve sorunsuz, `özneler-arası anlam' kavramı kaybolup gitmiştir. Toplum bilimleri bakımından söylenenler insan bilimleri bakımından da yinelenebilir: Genel bir bilimsel metodoloji olamayacağına göre, bir bilimin bilimselliğini başka bir bilimden ithal edilecek yöntem kurallarıyla güven altına almak olanaksızdır.
PARADİGMALAR VE POLİTİKA
Bazı pozitivistler örtük, Popper ise belirtik olarak, bilimsel yaklaşımın politikaya da uygulanmasını savunurlar. Bilim adamları olgulara dayanarak tartışır ve birbirlerini anlamaya çalışırlar. Politikacılar da aynı şeyi yapacak olurlarsa, bütün önemli çelişkiler çözülebilir. Kuhn ve Feyerabend'in görüşlerinden çıkan sonuçlar (Kuhn bunları hiç tartışmamıştır; Feyerabend ise yalnızca ima eder) , pozitivistlerin ve Popper'in bu anlayışlarını da baş- aşağı eder. Kuhn ve Feyerabend'in görüşlerinden şu sonucu çıkarmak olanaklıdır: Politik akılsallık ve bilimsel akılsallık, geçmişte, bugün ve gelecekte hep aynı akılsallıktır. İkisinin ayrı şeyler olduğuna ilişkin inanç, bilimin normal bilimle özdeşleştirilmesinden doğar. Normal bilim yapılan dönemlerde, olguların ya da gözlemlenebilir verilerin ne olduğu konusunda görüş birliği vardır ve yanlış anlamalara yer bırakmaksızın tartışmak olanaklıdır. Oysa, devrimci bilim yapılan dönemlerde, birbirinden bütünüyle farklı paradigmaların savunucuları karşı karşıya gelirler ve o zaman `tipik politik' denilen durumlar ortaya çıkar. Taraflar birbirlerini anlamazılar ve taraflardan biri diğerinin olguları dikkate almadığını öne sürer. Bu durumun tipik olarak görülmesinin nedeni, kökten farklı düşünen tarafların toplumun nasıl işlediğine dair tümüyle farklı paradigmaları olmasıdır.
Kuhn ve Feyerabend'in görüşlerinden, “bilimsel akılsallığın” özgürce işlemesine izin verilmeyen tarihin iki ünlü olayını (Galileo ve Lisenk”olaylarını) nasıl değerlendirmek gerekeceği konusunda da bazı sonuçlar çıkar. Pratikte her iki olay da nihaî olarak çözülmüştür: Galileo doğru; Lisenko ise yanlıştı. Sorun, bu olayların teoride de çözülüp çözülmediği, yani hatanın nereden ileri geldiğinin; gelecekte işlenmesini de önleyecek şekilde, belirlenip belirlenmediğidir. Genellikle kabul edilen çözüm, Galileo olayından dinin, Lisenko olayında, da politikanın bilime egemen olduğudur. Yanlışlık, bilimin kendi kendine egemen olmasına izin verilmemiş olmasındadır. Bu çözüm, bilimselliğin ne olduğunun iyice bilindiği varsayımına dayanır. Oysa, Kuhn ve Feyerabend'e göre bilimsellik tam olarak belirlenemez! Kuhn terminolojisiyle bu iki olay şöyle betimlenebilir: Galileo, yöneticilerin Aristoteles fiziğini de içeren, paradigmasıyla bağdaşmayan bir paradigmayı savundu. Lisenko'nun ise hiç geliştirilmemiş olan bir alanda, yönetenlerin paradigmasına (yani, diyalektik materyalizme) diğerlerinden çok daha uygun düşen bir kuramı vardı. Konuya böyle bakılacak olursa, sorun `dine ve politikaya karşı bilim' olmaktan çıkar ve hangi paradigmanın doğru olduğunun nasıl belirleneceği sorunu olur. Bunu belirleyecek basit bir ölçüt de yoktur.
YÖNTEM KURALLARI NEDİR?
Feyerabend genel bilimsel yöntem kuralları olduğunu yadsır; ama bazı `çalışma kuralları' konabileceğini yadsımaz. Ancak, bu çalışma kuralları bilime özgü değildir. Gerek edebiyatta, gerekse poltikada bilime uygulanabilecek yöntemler bulunabilir. Farklı paradigmalarm savunucuları arasında bir kavram karışıklığı vardır; birine göre, diğerinin görüşleri saçmadır. Her taraf kendi görüşlerini doğal ve doğru görürken; diğerinin görüşlerini yalnızca yanlış değil aynı zamanda biraz da çılgınca bulur. Bu durumda, karşıt tarafa savunduğu görüşlerin saçmaladığı nasıl gösterilebilir? Feyerabend'e göre, bu konuda bilim adamlarının tiyatroculardan öğrenecekleri çok şey vardır. Brecht'in “Verf- remdungseffekt”kavramına ve Ionesco'nun hergün yaşanan durumları nasıl saçma haline getirdiğine atıfta bulunur. Ancak kullandığı bu örneklerden hiç birin.? somut bir bilimsel tartışmaya uygulamış değildir. (David Cooper'in Psikiyatri ve Anti-Psikiyatri adlı kitabında Feyerabend'in önerdiği yöntemi uyguladığı söylenebilir: “...Naziler onbinlerce insanı zehirli gazla öldürdüler.
İngiltere'de de onbinlerce insanın beyni ya cerrahi yoldan dumura uğratılmakta ya da elektrik şoklarıyla tahrip edilmektedir.o )
Feyerabend'in . politikadan nasıl metodoloji çıkardığı, Lenin'in Ne Yapmalı? adlı kitabından bir parçayı, aşağıdaki gibi yenide yazışında görülmektedir:
“Genel olarak tarih ve özel olarak devrimler tarihi, en iyi tarihçilerin ve en iyi metodologların (Lenin'de: en gelişmiş sınıfların en iyi partilerinin, en bilinçli öncülerinin) sandığından çok daha zengin, çok daha değişken ve çok-yanlı, çok. daha canlı ve `kurnaz'dır. [...] Bundan [tarihsel sürecin niteliğinden] iki çok önemli pratik sonuç çıkar: Bilim- sel teorileri değiştirme7c isteyen lcimse (devrimci sınıf), bu görevi yerine getirmek için, yalnızca belirli bir metodolojiyi değil, hiçbir istisna tanımaksızın, bütün metodolojileri ve bunların düşünülebilecek bütün çeşitlerini anlayabilmeli ve uygulayabilmeli (siyasal çalışmanın bütün biçimlerini ve yönlerini iyice öğrenmeli) ve bunların birinden diğerine en çabuk ve en beklenmedik bir şekilde geçebilmeye hazır olmalıdır.”
3 Yorumlar
muhteşem ötesi bir makale çok güzel şeyler kattı bana.ayrıca kuhndan çok etkilendim.gerçekten bilime bakış açımı yeniden gözden geçirmemi sağladı.daha önceden de söylediğim gibi pozitivizmle sosyoloji çözülemez her ne kadar da comte bu fikri ortaya atmış olsa da.bu arada khunun görüşlerinin lenini gerçekten doğruladığını gösteriyor.lenin siyaset anlayışını değiştiren devrimci sınıf aynı zamanda bilim anlayışını da kökten değiştirecektir derken kastettiği düşünce gerçekten de khununkiyle örtüşüyor.
aradan bir sene geçti ve tam da bu konuyu içeren bir konu üzerinde çalışıyodum.sosyolojik yöntemde çağdaş yaklaşımlar.bende önceden bu makaleyi okmuş ve özümsemiş olmanın verdiği bir huzurla tekrar okudum şimdi..
Bana ulaşır mısınız lütfen . Bir bilgi alışverişinde bulunmak isterim . Felsefe grubu öğrencisiyim