Fenomenoloji ve Hermeneutik - 1
|
Husserl’in başlangıcı
Anlıksal yaşamın, ekin ve politikanın birçok alanında yirminci yüzyıl coşkulu bir yeni başlangıçlar duygusuyla başladı. Önceki çağ zayıflık ve çöküş damgasını taşıyordu. Kaynaklara bir kez daha geri dönebilmek için ondan olabildiğince uzaklaşma isteği duyuluyordu. Bu felsefe için sanatlar ve toplumsal örgütleniş için olduğundan daha az doğru değildi. Ondokuzuncu yüzyılın felsefi olarak verimsiz olmuş olduğu kanısı yaygındı. Bir kez Almanya’da klasik felsefe dönemi tamamlandıktan sonra, alan yeni kuşakların ikinci sınıf temsilcileri tarafından ele geçirilmiş ve özgün düşüncenin yeri büyük ölçüde akademik putların kofluğu ve skolastik üniversite tartışmaları tarafından alınmıştı. Yalnızca Kierkegaard, Marx ya da Nietzsche gibi bu alanın dışında duran birkaç kafa gerçeği her zaman felsefenin onuru olmuş olan köktenci tin içinde aradılar, çünkü meslekten hocaların sınıfları dışındaki dünyayı ancak iveğen ve önemli sorular uyarır. Buna özel bilimlerdeki ilerlemelerin ve bunların genel kamunun gözündeki başarılarının felsefe için neden olduğu küçük düşürücü durumu eklemek gerekir. Felsefe giderek yeğinleşen bir ölçekte kendi geçerliği konusunda bir bunalımla karşılaşıyordu. Arı düşüncenin henüz özel olarak söyleyecek neyi vardı? Felsefi temaların çoğu daha şimdiden bilimsel incelemenin konuları olmamış mıydı ve geri kalanlarını da aynı yazgı beklemiyor muydu? Bilimsel sıkılık ve yöntemsel duruluk hiç kuşkusuz tüm yargılarda kendilerine öncelik verilmesini hak ederler, öyle ki felsefe ön bilimsel düşüncenin bir kalıntısı olarak görünerek yavaş yavaş geleneksel eğitimli elit için ayrılmış ekinsel bir konuma düşme gözdağını vermektedir. Bilimin genişlemesi ve belles lettres [yazın yapıtları] arasında ciddi felsefi çalışma için hiçbir yer kalmamış görünüyordu.
Eğer yüzyılın başında fenomenolojik devimin belirleyici önemdeki başlayışına eşlik eden coşkuyu anlamak istiyorsak, bu durumu gözden kaçırmamalıyız: bu devimin etkisinin izleri açıkça günümüze dek gözlenebilir. Bu yüzden, fenomenoloji ve hermeneutikteki güncel etkinliğin arkatasarını aydınlatabilmek için, izlencenin Husserl’deki başlangıçlarını ve Heidegger tarafından daha öte geliştirilmesini kısaca özetleyeceğim. Fenomenolojik felsefenin özsel özellikleri o zamanların devrimci durumu tarafından açıklanabilir ve aynı zamanda eleştiri altına alınabilir. Hiç kimse felsefenin Husserl tarafından önerilen yol boyunca değişmeksizin sürebilecek olduğunu söylemeyi istemeyecektir. Onun fenomenoloji bayrağı altında ilerlemeye bıraktığı yeni felsefi bilincin büyük devimi daha başlarında yön birliğini yitirdi. Martin Heidegger, Husserl’in ilkin meşaleyi taşımayı sürdürecek gibi görünen bu en yetenekli öğrencisi, çok geçmeden başını alıp kendi oldukça bağımsız yoluna girdi. Herşeyden önce Heidegger’in karşıçıkışlarının etkisi altındaydı ki Husserl yaşlılığında kökensel görüşlerinin bir düzeltme gereksiniminde olduklarını düşünmeye başladı. Fenomenoloji değişik ülkelerde içlerinde çeşitli etkilerin kesiştikleri okulların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bununla birlikte, Husserl’in başlangıçtaki dürtüsü bugün ancak birkaç yanında yaşıyor görünmektedir, belki de hepsinden önce felsefenin tüm soyutlama ve kurgulardan uzaklaşması ve ‘şeylerin kendilerine’ geri dönmesi gerektiği ilkesinde. Pekala şurada burada ve giderek toplumbilim ve ruhbilim gibi alanlarda bile Husserl’e felsefede olduğundan daha büyük bağlılık gösteren izleyiciler olabilir. Ama fenomenolojik öğretinin, değişkiye uğramış biçimlerde de olsa—özellikle hermeneutik biçiminde—, çağdaş felsefi tartışmalardan ne düzeyde sorumlu olduğu ancak gelişiminin bağlamında açığa çıkacaktır. Başından başlayalım.
Bilimsel emperyalizme karşı felsefenin kendine özgü savlarını yeniden saptama görevi Husserl’e düştü. Bu amaçla iki şeyi göstermesi gerekmişti. İlkin, özel görgül bilimlerin daha önceki felsefi alana yayılmalarını durduracak sınırları kesin olarak belirtmek zorunluydu. İkinci olarak, felsefenin gelişigüzel bir hoppalık olma—bir Weltanschauungdan ya da dünya görüşünden daha çoğu olmama—görünüşünden kurtarılması ve bilimsel ussallığa üstün olmasa bile en azından eşit olduğunun tanıtlanması gerekiyordu. İlk adım Husserl tarafından iz bırakıcı girişiminde, Mantıksal Araştırmalar’da atıldı. Çalışma 1900’den başlayarak üç cilt olarak çıktı ve daha öte çeşitli yayımları yapıldı. Husserl’in bu ilk büyük çalışması büyük bir olasılıkla günümüz felsefesinin ayırdedici yanları olan ilgilerle değme noktalarının da çoğunu sunmaktadır, gerçi terminolojinin belli bir düzeyde çevrilmesi gerekli olsa da. En önemlisi, zamanımızın felsefi gelişiminde saltık olarak özeksel bir konum doldurmaya başlamış olan dil, Husserl için birincil bilinç fenomenlerinin çözümlemesi ile karşılaştırma içinde yalnızca altgüdümlü bir rol oynuyordu.
Husserl’in tasarı ‘arı mantık ve bilgikuramı için yeni bir temel’den daha azını kapsamıyordu ve bunun, Önsözün belirttiği gibi, anlıksal işlemlerin görgül bilimsel açıklamasına girişen saldırgan bir ruhbilimciliğe karşı savunulması gerekiyordu (Prolegomena, Cilt 1). Ruhbilim çoktandır bilinç etkinliklerini bilimsel araştırma yöntemleri tarafından incelenecek nesnel olgular olarak ele almaya başladığı için, henüz bilimlerin ve bunların işlem yollarının bile temelleri olan mantık ve bilgikuramının arı ve a priori doğasını tanıtlamak zorunluydu. Bilimsel ruhbilim düşünmenin ne olduğunu açıklayamazdı, çünkü etkinliği tüm düşünceyi belirleyen biçimsel ilkeler ve mantıksal kurallar üzerine bağımlıdır. Aynı zamanda, benzer bir gözlem Gottlob Frege’yi de esinlendirmişti. Frege Husserl’in ön fenomenolojik erken çalışmalarından biri olan Aritmetik Felsefesi’ni (1891) ruhbilimsel öğelerden kalıntılar barındırması nedeniyle sert bir biçimde eleştiriyordu. Frege de anlatımların mantıksal anlamlarını özerk çözümleme için ayırmak ve ruhbilimin yetki taslamasına karşı direnmek istiyordu. Giderek geç çalışmalarından birinde işi fiziksel ve ansal dünyaların yanısıra düşünceler için yarı Platonik bir ‘üçüncü dünya’ konutlamaya dek vardırmıştı. Frege ve Husserl mantığın arılığı ile ilgileniyorlardı ve bu ilgi birini semantiğe, ötekini ise fenomenolojik yönteme götürecekti. Daha sonra aşağıda, Ernst Tugendhat’ın çalışmalarının çağdaş örneğini alarak, Husserl’in mantığının ve bilgikuramının Fregeci bir perspektifte nasıl sunulabileceğini gözleyeceğiz.
Husserl ikinci adımı birinciyi izlemeye bırakmıştı. Bilimsel araştırmaya teslim edilemeyecek bir nesneler alanının gösterilmesi felsefenin bilimin ölçünleri karşısında yeniden doğrulanmasını olanaklı kılıyordu. Felsefe bilimdışı değildir, tersine tam olarak bilginin en yüksek ölçünlerini doyurur. ‘Sıkı bir bilim olarak felsefe’—bu bir 1911 incelemesinin militan görünüşlü başlığıydı. İzlencenin gerçek yerine getirilişini Husserl Arı Bir Fenomenoloji ve Fenomenolojik Felsefe İçin Düşünceler (Cilt 1, 1913)10 başlıklı çalışmasında sundu. Çalışmanın tam başında şunlar bildirilir: ‘Burada bizi kendisine götürecek yolu aradığımız ve benzersiz konumunu tüm başka bilimler açısından açığa çıkarmayı ve felsefenin en temel alanı olarak ortaya koymayı istediğimiz Arı Fenomenoloji özsel olarak yeni bir bilimdir ki, yönetici özelliğinden ötürü, sıradan düşüncemizin en uzağında yatar ve bu yüzden günümüze dek bir gelişme dürtüsü gösterememiştir. Kendini bir ‘‘fenomenler’’ bilimi olarak adlandırır.’
Öne sürülen görüş Avrupa felsefesinin hiçbir zaman bütünüyle gerçekleşmemiş ve şimdi en azından başarılma yolunda görünen eski bir umudunu yerine getirmeyi hedefler. Descartes’ın İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar’ından (Meditationes de prima philosophia) Kant’ın bilgiyi aşkınsal bir eleştiri temelinde yeniden kurma çabasına, Fichte’nin Bilgi Kuramı’na ve felsefi bir kuramı bilimsel bir konumla sağlam temeller üzerine yerleştirmek için yinelenen tüm başka girişimlere dek uzanır. Husserl kendini açıkça bu çizgiye ait görüyordu.
Fenomenolojik yöntem
Bununla birlikte, bir ‘fenomenler bilimi’ ne demektir? Ruhbilim ile tartışmasında Husserl bilinçli deneyim ile başlar, ama bunu hiç kuşkusuz bir bilim nesnesi olarak, eş deyişle dünyada salt özel bir ‘ansal’ damgasını taşıyan olgusal bir veri olarak ele almaz. Bu dahaçok tümüyle fenomenler üzerinde özel bir yoğunlaşma sorunudur. Fenomenoloji kavramı böylece birincil olarak bir yöntem anlamında anlaşılacaktır. Bilincimizin doğal tutumunda kendiliğinden açık olarak görülen tüm varoluş sayıltıları yapay olarak dışlandıktan sonra, bilinçte bulunanın arı içeriği betimlenecektir. Dünyada gündelik yaşantımızdaki bilinçli deneyimlerin yorumlarının yöntemsel olarak gözardı edilmesini belirtmek üzere Husserl iki karışık terim getiriyordu. Bunların birbirleriyle ilişkileri görünürde bütünüyle açık değildir: ‘epoke’ kuşkucuların yargıyı askıya alışlarını anımsatır ve ‘indirgeme’ deneyimlerin öznel değişkilerden özgür arı içeriğini hedefler. Ama nesnel dünyaya ilişkin tüm dolaysız sayıltıların gözardı edilmesi ve öznel bilincin içersine çekilme bir çıkmaz sokağa götürmeyecek midir?
İçebakış yoluyla bilincimizde saptadığımız arı içerik üzerinde yoğunlaşma boş değildir, çünkü daha baştan bilinç birşeyin bilinci olarak anlaşılmaktadır. Bilincin öğesel yapısı öyle bir yolda oluşmuştur ki bir içerik olmaksızın bilinç diye birşey yoktur ve bilinç bu içeriğin bilincidir. Bilinç temel olarak kendi ötesine göndermede bulunur. Husserl skolastik felsefeden alınan ve ona öğretmeni Brentano tarafından iletilen bir kavramdan yararlanır: bilincin öğesel yapısını niyetsellik olarak adlandırır. Bilincin niyetselliği, ya da kendisinden başka birşey üzerine yönelmişliği, Husserl’in en verimli içgörülerinden biri olmuştur. Bu adının kökeninin de kendinde gösterdiği gibi hiçbir biçimde yeni bir kavram değildir ve gerçekte tüm deneyimimizin önemli bir parçasını belirtir. Benin düşünsel bir ayrımsamasının arı içselliği üzerinde yoğunlaşan bir bilinç kuramı hiçbir yere götürmeyecek, çünkü bilincin yalnızca bir iç ayrımsama olmayan ama o denli de içerik ile dolu olan belirli doğasını gözardı edecektir. Husserl giderek ‘içkinlikte aşkınlık’tan bile söz ediyor ve bununla olumsal sayıltılardan ve öznel sezgilerden özgür olarak bilince yönelik bir bakışın bir hiçliğe büzülmeyeceğini, tersine her tür içerikle ilişkili olacağını imliyordu.
Ruhbilimi uzaklaştırma tasarı başarılıdır, eğer fenomenleri bundan böyle bir nesnenin bir özne için görüngüsü olarak yorumlamak yerine, onları yöntemsel olarak kendilerini çözümlemeye arı bir biçimde sunacakları bir yolda hazırlamak anlamlıysa. Dünyaya ilişkin dolaysız anlayışımız öyleyse ilkin ‘parantezlenmelidir’—eş deyişle, felsefi düşünmede saf insanlar olarak olgusal saydıklarımızı gözardı etmeliyiz. Bu tutum hiçbir biçimde nesnel dünya ile ilgilenişimizdeki ilk pekinliği ortadan kaldırmaz, ya da dikkafalı bir İdealizmin yolunda bilincin kendisinden yeni bir dünya kurmaz. Platonik terminolojiye öykünerek, Husserl felsefenin görevini dahaçok doxadan eidosa, temelsiz sanıdan sorunun özüne yol olarak tanımlar. Fenomenolojik tutum değişimi böylece bize bir vuruşta ‘şeylerin kendilerini’ bildirecek işlemsel bir aygıttan daha çoğu değildir.
Anlıksal yaşamın, ekin ve politikanın birçok alanında yirminci yüzyıl coşkulu bir yeni başlangıçlar duygusuyla başladı. Önceki çağ zayıflık ve çöküş damgasını taşıyordu. Kaynaklara bir kez daha geri dönebilmek için ondan olabildiğince uzaklaşma isteği duyuluyordu. Bu felsefe için sanatlar ve toplumsal örgütleniş için olduğundan daha az doğru değildi. Ondokuzuncu yüzyılın felsefi olarak verimsiz olmuş olduğu kanısı yaygındı. Bir kez Almanya’da klasik felsefe dönemi tamamlandıktan sonra, alan yeni kuşakların ikinci sınıf temsilcileri tarafından ele geçirilmiş ve özgün düşüncenin yeri büyük ölçüde akademik putların kofluğu ve skolastik üniversite tartışmaları tarafından alınmıştı. Yalnızca Kierkegaard, Marx ya da Nietzsche gibi bu alanın dışında duran birkaç kafa gerçeği her zaman felsefenin onuru olmuş olan köktenci tin içinde aradılar, çünkü meslekten hocaların sınıfları dışındaki dünyayı ancak iveğen ve önemli sorular uyarır. Buna özel bilimlerdeki ilerlemelerin ve bunların genel kamunun gözündeki başarılarının felsefe için neden olduğu küçük düşürücü durumu eklemek gerekir. Felsefe giderek yeğinleşen bir ölçekte kendi geçerliği konusunda bir bunalımla karşılaşıyordu. Arı düşüncenin henüz özel olarak söyleyecek neyi vardı? Felsefi temaların çoğu daha şimdiden bilimsel incelemenin konuları olmamış mıydı ve geri kalanlarını da aynı yazgı beklemiyor muydu? Bilimsel sıkılık ve yöntemsel duruluk hiç kuşkusuz tüm yargılarda kendilerine öncelik verilmesini hak ederler, öyle ki felsefe ön bilimsel düşüncenin bir kalıntısı olarak görünerek yavaş yavaş geleneksel eğitimli elit için ayrılmış ekinsel bir konuma düşme gözdağını vermektedir. Bilimin genişlemesi ve belles lettres [yazın yapıtları] arasında ciddi felsefi çalışma için hiçbir yer kalmamış görünüyordu.
Eğer yüzyılın başında fenomenolojik devimin belirleyici önemdeki başlayışına eşlik eden coşkuyu anlamak istiyorsak, bu durumu gözden kaçırmamalıyız: bu devimin etkisinin izleri açıkça günümüze dek gözlenebilir. Bu yüzden, fenomenoloji ve hermeneutikteki güncel etkinliğin arkatasarını aydınlatabilmek için, izlencenin Husserl’deki başlangıçlarını ve Heidegger tarafından daha öte geliştirilmesini kısaca özetleyeceğim. Fenomenolojik felsefenin özsel özellikleri o zamanların devrimci durumu tarafından açıklanabilir ve aynı zamanda eleştiri altına alınabilir. Hiç kimse felsefenin Husserl tarafından önerilen yol boyunca değişmeksizin sürebilecek olduğunu söylemeyi istemeyecektir. Onun fenomenoloji bayrağı altında ilerlemeye bıraktığı yeni felsefi bilincin büyük devimi daha başlarında yön birliğini yitirdi. Martin Heidegger, Husserl’in ilkin meşaleyi taşımayı sürdürecek gibi görünen bu en yetenekli öğrencisi, çok geçmeden başını alıp kendi oldukça bağımsız yoluna girdi. Herşeyden önce Heidegger’in karşıçıkışlarının etkisi altındaydı ki Husserl yaşlılığında kökensel görüşlerinin bir düzeltme gereksiniminde olduklarını düşünmeye başladı. Fenomenoloji değişik ülkelerde içlerinde çeşitli etkilerin kesiştikleri okulların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bununla birlikte, Husserl’in başlangıçtaki dürtüsü bugün ancak birkaç yanında yaşıyor görünmektedir, belki de hepsinden önce felsefenin tüm soyutlama ve kurgulardan uzaklaşması ve ‘şeylerin kendilerine’ geri dönmesi gerektiği ilkesinde. Pekala şurada burada ve giderek toplumbilim ve ruhbilim gibi alanlarda bile Husserl’e felsefede olduğundan daha büyük bağlılık gösteren izleyiciler olabilir. Ama fenomenolojik öğretinin, değişkiye uğramış biçimlerde de olsa—özellikle hermeneutik biçiminde—, çağdaş felsefi tartışmalardan ne düzeyde sorumlu olduğu ancak gelişiminin bağlamında açığa çıkacaktır. Başından başlayalım.
Bilimsel emperyalizme karşı felsefenin kendine özgü savlarını yeniden saptama görevi Husserl’e düştü. Bu amaçla iki şeyi göstermesi gerekmişti. İlkin, özel görgül bilimlerin daha önceki felsefi alana yayılmalarını durduracak sınırları kesin olarak belirtmek zorunluydu. İkinci olarak, felsefenin gelişigüzel bir hoppalık olma—bir Weltanschauungdan ya da dünya görüşünden daha çoğu olmama—görünüşünden kurtarılması ve bilimsel ussallığa üstün olmasa bile en azından eşit olduğunun tanıtlanması gerekiyordu. İlk adım Husserl tarafından iz bırakıcı girişiminde, Mantıksal Araştırmalar’da atıldı. Çalışma 1900’den başlayarak üç cilt olarak çıktı ve daha öte çeşitli yayımları yapıldı. Husserl’in bu ilk büyük çalışması büyük bir olasılıkla günümüz felsefesinin ayırdedici yanları olan ilgilerle değme noktalarının da çoğunu sunmaktadır, gerçi terminolojinin belli bir düzeyde çevrilmesi gerekli olsa da. En önemlisi, zamanımızın felsefi gelişiminde saltık olarak özeksel bir konum doldurmaya başlamış olan dil, Husserl için birincil bilinç fenomenlerinin çözümlemesi ile karşılaştırma içinde yalnızca altgüdümlü bir rol oynuyordu.
Husserl’in tasarı ‘arı mantık ve bilgikuramı için yeni bir temel’den daha azını kapsamıyordu ve bunun, Önsözün belirttiği gibi, anlıksal işlemlerin görgül bilimsel açıklamasına girişen saldırgan bir ruhbilimciliğe karşı savunulması gerekiyordu (Prolegomena, Cilt 1). Ruhbilim çoktandır bilinç etkinliklerini bilimsel araştırma yöntemleri tarafından incelenecek nesnel olgular olarak ele almaya başladığı için, henüz bilimlerin ve bunların işlem yollarının bile temelleri olan mantık ve bilgikuramının arı ve a priori doğasını tanıtlamak zorunluydu. Bilimsel ruhbilim düşünmenin ne olduğunu açıklayamazdı, çünkü etkinliği tüm düşünceyi belirleyen biçimsel ilkeler ve mantıksal kurallar üzerine bağımlıdır. Aynı zamanda, benzer bir gözlem Gottlob Frege’yi de esinlendirmişti. Frege Husserl’in ön fenomenolojik erken çalışmalarından biri olan Aritmetik Felsefesi’ni (1891) ruhbilimsel öğelerden kalıntılar barındırması nedeniyle sert bir biçimde eleştiriyordu. Frege de anlatımların mantıksal anlamlarını özerk çözümleme için ayırmak ve ruhbilimin yetki taslamasına karşı direnmek istiyordu. Giderek geç çalışmalarından birinde işi fiziksel ve ansal dünyaların yanısıra düşünceler için yarı Platonik bir ‘üçüncü dünya’ konutlamaya dek vardırmıştı. Frege ve Husserl mantığın arılığı ile ilgileniyorlardı ve bu ilgi birini semantiğe, ötekini ise fenomenolojik yönteme götürecekti. Daha sonra aşağıda, Ernst Tugendhat’ın çalışmalarının çağdaş örneğini alarak, Husserl’in mantığının ve bilgikuramının Fregeci bir perspektifte nasıl sunulabileceğini gözleyeceğiz.
Husserl ikinci adımı birinciyi izlemeye bırakmıştı. Bilimsel araştırmaya teslim edilemeyecek bir nesneler alanının gösterilmesi felsefenin bilimin ölçünleri karşısında yeniden doğrulanmasını olanaklı kılıyordu. Felsefe bilimdışı değildir, tersine tam olarak bilginin en yüksek ölçünlerini doyurur. ‘Sıkı bir bilim olarak felsefe’—bu bir 1911 incelemesinin militan görünüşlü başlığıydı. İzlencenin gerçek yerine getirilişini Husserl Arı Bir Fenomenoloji ve Fenomenolojik Felsefe İçin Düşünceler (Cilt 1, 1913)10 başlıklı çalışmasında sundu. Çalışmanın tam başında şunlar bildirilir: ‘Burada bizi kendisine götürecek yolu aradığımız ve benzersiz konumunu tüm başka bilimler açısından açığa çıkarmayı ve felsefenin en temel alanı olarak ortaya koymayı istediğimiz Arı Fenomenoloji özsel olarak yeni bir bilimdir ki, yönetici özelliğinden ötürü, sıradan düşüncemizin en uzağında yatar ve bu yüzden günümüze dek bir gelişme dürtüsü gösterememiştir. Kendini bir ‘‘fenomenler’’ bilimi olarak adlandırır.’
Öne sürülen görüş Avrupa felsefesinin hiçbir zaman bütünüyle gerçekleşmemiş ve şimdi en azından başarılma yolunda görünen eski bir umudunu yerine getirmeyi hedefler. Descartes’ın İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar’ından (Meditationes de prima philosophia) Kant’ın bilgiyi aşkınsal bir eleştiri temelinde yeniden kurma çabasına, Fichte’nin Bilgi Kuramı’na ve felsefi bir kuramı bilimsel bir konumla sağlam temeller üzerine yerleştirmek için yinelenen tüm başka girişimlere dek uzanır. Husserl kendini açıkça bu çizgiye ait görüyordu.
Fenomenolojik yöntem
Bununla birlikte, bir ‘fenomenler bilimi’ ne demektir? Ruhbilim ile tartışmasında Husserl bilinçli deneyim ile başlar, ama bunu hiç kuşkusuz bir bilim nesnesi olarak, eş deyişle dünyada salt özel bir ‘ansal’ damgasını taşıyan olgusal bir veri olarak ele almaz. Bu dahaçok tümüyle fenomenler üzerinde özel bir yoğunlaşma sorunudur. Fenomenoloji kavramı böylece birincil olarak bir yöntem anlamında anlaşılacaktır. Bilincimizin doğal tutumunda kendiliğinden açık olarak görülen tüm varoluş sayıltıları yapay olarak dışlandıktan sonra, bilinçte bulunanın arı içeriği betimlenecektir. Dünyada gündelik yaşantımızdaki bilinçli deneyimlerin yorumlarının yöntemsel olarak gözardı edilmesini belirtmek üzere Husserl iki karışık terim getiriyordu. Bunların birbirleriyle ilişkileri görünürde bütünüyle açık değildir: ‘epoke’ kuşkucuların yargıyı askıya alışlarını anımsatır ve ‘indirgeme’ deneyimlerin öznel değişkilerden özgür arı içeriğini hedefler. Ama nesnel dünyaya ilişkin tüm dolaysız sayıltıların gözardı edilmesi ve öznel bilincin içersine çekilme bir çıkmaz sokağa götürmeyecek midir?
İçebakış yoluyla bilincimizde saptadığımız arı içerik üzerinde yoğunlaşma boş değildir, çünkü daha baştan bilinç birşeyin bilinci olarak anlaşılmaktadır. Bilincin öğesel yapısı öyle bir yolda oluşmuştur ki bir içerik olmaksızın bilinç diye birşey yoktur ve bilinç bu içeriğin bilincidir. Bilinç temel olarak kendi ötesine göndermede bulunur. Husserl skolastik felsefeden alınan ve ona öğretmeni Brentano tarafından iletilen bir kavramdan yararlanır: bilincin öğesel yapısını niyetsellik olarak adlandırır. Bilincin niyetselliği, ya da kendisinden başka birşey üzerine yönelmişliği, Husserl’in en verimli içgörülerinden biri olmuştur. Bu adının kökeninin de kendinde gösterdiği gibi hiçbir biçimde yeni bir kavram değildir ve gerçekte tüm deneyimimizin önemli bir parçasını belirtir. Benin düşünsel bir ayrımsamasının arı içselliği üzerinde yoğunlaşan bir bilinç kuramı hiçbir yere götürmeyecek, çünkü bilincin yalnızca bir iç ayrımsama olmayan ama o denli de içerik ile dolu olan belirli doğasını gözardı edecektir. Husserl giderek ‘içkinlikte aşkınlık’tan bile söz ediyor ve bununla olumsal sayıltılardan ve öznel sezgilerden özgür olarak bilince yönelik bir bakışın bir hiçliğe büzülmeyeceğini, tersine her tür içerikle ilişkili olacağını imliyordu.
Ruhbilimi uzaklaştırma tasarı başarılıdır, eğer fenomenleri bundan böyle bir nesnenin bir özne için görüngüsü olarak yorumlamak yerine, onları yöntemsel olarak kendilerini çözümlemeye arı bir biçimde sunacakları bir yolda hazırlamak anlamlıysa. Dünyaya ilişkin dolaysız anlayışımız öyleyse ilkin ‘parantezlenmelidir’—eş deyişle, felsefi düşünmede saf insanlar olarak olgusal saydıklarımızı gözardı etmeliyiz. Bu tutum hiçbir biçimde nesnel dünya ile ilgilenişimizdeki ilk pekinliği ortadan kaldırmaz, ya da dikkafalı bir İdealizmin yolunda bilincin kendisinden yeni bir dünya kurmaz. Platonik terminolojiye öykünerek, Husserl felsefenin görevini dahaçok doxadan eidosa, temelsiz sanıdan sorunun özüne yol olarak tanımlar. Fenomenolojik tutum değişimi böylece bize bir vuruşta ‘şeylerin kendilerini’ bildirecek işlemsel bir aygıttan daha çoğu değildir.
1 Yorum
Selamlar . Hatırladığım kadarı ile çok eski bir blog. Devam etmeniz güzel. Unutmayayım diye takibe aldım.