Bilim Tarihi Düşüncesi
|
Celal Gürbüz
Ç.Ü.Eğitim Fak. Felsefe Grubu Eğ
Bilim tarihini bilimin içinde kalarak izlemenin sayısız yararları olmakla birlikte, eğer tarihsel süreç içinde o tarihle birlikte nelerin de düşünülmüş olduğu da göz önüne alınırsa salt empirik bir yönelişin bu tarihe bir anlam kazandırabileceğini düşünmek oldukça sorunludur. Her hangi bir alandaki olgu(!) incelemesinin, o olgu alanını temellendiren anlayış ve görüş perspektifleri dikkate alınmazsa dokümanter bir inceleme olmaktan kurtulamaz.
Bilimin tarihi, bilimsel faaliyetin türünün ve tarzının, dayandığı ilke ve yöntemlerinin, deneyim ve teorilerinin hangi aşamalardan geçtiğini tasarlamak olduğu gibi, bu kazanımların geçişli ve karşılaştırmalı yorumunu da içerir. Bilimin tarihi, genel tarihin bir bölümüdür ve tarihin genel belirlenimlerinin dışında veya üstünde düşünülemez. Tarih, zamansal bir oluşumu gösterdiği gibi, bu oluşum içinde görünenlerin bağlantılı bir betimini de içerir. Betimleme, her zaman betimlenen şeye bağlı olmak durumundadır. Ancak ne tür bir betimleme tarzının diğerlerine göre daha uygun olduğu, neyin gerçekten “tarihsel” olduğuyla ilişkindir. İnsani bir etkinlik biçimi olarak bilim, insanca bir erekte içerir. Gerçi bilim, özellikle doğa bilimleri, araştırmalarının yön alışında erekli düşünmeden uzaklaşarak nedenli düşünmeye yönelirlerse de (insan ve kültür bilimlerinde daha da sorunludur) bir kültür oluşturması, tekniğe yol açması bakından ve insanın yaşama biçimine yön veren yanları yüzünden dünyayı ve içinde insanı değiştirme sürecinde doğrudan ya da dolaylı kültürel bir değer de olur.
Sorun bilinci, tarihsellik ve bilim: Kimi sorunları biz yaratmayız, ama neden olduğumuz sorunlar da dahil, bir sorun bilinciyle başlar. Sorunların dayandığı olgu bağlamları, sorunlaştırma biçimimize bağlıdır. Sorunları görme ya da görebilme, teorik kavrayışın düzeyiyle orantılıdır. Bilim tarihi, bilimin sorunlarının, neleri sorun olarak gördüğünün de tarihidir. Tarihin zamansallığı, her oluşumun dönemselliği düşüncesini içerir. İnsanın kavrayış gücünün intuitif (içten kavrayışlı) bir karakteri vardır, ancak kavrayışın gelişmesi ve derinleşmesi tarihselliğe ve bu tarihsellikte edinilen deneyimlerin içeriğiyle ilgili olmaksızın bir varoluş kazanamaz. “Bilim karşısında alınan eski ve modern tutum arasındaki karşıtlık... Olguların nasıl tasarlandığı ve kavramlarımızın nasıl kurulduğudur. Bilim adamlarının filozof olduğu 16. ve 17. yüzyılda salt olguların varolmadığı, olgunun ancak temel bir kavramlaştırmanın ışığında ne ise o olduğunu ve olgunun daima o kavramlaştırmanın erimine bağlı olduğunu anlamışlardı. Atom fiziğinde Niels Bohr ve Heisenberg, felsefi biçimde düşünüyorlardı. Deney yapma tarzı, olgulara ilişkin kavramsal belirlenim ve kavramları uygulama tarzıyla, şeyler hakkındaki ön kavrayış türüyle bağıntılıdır.( 1)”
Bilim tarihi bir bilgi tarzının tarihi olacaksa, en azından epistemolojik öncülleri varsayılmazsa tikel kalır. Bilim tarihi, bilimin düşünsel bağlamlarını da içerdiği ölçüde anlaşılır bir tarih olarak kurgulanabilir. Tarih, bilim ve bilim felsefesi ilişkilerini incelediği “ Asal Gerilim” yapıtında Thomas Kuhn (çev.Y.Şahan,Kabalcı Y. 1994), bilim tarihinin tarihçinin ilgilerinden farklı olması gerektiğini vurgular: “Şaşkınlık içinde anladım ki, tarih, bilim felsefesiyle, belki de ayrıca bilgi bilimciyle ilgili olabilirdi.... Bir çok tarihsel araştırmanın son ürünü bir anlatı, geçmişin özel durumları üstüne bir öyküdür. Kısmen olup bitenlerin bir betimidir. Ne ki, bunun başarısı sadece doğruluğa değil, yanı sıra yapıya da bağlıdır. Tarihsel anlatı, betimlediği olayları, akla yakın ve anlaşılır kılmalıdır; tarih, bir açıklama girişimidir. Ne var ki açıklayıcı işlevleri, belirtik genellemelere hemen hiç başvurmaksızın gerçekleşir. Filozof, herşeyden önce, belirtik genellemeleri ve de genel geçer ölçektekileri amaçlar (her yerde ve her zaman doğru olanı bulup dile getirme).
Tarih,bir açıklama girişimidir, kavrayışa yol açan bir girişimdir ve yalnız olguları değil, bunlar arasındaki bağlantıları da ortaya koymak ister. Ne var ki, şimdiye değin hiçbir tarihçi, bu bağlantıların yapısı hakkında akla yakın bir açıklama getirememiştir ve filozoflar, meydana gelen boşluğu “kuşatıcı yasa” diye bilinen bir şeyle doldurmuşlardır.” Etkinlik biçimini kavrayış biçiminden sağlaması gereken böylesi bir bilim tarihi düşüncesi R.G. Collingwood’ un saptadığı gibi( 2) zamansal ilişkiyi mantıksal ilişki lehine tersine çevirir. “Ayrıntılı doğa biliminin doğa tasarımı üzerine kurulduğunu söylemek, genel olarak doğa tasarımının, bir bütün olarak ilkin doğa olgusu üzerine herhangi bir ayrıntılı incelemeden soyutlama yoluyla ortaya çıktığı, bu soyut doğa tasarımı tamamanınca da insanların onun üzerine ayrıntılı doğa biliminin üst yapısını oluşturdukları anlamına gelmez. Bunun söylediği zamansal değil mantıksal ilişkidir.” Bilim tarihini bir de onun düşüncesinin tarihi olarak okumak bir yineleme değil, yaratıcı bir kurgu gerektirir.
Bilime ilişkin felsefi sorun bağlamları, elbette bilimin kendi sorunlarıyla doğrudan ilgili diye anlaşılmamalıdır. Felsefe bilime ne yapması gerektiğiyle ilgili normlar veremez. Etkileşim tek taraflı değildir ve bilginin ilerlemesinde eleştirel yanlar her iki yandan da – bazen sınır taşmaları olsa da- gelebilir. Bilimi felsefeye, felsefeyi bilime indirgeme çabaları bilgimizi genişletmez daraltır. Ne her felsefi yöneliş bilimin onayını alabilir, ne de bilim felsefenin onayına muhtaçtır. Her disiplin kendi tarihinin eleştirel bir bilincini yaratır, yoksa dogmatik tek yanlılığa saplanır kalır, varoluşunun temellerini yitirir. Disiplin içi ve disiplinler arası karşı savlar, her türden indirgemeciliğe karşı bilimin ve felsefenin evriminde – her anlayış türü için değilse de- geliştirici motivler olagelmişlerdir. Bilimlerin tarihini incelemek, yapı ve mantığını araştırmak, aynı zamanda insanlığın gelişim sürecini anlamada zorunludur3. Bilim öncesi kurgusal düşünceleri bilim saymasakta bilimsel düşünce ve pratiğin gelişiminde engelleyici ögeler taşıdığı kadar, yeni sorunların ortaya çıkışlarını etkileyen itilimlere de yol açmışlardır. T. Kuhn’ u da etkileyen bilim tarihçi ve filozofu A. Koyre : “ Bilimsel keşifler ve bilim tarihi, yalnızca mantıksal, ussal süreçlerin tarihi değildir, bilimin temelinde us dışı, mantık dışı, bilim dışı ögeler, metafizik, dinsel, büyüsel, sanatsal ve hepsinden önemlisi felsefi ögeler de bulunur.” 4 Sokrates- öncesi Grek doğa felsefesinde İonia kozmolojisi doğadaki değişimlerin ardındaki arkhe’yi (ilk temel) sorgulamakla başlar. Doğa, canlı bir organizma olarak tasarlanır. Thales, bu arkheyi “ su “ olarak belirler. Oysa Anaksimandros, uzay ve zamanda niceliksel olarak sınırsız ve sonsuz bir bir şey olarak”a peiron” u temel alır. Karşıtları içinde barındırmayan bir kapsayıcı olmaksızın sonsuz çeşitlilikteki şeylerin meydana gelmesi olanaksızdı. İlkenin kendisi ayrımlaşmamış olmalıydı, kendisi sonsuz olsa da ondan meydana gelenler süreleri bakımından sonluydu. Ne var ki, Anaksimenes, nitelikçe belirlenmemişliği tutarsız bulmuş olacağından Hava (aer) ‘i öne sürdü. Havanın devinimi, seyrekleşme ve yoğunlaşma biçimindeydi. Doğadaki değişim olgusunu açıklamaya çalışan görüşler olsalar da bilim sorularından farklı spekülatif yaklaşımlardı.
Pythagoras, evreni oluşturan şeylerle sayısal ve geometrik oranlar arasında bağıntı kurarak sorunu derinleştirdi. Nasıl ki sesler arasındaki farklılıklar ton farklarına dayanıyorsa, doğadaki niteliksel farklılıklar da yapıyı oluşturan formlara (sayı ve şekil) dayanmalıydı. Şeyleri şu ya da bu yapan onun yapısı ve biçimiydi5. Platon’ un ideasını ve Rönesans astronomisinin matematiksel kurgusu bu düşüncelerle yakından bağıntılıydı. Platon’da idealar algısal dünyanın değil düşünülür dünyanın hakiki modelleriydi, salt biçimler olarak düşünülmüştü. Görünüş ve hakikat düalitesi, hem bilgide hem varlık dünyasında karşılığını buluyordu. Timaios diyalogunda, evrenin oluşumuna bir açıklama getirmeye girişir. Uzay, biçim alacak olan şeyin dayanağıdır. Zaman ise oluşun öncesiz ve sonrasız devinen imgesidir.
Etkin nedenin mitolojik bir ifadesi olan Demuirgos (evrenin yapıcısı) sadece biçimlendirir, yaratmaz. Whitehead’a göre bu açıklamalar modern fiziğin tasarımları için gerekli olan felsefi zemini sağlar.
Bilimde genelleme ve sözde açıklama: Bilginin özünü genelleme olarak belirleyen H. Reichenbach (örneği, iki tahta parçasını birbirine sürterek ateş çıkarılması, koşullu bir nedensel bağıntının kurulmuş olmasıdır), her ( olgusal) açıklamanın bir genelleme içermesini, olguyu ifade eden önermeyi, genel bir yasaya ilişkin olarak düşünülmeyle koşut görür. “Gözlenen olguların çokluğu, bilme arzusunu tatmin etmeye yetmez; bilgi edinme gözlemi aşan, genele erişmeyi gerektiren bir uğraştır. Bilimsel açıklama, gözlemle birlikte eleştirel düşünceyi de gerektirir; erişilmek istenen genelleme ne denli yüksekse gözlem verilerinin o denli bol, düşüncenin de daha fazla eleştirel olması gerekir. Mevcut bilginin doğru genellemeyi sağlamaya yeterli olmadığı hallerde bilimsel açıklama yerini hayale bırakır.” 6 Reichenbach, gerçek genellemeler yerine analojilere dayalı açıklama isteğini “sözde açıklama “ olarak belirlemektedir (felsefenin de bu zeminde ortaya çıkmış olabileceğini de belirterek). Yaratılışla ilgili Tevrat’taki yorumlara kıyasla,İonya kozmolojisinin yukarıda belirtilen açıklamalarını “modern anlamda” bir açıklama oluşturmasa da evrim sürecini açıklama girişimleri olarak “daha bilimsel” görünümleri olduğunu benimser: “Thales, suyun tüm nesnelerin tözü olduğu teorisini ileri sürdüğünde yanlış bir genelleme yapmıştı. Gene de Thales’ in teorisi, fiziksel bir maddeyi tüm diğer maddelerin yapı taşı sayması, akla pek aykırı bir görüş değildir.” Bilimsel felsefenin ışığında Platon’un ideaları mantıkta (ve matematikte) tümel önermelerle ilgili analitik ve sınıflayıcı tanımlarla ilgili genel içermeleri karşılamak üzere düşünülmüş akılsal biçimlerle ilişkindir. Aksiyomlara dayanarak, herhangi bir teoremi mantıksal çıkarımla ispat etme işlemi empirik veya algısal bir veriye gerek duymaksızın gerçekleştirilir. Fiziksel nesnelerden ayrı olan idealar çizilen üçgen, beşgen vbg. Şekillerinin görünenin ötesinde akılsal bir idealliği içerirler.” İdeal nesnelerin özellikleri arasındaki zorunlu ilişkileri ortaya çıkaran kavrayış empirik gözlemlerden çıkarılamaz” . “Geometrinin mantıksal problemlerine ilişkin derin bir görüşü” içerse de, Platon’un idealar teorisi pek çok açıdan sözde açıklama ya da analojiler kurarak açıklama yapma tarzından kurtulamaz.
Kendi içinde bir devinim kaynağı taşıyan Aristoteles’in doğası, şeylerin kendilerinde bir gelişme ve düzenleme ilkesi bulunduğunu ima eder. Değişme, olanaklı olanın gelişmesi, değişmesidir. Gücül halden edime geçiş, gerçeklik kazanmadır. Olanaklıdan (dynamis) olacak olana yön veren doğal formudur(içkin ve etkin neden). Rönesans, doğa görüşünü Aristotelesçi ereksel nedenlere karşıtlıkla belirler. Doğadaki değişme, maddi şeylerin eylemiyle, etkin nedenlerle açıklanacaktır. Galileo’nun doğa kuramı, Pythagras-Platon çizgisindeydi.Aristotelesin kozmozu, düzenli ve hiyararşikti. Her şeyin doğası gereği bulunduğu bir yeri vardı. Yer, evrenin merkezindeydi. Yerle gök arasındaki ayrımı kaldırıp,evrenin sonsuzluğuna açılan Nikolas Cusanus oldu. Bu da uzayın geometrikleşmesine, hiyerarşinin ortadan kaldırılmasına yol açacaktı.7 Kopernikus, metafizik açıklama yerine fiziksel gerçekliği, evrensel bir yapı yerine fiziksel bir güç koydu. Evren, aynı yasalarla yönetilmekteydi. Kepler, maddi güçlerin yeterli bir açıklama oluşturduğu yerde başka nedenler aramaya gerek olmadığını, mekanizmin yeteceğini, gezegenlerin devinimlerinin matematiksel yasalara uyduğunun altını çizdi. Benzer görüşlerle, Galileo, devinimin ve durgunluğun sürekliliğini, uzayın ve devinimin göreliliğini onaylayıp geometriyi mekaniğe uygular. Gözlenmiş olguların bu kavramlardan türetilebilirliğini savlıyordu. A. Koyre, XVI.yüzyılın devrimini modern dönemlere bağlayan iki özelliği belirler: Kosmosun yıkılışı ve uzayın geometrikleştirilmesi.
Ç.Ü.Eğitim Fak. Felsefe Grubu Eğ
Bilim tarihini bilimin içinde kalarak izlemenin sayısız yararları olmakla birlikte, eğer tarihsel süreç içinde o tarihle birlikte nelerin de düşünülmüş olduğu da göz önüne alınırsa salt empirik bir yönelişin bu tarihe bir anlam kazandırabileceğini düşünmek oldukça sorunludur. Her hangi bir alandaki olgu(!) incelemesinin, o olgu alanını temellendiren anlayış ve görüş perspektifleri dikkate alınmazsa dokümanter bir inceleme olmaktan kurtulamaz.
Bilimin tarihi, bilimsel faaliyetin türünün ve tarzının, dayandığı ilke ve yöntemlerinin, deneyim ve teorilerinin hangi aşamalardan geçtiğini tasarlamak olduğu gibi, bu kazanımların geçişli ve karşılaştırmalı yorumunu da içerir. Bilimin tarihi, genel tarihin bir bölümüdür ve tarihin genel belirlenimlerinin dışında veya üstünde düşünülemez. Tarih, zamansal bir oluşumu gösterdiği gibi, bu oluşum içinde görünenlerin bağlantılı bir betimini de içerir. Betimleme, her zaman betimlenen şeye bağlı olmak durumundadır. Ancak ne tür bir betimleme tarzının diğerlerine göre daha uygun olduğu, neyin gerçekten “tarihsel” olduğuyla ilişkindir. İnsani bir etkinlik biçimi olarak bilim, insanca bir erekte içerir. Gerçi bilim, özellikle doğa bilimleri, araştırmalarının yön alışında erekli düşünmeden uzaklaşarak nedenli düşünmeye yönelirlerse de (insan ve kültür bilimlerinde daha da sorunludur) bir kültür oluşturması, tekniğe yol açması bakından ve insanın yaşama biçimine yön veren yanları yüzünden dünyayı ve içinde insanı değiştirme sürecinde doğrudan ya da dolaylı kültürel bir değer de olur.
Sorun bilinci, tarihsellik ve bilim: Kimi sorunları biz yaratmayız, ama neden olduğumuz sorunlar da dahil, bir sorun bilinciyle başlar. Sorunların dayandığı olgu bağlamları, sorunlaştırma biçimimize bağlıdır. Sorunları görme ya da görebilme, teorik kavrayışın düzeyiyle orantılıdır. Bilim tarihi, bilimin sorunlarının, neleri sorun olarak gördüğünün de tarihidir. Tarihin zamansallığı, her oluşumun dönemselliği düşüncesini içerir. İnsanın kavrayış gücünün intuitif (içten kavrayışlı) bir karakteri vardır, ancak kavrayışın gelişmesi ve derinleşmesi tarihselliğe ve bu tarihsellikte edinilen deneyimlerin içeriğiyle ilgili olmaksızın bir varoluş kazanamaz. “Bilim karşısında alınan eski ve modern tutum arasındaki karşıtlık... Olguların nasıl tasarlandığı ve kavramlarımızın nasıl kurulduğudur. Bilim adamlarının filozof olduğu 16. ve 17. yüzyılda salt olguların varolmadığı, olgunun ancak temel bir kavramlaştırmanın ışığında ne ise o olduğunu ve olgunun daima o kavramlaştırmanın erimine bağlı olduğunu anlamışlardı. Atom fiziğinde Niels Bohr ve Heisenberg, felsefi biçimde düşünüyorlardı. Deney yapma tarzı, olgulara ilişkin kavramsal belirlenim ve kavramları uygulama tarzıyla, şeyler hakkındaki ön kavrayış türüyle bağıntılıdır.( 1)”
Bilim tarihi bir bilgi tarzının tarihi olacaksa, en azından epistemolojik öncülleri varsayılmazsa tikel kalır. Bilim tarihi, bilimin düşünsel bağlamlarını da içerdiği ölçüde anlaşılır bir tarih olarak kurgulanabilir. Tarih, bilim ve bilim felsefesi ilişkilerini incelediği “ Asal Gerilim” yapıtında Thomas Kuhn (çev.Y.Şahan,Kabalcı Y. 1994), bilim tarihinin tarihçinin ilgilerinden farklı olması gerektiğini vurgular: “Şaşkınlık içinde anladım ki, tarih, bilim felsefesiyle, belki de ayrıca bilgi bilimciyle ilgili olabilirdi.... Bir çok tarihsel araştırmanın son ürünü bir anlatı, geçmişin özel durumları üstüne bir öyküdür. Kısmen olup bitenlerin bir betimidir. Ne ki, bunun başarısı sadece doğruluğa değil, yanı sıra yapıya da bağlıdır. Tarihsel anlatı, betimlediği olayları, akla yakın ve anlaşılır kılmalıdır; tarih, bir açıklama girişimidir. Ne var ki açıklayıcı işlevleri, belirtik genellemelere hemen hiç başvurmaksızın gerçekleşir. Filozof, herşeyden önce, belirtik genellemeleri ve de genel geçer ölçektekileri amaçlar (her yerde ve her zaman doğru olanı bulup dile getirme).
Tarih,bir açıklama girişimidir, kavrayışa yol açan bir girişimdir ve yalnız olguları değil, bunlar arasındaki bağlantıları da ortaya koymak ister. Ne var ki, şimdiye değin hiçbir tarihçi, bu bağlantıların yapısı hakkında akla yakın bir açıklama getirememiştir ve filozoflar, meydana gelen boşluğu “kuşatıcı yasa” diye bilinen bir şeyle doldurmuşlardır.” Etkinlik biçimini kavrayış biçiminden sağlaması gereken böylesi bir bilim tarihi düşüncesi R.G. Collingwood’ un saptadığı gibi( 2) zamansal ilişkiyi mantıksal ilişki lehine tersine çevirir. “Ayrıntılı doğa biliminin doğa tasarımı üzerine kurulduğunu söylemek, genel olarak doğa tasarımının, bir bütün olarak ilkin doğa olgusu üzerine herhangi bir ayrıntılı incelemeden soyutlama yoluyla ortaya çıktığı, bu soyut doğa tasarımı tamamanınca da insanların onun üzerine ayrıntılı doğa biliminin üst yapısını oluşturdukları anlamına gelmez. Bunun söylediği zamansal değil mantıksal ilişkidir.” Bilim tarihini bir de onun düşüncesinin tarihi olarak okumak bir yineleme değil, yaratıcı bir kurgu gerektirir.
Bilime ilişkin felsefi sorun bağlamları, elbette bilimin kendi sorunlarıyla doğrudan ilgili diye anlaşılmamalıdır. Felsefe bilime ne yapması gerektiğiyle ilgili normlar veremez. Etkileşim tek taraflı değildir ve bilginin ilerlemesinde eleştirel yanlar her iki yandan da – bazen sınır taşmaları olsa da- gelebilir. Bilimi felsefeye, felsefeyi bilime indirgeme çabaları bilgimizi genişletmez daraltır. Ne her felsefi yöneliş bilimin onayını alabilir, ne de bilim felsefenin onayına muhtaçtır. Her disiplin kendi tarihinin eleştirel bir bilincini yaratır, yoksa dogmatik tek yanlılığa saplanır kalır, varoluşunun temellerini yitirir. Disiplin içi ve disiplinler arası karşı savlar, her türden indirgemeciliğe karşı bilimin ve felsefenin evriminde – her anlayış türü için değilse de- geliştirici motivler olagelmişlerdir. Bilimlerin tarihini incelemek, yapı ve mantığını araştırmak, aynı zamanda insanlığın gelişim sürecini anlamada zorunludur3. Bilim öncesi kurgusal düşünceleri bilim saymasakta bilimsel düşünce ve pratiğin gelişiminde engelleyici ögeler taşıdığı kadar, yeni sorunların ortaya çıkışlarını etkileyen itilimlere de yol açmışlardır. T. Kuhn’ u da etkileyen bilim tarihçi ve filozofu A. Koyre : “ Bilimsel keşifler ve bilim tarihi, yalnızca mantıksal, ussal süreçlerin tarihi değildir, bilimin temelinde us dışı, mantık dışı, bilim dışı ögeler, metafizik, dinsel, büyüsel, sanatsal ve hepsinden önemlisi felsefi ögeler de bulunur.” 4 Sokrates- öncesi Grek doğa felsefesinde İonia kozmolojisi doğadaki değişimlerin ardındaki arkhe’yi (ilk temel) sorgulamakla başlar. Doğa, canlı bir organizma olarak tasarlanır. Thales, bu arkheyi “ su “ olarak belirler. Oysa Anaksimandros, uzay ve zamanda niceliksel olarak sınırsız ve sonsuz bir bir şey olarak”a peiron” u temel alır. Karşıtları içinde barındırmayan bir kapsayıcı olmaksızın sonsuz çeşitlilikteki şeylerin meydana gelmesi olanaksızdı. İlkenin kendisi ayrımlaşmamış olmalıydı, kendisi sonsuz olsa da ondan meydana gelenler süreleri bakımından sonluydu. Ne var ki, Anaksimenes, nitelikçe belirlenmemişliği tutarsız bulmuş olacağından Hava (aer) ‘i öne sürdü. Havanın devinimi, seyrekleşme ve yoğunlaşma biçimindeydi. Doğadaki değişim olgusunu açıklamaya çalışan görüşler olsalar da bilim sorularından farklı spekülatif yaklaşımlardı.
Pythagoras, evreni oluşturan şeylerle sayısal ve geometrik oranlar arasında bağıntı kurarak sorunu derinleştirdi. Nasıl ki sesler arasındaki farklılıklar ton farklarına dayanıyorsa, doğadaki niteliksel farklılıklar da yapıyı oluşturan formlara (sayı ve şekil) dayanmalıydı. Şeyleri şu ya da bu yapan onun yapısı ve biçimiydi5. Platon’ un ideasını ve Rönesans astronomisinin matematiksel kurgusu bu düşüncelerle yakından bağıntılıydı. Platon’da idealar algısal dünyanın değil düşünülür dünyanın hakiki modelleriydi, salt biçimler olarak düşünülmüştü. Görünüş ve hakikat düalitesi, hem bilgide hem varlık dünyasında karşılığını buluyordu. Timaios diyalogunda, evrenin oluşumuna bir açıklama getirmeye girişir. Uzay, biçim alacak olan şeyin dayanağıdır. Zaman ise oluşun öncesiz ve sonrasız devinen imgesidir.
Etkin nedenin mitolojik bir ifadesi olan Demuirgos (evrenin yapıcısı) sadece biçimlendirir, yaratmaz. Whitehead’a göre bu açıklamalar modern fiziğin tasarımları için gerekli olan felsefi zemini sağlar.
Bilimde genelleme ve sözde açıklama: Bilginin özünü genelleme olarak belirleyen H. Reichenbach (örneği, iki tahta parçasını birbirine sürterek ateş çıkarılması, koşullu bir nedensel bağıntının kurulmuş olmasıdır), her ( olgusal) açıklamanın bir genelleme içermesini, olguyu ifade eden önermeyi, genel bir yasaya ilişkin olarak düşünülmeyle koşut görür. “Gözlenen olguların çokluğu, bilme arzusunu tatmin etmeye yetmez; bilgi edinme gözlemi aşan, genele erişmeyi gerektiren bir uğraştır. Bilimsel açıklama, gözlemle birlikte eleştirel düşünceyi de gerektirir; erişilmek istenen genelleme ne denli yüksekse gözlem verilerinin o denli bol, düşüncenin de daha fazla eleştirel olması gerekir. Mevcut bilginin doğru genellemeyi sağlamaya yeterli olmadığı hallerde bilimsel açıklama yerini hayale bırakır.” 6 Reichenbach, gerçek genellemeler yerine analojilere dayalı açıklama isteğini “sözde açıklama “ olarak belirlemektedir (felsefenin de bu zeminde ortaya çıkmış olabileceğini de belirterek). Yaratılışla ilgili Tevrat’taki yorumlara kıyasla,İonya kozmolojisinin yukarıda belirtilen açıklamalarını “modern anlamda” bir açıklama oluşturmasa da evrim sürecini açıklama girişimleri olarak “daha bilimsel” görünümleri olduğunu benimser: “Thales, suyun tüm nesnelerin tözü olduğu teorisini ileri sürdüğünde yanlış bir genelleme yapmıştı. Gene de Thales’ in teorisi, fiziksel bir maddeyi tüm diğer maddelerin yapı taşı sayması, akla pek aykırı bir görüş değildir.” Bilimsel felsefenin ışığında Platon’un ideaları mantıkta (ve matematikte) tümel önermelerle ilgili analitik ve sınıflayıcı tanımlarla ilgili genel içermeleri karşılamak üzere düşünülmüş akılsal biçimlerle ilişkindir. Aksiyomlara dayanarak, herhangi bir teoremi mantıksal çıkarımla ispat etme işlemi empirik veya algısal bir veriye gerek duymaksızın gerçekleştirilir. Fiziksel nesnelerden ayrı olan idealar çizilen üçgen, beşgen vbg. Şekillerinin görünenin ötesinde akılsal bir idealliği içerirler.” İdeal nesnelerin özellikleri arasındaki zorunlu ilişkileri ortaya çıkaran kavrayış empirik gözlemlerden çıkarılamaz” . “Geometrinin mantıksal problemlerine ilişkin derin bir görüşü” içerse de, Platon’un idealar teorisi pek çok açıdan sözde açıklama ya da analojiler kurarak açıklama yapma tarzından kurtulamaz.
Kendi içinde bir devinim kaynağı taşıyan Aristoteles’in doğası, şeylerin kendilerinde bir gelişme ve düzenleme ilkesi bulunduğunu ima eder. Değişme, olanaklı olanın gelişmesi, değişmesidir. Gücül halden edime geçiş, gerçeklik kazanmadır. Olanaklıdan (dynamis) olacak olana yön veren doğal formudur(içkin ve etkin neden). Rönesans, doğa görüşünü Aristotelesçi ereksel nedenlere karşıtlıkla belirler. Doğadaki değişme, maddi şeylerin eylemiyle, etkin nedenlerle açıklanacaktır. Galileo’nun doğa kuramı, Pythagras-Platon çizgisindeydi.Aristotelesin kozmozu, düzenli ve hiyararşikti. Her şeyin doğası gereği bulunduğu bir yeri vardı. Yer, evrenin merkezindeydi. Yerle gök arasındaki ayrımı kaldırıp,evrenin sonsuzluğuna açılan Nikolas Cusanus oldu. Bu da uzayın geometrikleşmesine, hiyerarşinin ortadan kaldırılmasına yol açacaktı.7 Kopernikus, metafizik açıklama yerine fiziksel gerçekliği, evrensel bir yapı yerine fiziksel bir güç koydu. Evren, aynı yasalarla yönetilmekteydi. Kepler, maddi güçlerin yeterli bir açıklama oluşturduğu yerde başka nedenler aramaya gerek olmadığını, mekanizmin yeteceğini, gezegenlerin devinimlerinin matematiksel yasalara uyduğunun altını çizdi. Benzer görüşlerle, Galileo, devinimin ve durgunluğun sürekliliğini, uzayın ve devinimin göreliliğini onaylayıp geometriyi mekaniğe uygular. Gözlenmiş olguların bu kavramlardan türetilebilirliğini savlıyordu. A. Koyre, XVI.yüzyılın devrimini modern dönemlere bağlayan iki özelliği belirler: Kosmosun yıkılışı ve uzayın geometrikleştirilmesi.