BENLİĞİN BOYUTLARI
|
Doç. Dr. Haluk Berkmen
Doğada var olanları anlama uğraşımız daima bir ikilem içermektedir. Herhangi bir nesnenin varlığından söz edebilmek için o nesneyi çevresinden yalıtmak ve belirtmek durumundayız. Nesnenin kendisi ile içinde bulunduğu arka zemin ikilemi (ayırımı) olmadan ne bilim yapılabiliyoruz ne de kavram üretilebiliyoruz. Bu düalistik (ikilemci) yaklaşımımız sonucunda evrende her varlığın bir karşıtını ve her etkinin bir tepkisini bulmaktayız. Maddenin karşıtı olan anti-maddeden ve çekici kuvvetlerin karşıtı olan itici kuvvetlerden söz ediyoruz. Ancak, bizlere farklı gibi görünen bu olgular, bir madalyanın iki yüzü gibi, tek bir gerçeğin iki farklı tezahürü (görüntüsü) olarak algılanmalıdır. Zira, doğanın aslında ikilik değil teklik vardır. Daha geniş bir anlamda “varlığın aslı tektir”. Bu tekliği nasıl ifade edebiliriz? Nasıl göz önüne getirebiliriz? Sadece bir arka zemin olsa, her şey bu arka zeminden ibaret olsa, nesneleri nasıl ayırt edebiliriz? Varlıklar aleminden nasıl söz edebiliriz?
Öte yandan birliği tanımlamak çok zordur. Çünkü birlik hem sınırsızdır hem de sonsuzdur. Şu halde ister madde ister ruh kavramlarından söz ederken ikili kavramlar kullanmak zorundayız. Varlık kavramını üretip kabullendiğimiz anda yokluk kavramı da peşinden gelmektedir. Varlık sonsuza kadar yayılıyorsa belirgin bir nesne olmadığına göre varlığı yokluktan ayıran bir hudut da yoktur. Dolayısıyla, esasta “yokluk” yoktur. Peki ama bu durumda “ilk varlık” ne durumdadır? “İlk varlık” nesne olmadığına göre düşünce durumundadır. Bu özelliğe eski düşünürler (örneğin Farabî) “bilkuvve” demiş. Varlığın bilkuvve halinde olması demek düşünce boyutunda bulunması demektir. Düşünce boyutundan nesne boyutuna çıktığında ise “bilfiil” var olur.
Fizikte ise iş yapma gücüne sahip olana “enerji” diyoruz. Şu halde “İş yapan enerji ise, özne = enerjidir”. Bir diğer ifadesi de bizim özümüz enerjidir. Biz (özne) ne maddeyiz ne de nesneyiz. Biz doğrudan doğruya enerjiyiz. Çünkü bizler iş yapma kapasitesine (yetisine) sahibiz. Enerji atıl kalamaz. Sürekli üretir, dönüştürür ve kendi de dönüşür. Enerji aynı durumda, eylemsiz, kalamaz. Sürekli eylem içinde olmak zorundadır. En temel eylem de düşünce eylemidir.
İşte bu bakımdan beynimiz sürekli faaldir. Çünkü her insan faildir de ondan. Ancak, anlamlı faaliyet (eylem) olduğu gibi, anlamsız eylem de vardır. Peki ama bu “anlam” konusuna kim karar verecek? Kimin eylemi anlamlı, kiminki anlamsız? Nasıl yapacağız bu ayırımı?
Yanıtı çok kolaydır. Her insanın eylemi kendisi için anlamlıdır. İnsan anlamsız bir eylem yapamaz. İstese de yapamaz. Ama, bana anlamlı gelen eylem size anlamsız gelebilir. Demek ki, “anlam” kişiseldir. Her insana göre farklıdır. Dolayısıyla “Anlam görelidir”.
Şu halde anlam içeren kavramlar da görelidir. Mutlak bir kavram var mıdır? Örneğin zaman ve mekan (uzam) kavramları. Bu iki kavram mutlak mıdırlar? Modern bilim (Görelilik ve Kuantum kuramları) göstermişlerdir ki ne uzam ne de zaman mutlak değillerdir. Uzam, değişmez bir yapıya sahip değildir. Daralıp genişleyebilir. Gözlemciye göre farklı boyutlar alabilir. Farklı görüntüler oluşturabilir.
İnsan için de durum aynıdır. İnsan kendi bulunduğu benlik boyutuna göre algılarını farklı bir şekilde yorumlar. Bu bakımdan “gerçek” de tek değil, görelidir. Öznenin bulunduğu boyutu “ben” olarak tanımlıyoruz. Yani, özne kendine yakıştırdığı sıfatlarla, elde ettiği bilgilerle, bulunduğu sosyal ortamın verdiği değerlerle değişikliğe uğrar. Böylece farklılaşır ve değişik boyutlardan varlığını sürdürür. Bu farklı “özne boyutlarına” benlik demekteyiz. Benlik (eskilerin tabiriyle ‘Nefs’) çeşitli aşamalardan geçer. Her aşama bir benlik boyutudur.
Doğan bebekten başlayalım. Her bebek biraz farklıdır. Kalıtımsal özellikleri farklı olduğu gibi bir önceki hayattan getirdiği birtakım takıntılardan dolayı da farklıdır. Her bebek farklı olsa da “birliğe” veya tekliğe çok yakındır. Ondan henüz farklılaşmamış, kendisine henüz “ben” dememiştir. Çünkü yeni doğmuş bebeğin hareket kabiliyeti de çok kısıtlıdır. Zaman geçtikçe hem hareket kabiliyeti artar hem de ailesinin ve okul ile çevrenin etkisi ile farklı bir kişilik sahibi olduğu yanlış inancına kapılır. Özellikle konuşmaya başladıktan sonra çocuk sürekli “Bu ne, bu ne?” diye çevresinde gördüklerini sormaya başlar. Her yanıt ona kendinden farklı bir nesnenin var olduğunu söyler. “Bu kedi, bu baba, bu anne, bu masa” dediğimizde çocuk kendisini kediden, babadan, anneden ve masadan ayrı olduğu sonucuna varır.
Yeni doğmuş bebek içgüdüleri ile varlığını sürdürür. İçgüdülerin toplamına Sigmund Freud “id” adını vermiştir. Freud psikolojisine göre “libido” insandaki içgüdüsü ile ilişkilidir. Ani bir tehlike karşısında hemen etkiye tepki veren id’dir. Fakat bu içgüdülerin esiri olmamak gerekir. İd boyutuna eski Tasavvuf düşüncesinde “Nefs-i hayvani” denirdi. Yani hayvansal benlik. Bu benlik boyutunda hareket irade dışı, otomatik, denebilir.
Bu benlik düzeyinin bir üstü “Nefs-i Emmare” yani emreden benlik adını alır. Bu benlikte irade vardır ve insana sürekli ayrı ve bağımsız bir birey olduğunu söyler. Freud psikolojisinde bu benlik boyutuna “ego” adı verilmiştir. Biz kendimizin çevremizden, doğadan ve toplumdan bağımsız olduğumuzu varsayarsak özgür irade sahibi olduğumuzu da sanırız. Oysaki insan doğadan ve toplumsal çevreden kopuk değildir. İnsan bütünün bir parçası veya bir uzantısıdır. Emreden ego sürekli bizim bağımsız bir birey olduğumuzu bize tekrarlar durur. Sürekli bencil davranmamızı ister. Bu durum ise benliğin bir üst boyuta çıkmasını engeller. İnsan egonun sahte isteklerinin farkına vardığı vakit bir üst benlik boyutuna çıkar.
Bu benlik boyutuna da “Nefs-i Levvame” denir. Levm etmek “kınamak” demektir. Demek ki insan bu ego takıntısını kınamaya başlayınca, daha doğrusu kendini kısıtlayan birtakım bağların farkına varınca, benliğini esir alan isteklerden, varsayımlardan, önyargılardan kurtulup bir üst benliğe çıkabilir. Öncelikle egonun kontrol edici özelliğini kavramak, onun farkına varmak, sonra da onun kontrolünden kurtulmanın yollarını aramak gerekir. Oysaki biz insanlar sürekli mutluluk, rahat, konfor, iltifat ve ego tatmini arıyoruz. Bu beklenti da bizi sürekli egonun esiri olarak tutmaya devam ediyor.
Gündelik hayatta nefsimizi (benliğimizi) aşağı çeken birçok tuzak vardır. Bir insana iyilik yapıp karşılık bekliyorsak işte size bir tuzak. Beklentide ego tatmini vardır ve egonun güçlenmesine neden olmuş oluruz. Eğer bir mevki sahibi isek ve iltifat bekliyorsak işte size bir tuzak. Teşekkür beklemek bile bir tuzaktır. Batıda insanlar sürekli teşekkür ederler ve teşekkür beklerler. Buna “toplum terbiyesi” derler. Ailede ve okulda bu davranış öğretilir. Oysaki her teşekkür edişte karşımızdaki şahsın egosunu güçlendirmiş oluruz. Her teşekkür bekleyişte de kendi egomuzun beklentisi vardır. Bu bakımdan iltifat etmek de iltifat beklemek de aynı anlamı taşır.
İnsan kendini bir nesne olarak değil, bütünü barındıran ve bütünle sürekli etkileşen bir varlık olarak görmesi gerekir. Bütünü korumak demek, kendini korumak demektir. Eşdeğer olarak, kendini korumak demek, bütünü korumak demektir. Ancak, bu korumanın hiçbir zaman bencillik düzeyinde olmaması gerekir. Korumanın boyutu sevgi boyutu olmalıdır. Kendini seven insan doğayı sever. Doğayı seven insan da kendini sevmiş olur. Sevginin ise ben-merkezci (egosantrik) olmaması gerekir.
Egosunun isteklerinden kurtulmaya başlayan insan kendini de daha iyi tanımaya başlar. Kendisinin bağımsız bir birey olmadığı ve bütünle güçlü bir bağı olduğunun farkına varır. İnsan kendini tanımakla kendinden çok daha büyük ve karmaşık bir gerçekle tanışmış olur. Kendini tanıyan insan bir yandan birlik duygusuna erişirken öte yandan sonsuzlukla da temasa geçmiş olur. Zira evrenin uzay-zaman sonsuzluğuna zamanda ‘şimdi’ ve mekânda ‘burada’ noktalarından sıçrama yapmak mümkündür. Demek ki farkında olmak ve sevgi içinde yaşamak için öncelikle “şimdi” ve “burada” olmak gerekir. Egomuz bizi sürekli geçmişe veya geleceğe iter. Geçmişte hatıralar, gelecekte ümitler vardır. Oysaki asıl gerçek simdi ve buradadır. Zira insan ile evren iç-içedirler. Bu ilişki sadece yerel olmayıp zaman ve mekândan bağımsız, bütünsel bir ilişkidir.
Bu bütünsel ilişkiye akıl ve mantıkla ulaşsak dahi sezgilerimizi kullanmadan anlamamız mümkün değildir. Sezgiler ile duygular iç içe girmiş durumdadırlar. Sezgisi kuvvetli olan kişi duyguları ile de yakın ilişki içindedir. Duygularla sezgiler bütünleştikçe önce sevgi sonra da aşk ortaya çıkar. Aşk en ileri derecede sezgiye verilen isimdir. İşte bu yüzdendir ki sezgileri yüksek olan halk şairlerine “aşık” denmiştir.
Aşk denince tanrı veya “ilk varlık” aşkını kast ediyorum. Yani bütünle birlikte olmak onunla yakın bir ilişki kurup onun imgelerini ve simgelerini sezmek, iç görü ile görmek söz konusudur. Aşk denince akla ilk gelen isimlerden biri Mevlana’dır. Mevlana’nın iç görü ile ilgili bir dörtlüğü ile yazıma son vermek istiyorum.
Bir kimse ki hem içte görür, hem dışta,
Bir başka görür, çılgınlardan başka,
Bambaşka o göz, nasıl görür? Bak, iyi bak
Kimdir o gören? Gözden sıyrılmış da.
Doğada var olanları anlama uğraşımız daima bir ikilem içermektedir. Herhangi bir nesnenin varlığından söz edebilmek için o nesneyi çevresinden yalıtmak ve belirtmek durumundayız. Nesnenin kendisi ile içinde bulunduğu arka zemin ikilemi (ayırımı) olmadan ne bilim yapılabiliyoruz ne de kavram üretilebiliyoruz. Bu düalistik (ikilemci) yaklaşımımız sonucunda evrende her varlığın bir karşıtını ve her etkinin bir tepkisini bulmaktayız. Maddenin karşıtı olan anti-maddeden ve çekici kuvvetlerin karşıtı olan itici kuvvetlerden söz ediyoruz. Ancak, bizlere farklı gibi görünen bu olgular, bir madalyanın iki yüzü gibi, tek bir gerçeğin iki farklı tezahürü (görüntüsü) olarak algılanmalıdır. Zira, doğanın aslında ikilik değil teklik vardır. Daha geniş bir anlamda “varlığın aslı tektir”. Bu tekliği nasıl ifade edebiliriz? Nasıl göz önüne getirebiliriz? Sadece bir arka zemin olsa, her şey bu arka zeminden ibaret olsa, nesneleri nasıl ayırt edebiliriz? Varlıklar aleminden nasıl söz edebiliriz?
Öte yandan birliği tanımlamak çok zordur. Çünkü birlik hem sınırsızdır hem de sonsuzdur. Şu halde ister madde ister ruh kavramlarından söz ederken ikili kavramlar kullanmak zorundayız. Varlık kavramını üretip kabullendiğimiz anda yokluk kavramı da peşinden gelmektedir. Varlık sonsuza kadar yayılıyorsa belirgin bir nesne olmadığına göre varlığı yokluktan ayıran bir hudut da yoktur. Dolayısıyla, esasta “yokluk” yoktur. Peki ama bu durumda “ilk varlık” ne durumdadır? “İlk varlık” nesne olmadığına göre düşünce durumundadır. Bu özelliğe eski düşünürler (örneğin Farabî) “bilkuvve” demiş. Varlığın bilkuvve halinde olması demek düşünce boyutunda bulunması demektir. Düşünce boyutundan nesne boyutuna çıktığında ise “bilfiil” var olur.
Fizikte ise iş yapma gücüne sahip olana “enerji” diyoruz. Şu halde “İş yapan enerji ise, özne = enerjidir”. Bir diğer ifadesi de bizim özümüz enerjidir. Biz (özne) ne maddeyiz ne de nesneyiz. Biz doğrudan doğruya enerjiyiz. Çünkü bizler iş yapma kapasitesine (yetisine) sahibiz. Enerji atıl kalamaz. Sürekli üretir, dönüştürür ve kendi de dönüşür. Enerji aynı durumda, eylemsiz, kalamaz. Sürekli eylem içinde olmak zorundadır. En temel eylem de düşünce eylemidir.
İşte bu bakımdan beynimiz sürekli faaldir. Çünkü her insan faildir de ondan. Ancak, anlamlı faaliyet (eylem) olduğu gibi, anlamsız eylem de vardır. Peki ama bu “anlam” konusuna kim karar verecek? Kimin eylemi anlamlı, kiminki anlamsız? Nasıl yapacağız bu ayırımı?
Yanıtı çok kolaydır. Her insanın eylemi kendisi için anlamlıdır. İnsan anlamsız bir eylem yapamaz. İstese de yapamaz. Ama, bana anlamlı gelen eylem size anlamsız gelebilir. Demek ki, “anlam” kişiseldir. Her insana göre farklıdır. Dolayısıyla “Anlam görelidir”.
Şu halde anlam içeren kavramlar da görelidir. Mutlak bir kavram var mıdır? Örneğin zaman ve mekan (uzam) kavramları. Bu iki kavram mutlak mıdırlar? Modern bilim (Görelilik ve Kuantum kuramları) göstermişlerdir ki ne uzam ne de zaman mutlak değillerdir. Uzam, değişmez bir yapıya sahip değildir. Daralıp genişleyebilir. Gözlemciye göre farklı boyutlar alabilir. Farklı görüntüler oluşturabilir.
İnsan için de durum aynıdır. İnsan kendi bulunduğu benlik boyutuna göre algılarını farklı bir şekilde yorumlar. Bu bakımdan “gerçek” de tek değil, görelidir. Öznenin bulunduğu boyutu “ben” olarak tanımlıyoruz. Yani, özne kendine yakıştırdığı sıfatlarla, elde ettiği bilgilerle, bulunduğu sosyal ortamın verdiği değerlerle değişikliğe uğrar. Böylece farklılaşır ve değişik boyutlardan varlığını sürdürür. Bu farklı “özne boyutlarına” benlik demekteyiz. Benlik (eskilerin tabiriyle ‘Nefs’) çeşitli aşamalardan geçer. Her aşama bir benlik boyutudur.
Doğan bebekten başlayalım. Her bebek biraz farklıdır. Kalıtımsal özellikleri farklı olduğu gibi bir önceki hayattan getirdiği birtakım takıntılardan dolayı da farklıdır. Her bebek farklı olsa da “birliğe” veya tekliğe çok yakındır. Ondan henüz farklılaşmamış, kendisine henüz “ben” dememiştir. Çünkü yeni doğmuş bebeğin hareket kabiliyeti de çok kısıtlıdır. Zaman geçtikçe hem hareket kabiliyeti artar hem de ailesinin ve okul ile çevrenin etkisi ile farklı bir kişilik sahibi olduğu yanlış inancına kapılır. Özellikle konuşmaya başladıktan sonra çocuk sürekli “Bu ne, bu ne?” diye çevresinde gördüklerini sormaya başlar. Her yanıt ona kendinden farklı bir nesnenin var olduğunu söyler. “Bu kedi, bu baba, bu anne, bu masa” dediğimizde çocuk kendisini kediden, babadan, anneden ve masadan ayrı olduğu sonucuna varır.
Yeni doğmuş bebek içgüdüleri ile varlığını sürdürür. İçgüdülerin toplamına Sigmund Freud “id” adını vermiştir. Freud psikolojisine göre “libido” insandaki içgüdüsü ile ilişkilidir. Ani bir tehlike karşısında hemen etkiye tepki veren id’dir. Fakat bu içgüdülerin esiri olmamak gerekir. İd boyutuna eski Tasavvuf düşüncesinde “Nefs-i hayvani” denirdi. Yani hayvansal benlik. Bu benlik boyutunda hareket irade dışı, otomatik, denebilir.
Bu benlik düzeyinin bir üstü “Nefs-i Emmare” yani emreden benlik adını alır. Bu benlikte irade vardır ve insana sürekli ayrı ve bağımsız bir birey olduğunu söyler. Freud psikolojisinde bu benlik boyutuna “ego” adı verilmiştir. Biz kendimizin çevremizden, doğadan ve toplumdan bağımsız olduğumuzu varsayarsak özgür irade sahibi olduğumuzu da sanırız. Oysaki insan doğadan ve toplumsal çevreden kopuk değildir. İnsan bütünün bir parçası veya bir uzantısıdır. Emreden ego sürekli bizim bağımsız bir birey olduğumuzu bize tekrarlar durur. Sürekli bencil davranmamızı ister. Bu durum ise benliğin bir üst boyuta çıkmasını engeller. İnsan egonun sahte isteklerinin farkına vardığı vakit bir üst benlik boyutuna çıkar.
Bu benlik boyutuna da “Nefs-i Levvame” denir. Levm etmek “kınamak” demektir. Demek ki insan bu ego takıntısını kınamaya başlayınca, daha doğrusu kendini kısıtlayan birtakım bağların farkına varınca, benliğini esir alan isteklerden, varsayımlardan, önyargılardan kurtulup bir üst benliğe çıkabilir. Öncelikle egonun kontrol edici özelliğini kavramak, onun farkına varmak, sonra da onun kontrolünden kurtulmanın yollarını aramak gerekir. Oysaki biz insanlar sürekli mutluluk, rahat, konfor, iltifat ve ego tatmini arıyoruz. Bu beklenti da bizi sürekli egonun esiri olarak tutmaya devam ediyor.
Gündelik hayatta nefsimizi (benliğimizi) aşağı çeken birçok tuzak vardır. Bir insana iyilik yapıp karşılık bekliyorsak işte size bir tuzak. Beklentide ego tatmini vardır ve egonun güçlenmesine neden olmuş oluruz. Eğer bir mevki sahibi isek ve iltifat bekliyorsak işte size bir tuzak. Teşekkür beklemek bile bir tuzaktır. Batıda insanlar sürekli teşekkür ederler ve teşekkür beklerler. Buna “toplum terbiyesi” derler. Ailede ve okulda bu davranış öğretilir. Oysaki her teşekkür edişte karşımızdaki şahsın egosunu güçlendirmiş oluruz. Her teşekkür bekleyişte de kendi egomuzun beklentisi vardır. Bu bakımdan iltifat etmek de iltifat beklemek de aynı anlamı taşır.
İnsan kendini bir nesne olarak değil, bütünü barındıran ve bütünle sürekli etkileşen bir varlık olarak görmesi gerekir. Bütünü korumak demek, kendini korumak demektir. Eşdeğer olarak, kendini korumak demek, bütünü korumak demektir. Ancak, bu korumanın hiçbir zaman bencillik düzeyinde olmaması gerekir. Korumanın boyutu sevgi boyutu olmalıdır. Kendini seven insan doğayı sever. Doğayı seven insan da kendini sevmiş olur. Sevginin ise ben-merkezci (egosantrik) olmaması gerekir.
Egosunun isteklerinden kurtulmaya başlayan insan kendini de daha iyi tanımaya başlar. Kendisinin bağımsız bir birey olmadığı ve bütünle güçlü bir bağı olduğunun farkına varır. İnsan kendini tanımakla kendinden çok daha büyük ve karmaşık bir gerçekle tanışmış olur. Kendini tanıyan insan bir yandan birlik duygusuna erişirken öte yandan sonsuzlukla da temasa geçmiş olur. Zira evrenin uzay-zaman sonsuzluğuna zamanda ‘şimdi’ ve mekânda ‘burada’ noktalarından sıçrama yapmak mümkündür. Demek ki farkında olmak ve sevgi içinde yaşamak için öncelikle “şimdi” ve “burada” olmak gerekir. Egomuz bizi sürekli geçmişe veya geleceğe iter. Geçmişte hatıralar, gelecekte ümitler vardır. Oysaki asıl gerçek simdi ve buradadır. Zira insan ile evren iç-içedirler. Bu ilişki sadece yerel olmayıp zaman ve mekândan bağımsız, bütünsel bir ilişkidir.
Bu bütünsel ilişkiye akıl ve mantıkla ulaşsak dahi sezgilerimizi kullanmadan anlamamız mümkün değildir. Sezgiler ile duygular iç içe girmiş durumdadırlar. Sezgisi kuvvetli olan kişi duyguları ile de yakın ilişki içindedir. Duygularla sezgiler bütünleştikçe önce sevgi sonra da aşk ortaya çıkar. Aşk en ileri derecede sezgiye verilen isimdir. İşte bu yüzdendir ki sezgileri yüksek olan halk şairlerine “aşık” denmiştir.
Aşk denince tanrı veya “ilk varlık” aşkını kast ediyorum. Yani bütünle birlikte olmak onunla yakın bir ilişki kurup onun imgelerini ve simgelerini sezmek, iç görü ile görmek söz konusudur. Aşk denince akla ilk gelen isimlerden biri Mevlana’dır. Mevlana’nın iç görü ile ilgili bir dörtlüğü ile yazıma son vermek istiyorum.
Bir kimse ki hem içte görür, hem dışta,
Bir başka görür, çılgınlardan başka,
Bambaşka o göz, nasıl görür? Bak, iyi bak
Kimdir o gören? Gözden sıyrılmış da.