Cumhuriyetin Felsefi Söylemi: Gökberk ve Mengüşoğlu
|
Mustafa GÜNAY
Atatürk devrimlerinin yorumu çerçevesinde kültür kavramı ve kültür dünyamıza ilişkin sorunlar tartışılırken, "Batılılaşma", "Avrualılaşma", "çağdaşlaşma" vb. kavramların sıkça kullanıldığını saptamak mümkündür. Türkiye'nin kültürel gerçekliği hakkında da konuşuyorsak ve onun Batı dünyasıyla ilişkilerini göz önünde bulunduruyorsak, bu kavramların anlamlannı açıklığa kavuşturmak gereklidir.
Batılılaşma Avrupa kültürüne yönelişi, yani bir kültür çevresinden başka bir kültür
çevresine geçmeyi, o kültüründünya görüşünü, insan doğa, toplumve değerlilik anlayışını benimsemeyi ifade eder. Ancak batılılaşma kavramının anlamı ve ifade etmek istediği kültürel oluşum hakkında geçmişten günümüze devam eden tartışmalar söz konusudur.
Batılılaşma çabası kadar, bu kavramüzerindekitartışmalarıntarihide oldukça eskiye uzanmaktadır. 1923 devrimi ise, batılılaşma doğrultusundaki çabaların bir dönüm noktası niteliğindedir.Çünkü Cumhuriyetle birlikte, batılılaşma, artıkbir devlet politikası olarak da benimsenmiş ve bu konuda geçmişe göre daha radikal adımlar atılmaya başlanmıştır.
Atatürk devrimlerinin ve bu devrimlerin kültürel alandaki ifadesi olan ve çağdaş bir kültür yönelimini yansıtan "batılılaşma" kavramı bugüne kadar birçok bilim adamı ve düşünür tarafından değerlendirilip,yorumlanmıştır. Ancak batılılaşma, ekonomik, siyasal, teknolojik yönleriyle olduğu kadar kültürel ve felsefi yönleriyle de ele alınması gereken bir kavram ve olaydır. Ben de bu bildirimde, bizden iki düşünür, Macit Gökberk ve Takiyettin Mengüşoğlu'nun Batılılaşma/Avrupalılaşma anlayışlarına değinmek, bu kavram ve ifade ettiği kültürel oluşumla ilgili düşüncelerini gözden geçirmek istiyorum. İki düşünürümüzden hareketle, sınırlı da olsa, Cumhuriyet döneminde felsefe ve kültür ilişkilerinin durumunu görme fırsatını bulabileceğimizi de düşünüyorum.
Gökberk'İn Kültür Sorunlarına Yaklaşımı
Macit Gökberk, felsefe-kültür ilişkisine oldukça önem veren ve bu alanın sorunlarıyla da ilgilenen bir düşünürümüzdür. 1923 devrimiyle birlikte temelleri atılan yeni kültürel oluşumlarla felsefe arasında sıkı bir bağlantı bulunduğu inancıyla, akılcı ve aydınlanmacı bir tutum içinde etkinlikte bulunmuştur. Ona göre, günümüzün başlıca özelliği "bir aydınlanma kültürü içinde bulnma" olmuştur.
Ülkemizde de Cumhuriyetle birlikte, insanın değer ölçülerini din ve gelenekte aramayıp, bunları aklın ışığıyla aydınlatmak istemesi demek olan "aydınlanma" dinden bağımsız bir dünya kültürü oluşturmaya başlamıştır. Aydınlanmacı kültür istenci bir dünyaya yönelir. Aydınlanma felsefesi de bu dünyaya yönelen kültür istencinin kavramsal ifadesidir. Bilindiği gibi Aydınlanma döneminde felsefe, hem kendini (soruları ve yanıt arama çabalarıyla birlikte) yeniden konumlamış ve hem de Ortaçağın dünya görüşüyle hesaplaşması çerçevesinde yeni bir insan ve dünya yorumu getirmiştir.
Felsefe, bir "dünyevlleşme" sürecinin yaşandığı bu çağdaki tarihsel ve kültürel değişmeleri yorumlayıp kavramsallaştırmıştır. Felsefe 18. yüzyılda Batıda belirginleşen yeni değerlerin hem tanımlayıcısı hem de olayların yönlendiricisi olmuştur. Bu nedenle M. Gökberk,ülkemizdeki kültüreloluşumlar ve yaşanan sorunlarla bağıntılı olarak, felsefeye düşen görevler bulunduğunu da vurgular. Bunlara biraz sonra değineceğim. Ama öncelikle Gökberk'in "batılılaşma" anlayışı nedir, onu açıklığa kavuşturalım.
Gökberk'e göre, Batılılaşma, İslam ortaçağından Yeniçağa geçmek demektir ve burada iki kültür çevresi (Batı ile Doğu) arasında bir çatışma değil, "çağların çatışması" söz konusudur. Batılılaşmayı, Batı ile Doğu kültürleri arasındaki tarihsel yakınlıkları göz önünde tutarak değerlendiren Gökberk'e göre, Batıya yönelmeyi, Batı ve Doğu kültürlerinin karşılaşması olarak anlayanlar vardır. Ancak ona göre, "buradaki karşılaşma, yalnızca Batı ve Doğu kültürlerinin karşılaşması değildir. çünkü burada karşılaşan Batı kültürü, yani Hıristiyan Batı kültürü ile İslam kültür çevresidir." Gökberk, bu iki kültür çevresinin birçok bakımdan birbirine aykın ve uzak olmadıklarını, her ikisinin de benzer yönleri bulunduğunu belirtir: "Bu ortak yönlerden bir tanesi ikisinin de Akdeniz kültürü içinde ortaya çıkmış olmalarıdır.
(...) İkincisi,din olarak da Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Museviliğin yer aldığı Semitik tek tanrıcı dinler arasındadır. Semitik tek tanrıcı dinlerin de ortak bir mitolojisi vardır." Ortak yönlerden başka biri ise, hem Hıristiyan Batının hem de İslam kültürünün kendi dünya görüşünü oluşturmada, Antik felsefeye dayanmış olmalarıdır. Gökberk'e göre, "bütün bunlar, iki kültür çeverisini çok ortak yapmaktadır. Onun için bizdeki çatışma, bir-birine çok aykın iki kültür çevresinin çatışması değildir de,bu kültür çevreleri içindeki çağların çatışmasıdır. Çünkü bizim iki yüzyıldan beri karşımıza çıkan, binbir sıkıntıya neden olan, bunalımlarımıza yol açan ve hatta bugün bile sarsıntısı içinde olduğumuz bu Batılılaşma dediğimiz şeyaslında, İslam kültür çevresi içindeki ortaçağ düzeninden Batı kültürünün, bundan dört yüzyıl önce geçmiş olduğu Yeniçağ düzenine geçme sıkıntılarıdır. Yani buradaki, kültür çatışmasından çok çağların çatışmasıdır."
Gökberk'e göre, Türk toplumuözellikle 18. yüzyılın ortalarındanberi Batı uygarlığına katılma çabaları içindedir.Batı uygarlığına katılmakda, yaklaşık bin yıldır içinde yer alınan İslam kültür çevresinden ayrılıp başka bir kültür çevresine girmek demektir. "Kültür çevresini değiştirmeye de Türk toplumunu,yeryüzüölçüsündeki ve yanıbaşındaki tarihsel gelişmeler zorlamıştır.Ancak, buradakiolgu, sıradanbir kültür çevresi değiştirmeden daha ötede olan bir şeydir. Bir çağdan öbür çağa, ortaçağdan yeniçağa bir geçiştir de."
Gökberk'in kültürler arası ilişkilerle ilgili olarak "çatışma" kavramına getirdiği yorum da oldukça ilgi çekicidi. Gökberk kültürlerarası bir çatışmadandeğil, kültürlerin belli bir zihniyeti ifade eden çağları arasında bir çatışmadan söz etmektedir. (Burada, son yıllara S.Huntington gibi bazılarının "medeniyetler/kültürler çatışması"ndan söz etmelerini anımsayabiliriz. Olası bir çatışmanın ise Batı dünyası ile İslam dünyası arasında meydana gelebileceği öne sürülmektedir.)
Gökberk'e göre batılılaşma, aydınlanma çağına girmek anlamına gelir. Kendi deyimiyle, "batının Rönesansta geçirdiği, ortaçağ karanlığından sonra geçirdiği bir gelişmeyi, şu kadar yüzyıl gecikmeyle biz de şimdi geçirmek durumundayız. Rönesanstan bu yana da batı kültürüne kılavuz olan, yol gösteren dünya görüşü aydınlanmadır. Aydınlanma da, yaşamın kurallarını, ilkelerini aklın ışığıyla bulmak, aklın eleştirisinden geçerek bu kuralları ve ilkeleri saptamak ve ona göre davranmak demektir ki, bizde böyle bir durumdayız; tam da böyle bir durumun, böyle bir gelişmenin içindeyiz; dolayısıyla bizde felsefenin sadece yeri değil, yaşamsal bir önemi var. Dinin bıraktığı boşluğu bugün ancak felsefe doldurabilir" demektedir.
Bir aydınlanma dönemine girme anlamına gelen batılılaşma ve bu süreç içinde karşımıza çıkan "çağların çatışması"nın felsefeye yüklediği görevler de söz konusudur. Gökber'in deyimişle, "felsefe burada, Yeniçağa geçişin yollarını, koşullarını gösterecektir. Ne demektir Yeniçağ? Ne demektirOrtaçağ? Yeniçağın düşüncesi neızihniyeti ne, ilkeleri ne? İşte felsefe, bu bakımdan aydınlatıcı olabilir." Yani ister kültür değişmesi ister çağ değişmesi olarak adlandırılsın,
nereye yöneldiğimiz, girmek zorunda olduğumuz çağın ve kültür çevresinin özelliklerinin neler olduğunu gösterecek olan felsefeden başka bir şey değildir. Bu bakımdanGökberk, felsefeyi devrimtarihinintemeli olarak görür. "çünkü devrim dediğimiz eylemler karmaşasının ilkeleri felsefededir."
Felsefenin yol gösterici ve kılavuz rolü oynaması, kültür tarihinde sürekli karşılaşılan bir durumdur. "Bütün tarihte,kültür tarihinde(...), felsefe kılavuz rolünühep üzerine almıştır. Bizim de durumumuzbundan başka bir şey değiL. Batılılaşma dediğimiz şey, bizde de bir ortaçağdan ayrılıp bir yeniçağa geçmedir. Böyle bir gelişmedir ya da böyle bir oluşumdur.Ortaçağ demek de, dine dayanan bir dünya görüşü demekti. Şimdi biz de batılılaşırken, dine dayanan bir dünya düzeninden, akla dayananbir dünya düzenine geçmek zorundayız. Bu dönemde felsefe, bir kılavuz rolündedir,yani bu yeni değerlere, yeni normlaradayanak ve destek olacak ilkeleri aydınlatan bir organ durumundadır. İşte onuniçin de felsefenin,bugünkü,bir devrim içinde bulunan ülkemizde büyük yeri vardır ve olması da gerekir." Yol gösterici olabilecek felsefenin belli bir tarih bilincine dayanması gerekir. Çünkü yaşanan devrimler tarihsel süreç içinde, tarihin gidişi içinde meydana gelmektedir. Bu bakımdanGökberk'e göre, "tarih bilincinin yararı da buradadır:daha iyi bir geleceğe, inanarak,onu planlayarak çevrilmemizi destekler. Daha iyi bir geleceği istemek ve onuniçin eylemek de bir ahlak ödevidir." kuralları ve ilkeleri saptamakve ona göre davranmak demektirki, bizde böyle bir durumdayız; tam da böyle bir durumun, böyle bir gelişmemin içindeyiz; dolayısıyla bizde felsefenin sadece yeri değil, yaşamsal bir önemi var. Dinin bıraktığı boşluğu bugün ancak felsefe doldurabilir" demektedir.
Gökberk kültüreloluşumlara ve sorunlarahep tarihkavramı açısındanve belli bir tarih bilinciyle yaklaşmıştır. Onun bu yaklaşımı kültürüntarihselliğini vurgularken, kültürün geleneklerin aktarımı ve değiştirilmesi yoluyla sürdüğünüifade ederken belirginleşmektedir. Bu bağlamda Gökberk özellikle "gelenek", "gelenekçilik", "geçmiş" ve "gelecek" kavramları üzerindedurarak, 1923 devriminide geçmişle gelecek arasında,ama gelenekçiliğe karşı bir dönüşüm olarak yorumlamaktadır.Gökberk'e göre gelenek, aktarmak, öbür yana geçirmek, iletmek demektir. Gelenek insan kültüründeki dinamizmi ifade eden bir kavramdır. Çünkü "kültür değerlerini kuşaktan kuşağa iletmek, kültürün bir temel olgusudur. Bununla, insanlık kültürü-ya da tek tek toplumlarınkültürleri- süreklilik kazanır.
Sözü geçen aktarış, insanınvaroluş biçimi bakımındanzorunludur."Kültürünbaşlıca özelliği tarihsellik olduğunda,kültürelgerçeklik zamaniçinde bir değişimsüreci olarakgörünür. Bu bağlamda Gökberk'e göre, "kültür değerlerinin aktarılması sırasında bile bu değerler az ya da çok değişikliğe uğrar. Çünkü devralan kuşak bunları kendine göre yorumlayarak benimser. Ancak, bu değerlerin arkasında ağır basan otoriteler varsa, bu yorumlama, bu benimseme, dolayısıyla değişiklikler yapma özgürlüğüde sınırlı olur ya da hiç olmaz." Burada karşımıza "gelenekçilik" olarak adlandırılan bir yaklaşım çıkmaktadır. Gelenekçilik, kültürde aydınlanmaya ve değişmeye izin vermideği için Gökberk tarafından eliştirilen bir yaklaşımdır. Ona göre, "gelenekçiliğin baş özelliği: aktarıla aktarıla bir yere kadar gelmiş olan ölçülere, bilgilere, inaçlara vb. aşırı değer vermesi, bunları salt eskiden kalmışlar, atalardan geliyorlar diye saygın tutmasıdır. Varlığını koruyan bir düzen çerçevesi olmaları bakımından insanın geleneklere saygı duyarak uyması doğal sayılabilir. Ancak bu saygı korku ile karışıyorsa, o zaman gelenekleri iletmiş olan atalar dizisinin başında tanrıyı ya da tanrısal güçleri aramak gereklidir.
Gerçekten, gelenekçilik otorite inancına hep sıkı sıkıya bağlıdır." Gökberk, desteğini dinden alan gelenekçiliğin tutuculukla da özdeş olduğunu belirtir. Gökberk'in tarihsel ve kültürel gelişmeler karşısına bir engel konumunda olan gelenekçiliği eleştirmiş olması, onun geleneğin ve geçmişin kültürel bakımdan taşıdığı önemin farkında olmadığı anlamına gelmez. Aksine, gelenekçiliği eliştirdiği ölçüde, Gökberk,kültürel açıdan geleneğin ve geçmişin insan ve toplum için nasıl bir yere sahip olduğu üzerinde de önemle durur. Çünkü gelecek ve geçmiş (gelenek) birbirinden ayrılamaz. Geleceğe yönelmek, ancak belli bir geçmişe ve geleneğe dayanmakla mümkündür. Bu bakımdan Gökberk'in deyimiyle, "geçmiş de saygınlık konusudur; geleceği istemek de yine saygınlık değeri taşıyan bir şeydir; çünkü yaşam geçmişten gelip bugün üzerinden geçerek ileriye doğru uzanan bir süreçtir. Şimdi burada söz konusu, ölçü sorunudur. Geçmişe, bugün ileriye dönük yaratmalarımıza engelleyecek şekilde sarılmamak. Geçmişe de bağlanılır, ama geçmişin gerçek değerlerine; yoksa sırf bunlar geçmişte vardır diye değiL. Geçmişin gerçek değerleri korunursa, o zaman bunlar ileri atılımların kaynağı ve temeli olabilirler." Gerçekten de her kültürel yenilenme ve ilerleme hareketinin kökenlerinin ve temel ilkelerinin geçmiş bir dönemde, eski bir düşünürde vb. yattığını kültür tarihinde saptamak mümkündür. Bu bakımdan Gökberk'in kültürün tarihselliğini vurgulaması da gösteriyor ki, kültürü ve kültürel oluşumları tarihsel değişme süreci içinde, geçmiş-şimdi-gelecek bağıntısı açısından ele almak doğru olur. Geçmişin ve geleneğin hak ettiği yeri almasını sağlayan da bu tarihsellikten başka bir şey değildir. Tarih bilincinden yoksunluk,kültür sorunlarını ele almada gelenekçi tutumların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Böylece gelenekçilik, geçmişin ve geleneğin yeni kültürel atılımların temeli olmalarına değil, birer ayak bağı olmalarına neden olmaktadır.
Gökberk'e göre, "geleneklerin ayak bağı oluşu, aklın eleştirisinden geçirilmesindendir; yani sırf atalardan geldi diye duygusal kavramlara değer verirsek, bu ortam ve çağa uygun mu diye irdelemezsek, gelenekler ayak bağı olur." Sanayileşme çağında insanların müthiş bir yapı değişmesi içinde olduğunu belirten Gökberk'e göre, "tarım kültürüne geçerken de böyle bir yapı değişikliği olmuştur. Ondan sonra, neolitik çağdan beri şu kadar bin yıldır ilk kez böyle büyük bir yapı değişikliği içindeyiz. Şimdi, böyle bir tarihsel dönüm noktasında, gelenekleri yeniden gözden geçinnek ve bu ortamın ölçüleri içinde değerlendirmek gerekmektedir."
Gökberk'e göre, Atatürk'ün yaptığı işin özünü,ayak bağı durumundaki gelenekleri çözmesinde bulabiliriz. Burada önemli olan, kültür birikimi karşısında alınacak tavırdır. Çünkü ister kendi kültürel geleneğimizden devraldığımız şeyler olsun, ister batı kültüründen aldığımız şeyler olsun,burada asıl sorun, toplumun bunları benimsemesi ve onu kendi kişiliği içinde özümleyip yeniden değerlendirmesidir. Bu da onun insanlık kültürüne katkısı olacak ve o katkılan oranında saygınlık kazanacaktır. Geçmişe ve geleneğe ait değerlerin geleceği biçimlendirmede rol oynayabilmeleri, akılcı, aydınlanmacı ve eleştirel bir düşünüş tarzıyla ele alınmalarına bağlıdır. Akılcı ve eleştirel düşünüş karşısında da bir tutum ve düşünce tarzı olarak gelenekçilik bulunmaktadır. Gökberk bu konuda tarihten örnekler vererek, Fransız devrimi sonrasında da romantik ve tutucu eğilimlerin ortaya çıktığını belirtir. Aynı durum Türkiye için de söz konusudur. Öyle ki daha 1920'li yıllardan itibaren külütrel gerçekliğimizde bir çağdaşlaşmacılık-gelenekçilik karşıtlığının etkili olduğunu söylemek pek yanlış olmasa gerek.. Günümüze kadar kültürel gerçekliğimizin biçimlenmesinde bu karşıtlığın ve bu karşıtlığı aşma yönündeki çabaların belirleyici olduğunu saptayabiliriz.
Gökberk'in kültür değişmelerine tarih kavramı açısından bakan, tarih bilincine önem veren bir düşünür olduğunu belirtmiştim. Öyle ki, onun kültür anlayışının temelinde tarih bilinci bulunur. Bu bilinç açısından bakıldığında, Gökberk, hem batının hem de Türklerin tarihini bir "kültürel alışverişler tarihi" olarak görür. Yani tarihte ağır basan, ona yön veren şey gelenekten çok değişme ve yenilenmedir. Ona göre, "bugünkü Batı, yüzyıllar boyundaki geniş bir kültür alışverişinin sonucu olan yeni ve özgün bir birleşiminin gelişmiş bir ürünüdür." Gökberk, söz konusu kültür alışverişinin belirgin bir örneğini Türk tarihinde de gördüğümüzü ifade eder: "Orta Asya'da Türkler, Çin ve Hint ile yakın ilişkisi olan bir Şaman Budist kültürü içindeydiler. İslam Arap ordulannın yurtlanna gelmesiyle müslüman olunca ya da müslüman olmak zorunda kalınca, dünya görüşü ve yapısı başka olan bir kültür çevresi içinde yer aldılar. Bin yıla yakın bir zaman sonra da İslam kültür çevresini bırakıp, yine ondan büsbütün başka olan Batı kültür çevresine geçtiler ya da geçmek zorunda kaldılar." Gökberk buradaki zorunluluk kavramı üzerinde durarak şunları söyler: "çünkü tarihte birşeylerin istediklerini, dileklerini, özlediklerini aşan zorunluluklar vardır. "Gerçekten de 20.yüzyllda Türkiye'nin batılılaşmasının bir varoluş sorunu haline geldiğini söyleyebiliriz. Ülkenin varoluşumodem koşullara ve gelişmelere uymayı gerekli kılmıştır.
Atatürk devrimlerinin tarihin gidişine uygun olduklarını, "Osmanlı modeli" gibi görüş ve önerilerin de tarih gerçeğine aykın düştüğünübelirtenGökberk'e göre, tarih, geçmişten gelip şimdi üzerinden geçerek geleceğe uzananüç boyutlu bir süreçtir. Ancak "kimileri bu üç boyutun yalnız bir boyutuna, yalnız geçmişe değer verirler, onu mutlaklaştınrlar, hatta kutsallaştırırlar. Bunlara göre insanlık ya da kendi ümmetieri, kendi ulusları bütün olanaklarını geçmişte ortaya koymuştur; artık yapılacak şey: atalann kurduğudüzeni elden geldiğince ayakta tutmaya çalışmaktır. Bugünkülere de, yarınkilere de düşen şey: geride kalmış, bir daha gelmeyecek olan efsanevı mutlulukçağını hüzünlübir özleyişle dinsel bir korku ve saygı duygusuyla anımsamadır. "Böyle bir tarihve kültüranlayışınınise, "yaşayan kuşakların yaratma istemini kötürümleştirmesi" kaçınılmazdır. Bu nedenle Gökberk şu uyarıda bulunur: "oysa ne bu günün ne de yannın insanının yaratıcılığı, yeni kültür değerleri ortaya koyacağı konusunda karamsar olmaya hakkımız var. Belki de tam tersi doğru: geçmişin birikimlerini, bugünün yarına doğru gittikçe artan olanaklan bakımından değerlendirirsek, geleceğin, insanı daha mutlu yapacağına güvenmek cesaretini kendimizde bulabiliriz." Başka bir deyişle, hiçbir zaman insanlığın kültür bakımından ilerleme/gelişme olanaklarını tamamladığını düşünme yanılgısına kapılmamak gerekir. Çünkü kültür kavramı insanın yaptıklarını (gerçekleştirdiklerini) ifade ettiği gibi, aynı zamanda onun olanaklarını, yapabileceklerini de ifade etmektedir. Bu bakımdan kültürün varlığı ve sürekliliği, geleneklere olduğu kadar,geleceğe ve değişmelere de bağlı görünmektedir. Gökberk de kültürün tarihselliğinden söz ederken bunlara işaret etmektedir.
Gökberk kültüre ve kültürel değişmelere tarih açısından baktığı gibi, Atatürk devrimlerini de tarihsel süreç içindeki yeriyle değerlendirir. Bu açıdan Atatürk devriminin tamamlandığını, eksiksiz bir biçimde gerçekleştiğini söylemek mümkün ğörünmemektedir. Ona göre, "Atatürk devriminin eksik kalmasının, yer yer yürümemesinin nedenlerini kendisinde değil, içinde gelişmek zorunda olduğu tarihsel-toplumsal ortamın direnmesinde aranmalıdır.
Kendisinin ise insanlık tarihinin genel gidişine uygun olduğundan, dolayısıyla çağdaş bir yönelim olduğundan şüphe edilemez." Gökberk'e göre, "tarih tuttuğu doğrultudan ayrılanların üstünden acımasız gelip geçer. Bu gerçek de Atatürk devrimini tamamlanmaya zorlar." Çünkü "bu devrim, ortaçağ dünya görüşü düzeni bütün bütüne aşılıncaya; çağdaş endüstri uygarlığına yaratıcı olarak katılıncaya kadar sürecektir. Sanayileşmede yol aldıkça, Atatürk devrimleri de özlerine uygun, gerçek ortamlarını bulacaklardır."
Gökberk'in tarih anlayışının bir ölçüde Hegel'den izler taşıdığını saptamak mümkündür. Tarihin genel gidişi, bütünleşmiş bir insanlığa doğru yöneliş vb. düşüncelerin Hegel kaynaklı olduğunu söyleyebiliriz. Bilindiği gibi Hegel felsefesinde "tarihsel ulus" diye bir kavram vardır. Gökberk'in deyimiyle, "Evrensel ide (yani Mutlak Tin) tarihi günden, belli bir plana, belli bir ereğe göre yürüten bu evrensel ilke, belli dönemlerde, planlarını gerçekleştirmek için belli bir ulusu seçiyor. Bu ulusa da Hegel, "tarihsel ulus" diyor. Şimdi bugünkü gelişmeye göre böyle bir ulus yok ortada. Evrensel ölçüde, dünya ölçüsünde, insanlık ölçüsünde etkili olabilecek birtakım ilkeleri geliştiren bir kültür çevresi var. Bu kültür çevresi de Batı kültür çevresidir." Bugün dünyanın her yanında olup biten pekçok şeyin, bu Batı kültür çevresinden gelen etkilerle ortaya çıktığını belirten Gökberk'e göre, "Hegel'in belli bir dönem için düşündüğü "tarihsel ulus", bugün Batı kültür çevresiyle insanlığı bir bütünlüğe doğru götürmektedir." Hegel felsefesinin de bu anlamda değerlendirilebileceğini belirten Gökberk'e göre, "Batı kültür çevresinden gelen bu etkiler, sonunda bizi bütünleşmiş bir insanlığa götürebilir" diye düşünebiliriz. Çünkü Yeniçağdan bu yana Avrupa' da ortaya çıkan değerler ve kültüreloluşum "yalnız Avrupa'da değil, içine almaya başladığı bütün dünyada büyük değişmeler getirmektedir." Ona göre "cilalı taş çağında başlamış olan tarım uygarlığı artık sona ermektedir. Bilgi bakımından hazırlıkları, antik çağa kadar uzanan, bir buçuk yüzyıldan beri de belli bölgelerde de olsa, tarihin düzeni, ilkesi olmaya başlayan endüstri uygarlığı, insanlığın bu ikinci büyük yapı değişikliği, bütün görüşlerimizde, kurumlarımızda çok temelli değişmelere neden olacaktır." Başka bir deyişle, "Batı uygarlığı bugün bütün insanlığın malı olma yolundadır."
Atatürk devrimlerinin yorumu çerçevesinde kültür kavramı ve kültür dünyamıza ilişkin sorunlar tartışılırken, "Batılılaşma", "Avrualılaşma", "çağdaşlaşma" vb. kavramların sıkça kullanıldığını saptamak mümkündür. Türkiye'nin kültürel gerçekliği hakkında da konuşuyorsak ve onun Batı dünyasıyla ilişkilerini göz önünde bulunduruyorsak, bu kavramların anlamlannı açıklığa kavuşturmak gereklidir.
Batılılaşma Avrupa kültürüne yönelişi, yani bir kültür çevresinden başka bir kültür
çevresine geçmeyi, o kültüründünya görüşünü, insan doğa, toplumve değerlilik anlayışını benimsemeyi ifade eder. Ancak batılılaşma kavramının anlamı ve ifade etmek istediği kültürel oluşum hakkında geçmişten günümüze devam eden tartışmalar söz konusudur.
Batılılaşma çabası kadar, bu kavramüzerindekitartışmalarıntarihide oldukça eskiye uzanmaktadır. 1923 devrimi ise, batılılaşma doğrultusundaki çabaların bir dönüm noktası niteliğindedir.Çünkü Cumhuriyetle birlikte, batılılaşma, artıkbir devlet politikası olarak da benimsenmiş ve bu konuda geçmişe göre daha radikal adımlar atılmaya başlanmıştır.
Atatürk devrimlerinin ve bu devrimlerin kültürel alandaki ifadesi olan ve çağdaş bir kültür yönelimini yansıtan "batılılaşma" kavramı bugüne kadar birçok bilim adamı ve düşünür tarafından değerlendirilip,yorumlanmıştır. Ancak batılılaşma, ekonomik, siyasal, teknolojik yönleriyle olduğu kadar kültürel ve felsefi yönleriyle de ele alınması gereken bir kavram ve olaydır. Ben de bu bildirimde, bizden iki düşünür, Macit Gökberk ve Takiyettin Mengüşoğlu'nun Batılılaşma/Avrupalılaşma anlayışlarına değinmek, bu kavram ve ifade ettiği kültürel oluşumla ilgili düşüncelerini gözden geçirmek istiyorum. İki düşünürümüzden hareketle, sınırlı da olsa, Cumhuriyet döneminde felsefe ve kültür ilişkilerinin durumunu görme fırsatını bulabileceğimizi de düşünüyorum.
Gökberk'İn Kültür Sorunlarına Yaklaşımı
Macit Gökberk, felsefe-kültür ilişkisine oldukça önem veren ve bu alanın sorunlarıyla da ilgilenen bir düşünürümüzdür. 1923 devrimiyle birlikte temelleri atılan yeni kültürel oluşumlarla felsefe arasında sıkı bir bağlantı bulunduğu inancıyla, akılcı ve aydınlanmacı bir tutum içinde etkinlikte bulunmuştur. Ona göre, günümüzün başlıca özelliği "bir aydınlanma kültürü içinde bulnma" olmuştur.
Ülkemizde de Cumhuriyetle birlikte, insanın değer ölçülerini din ve gelenekte aramayıp, bunları aklın ışığıyla aydınlatmak istemesi demek olan "aydınlanma" dinden bağımsız bir dünya kültürü oluşturmaya başlamıştır. Aydınlanmacı kültür istenci bir dünyaya yönelir. Aydınlanma felsefesi de bu dünyaya yönelen kültür istencinin kavramsal ifadesidir. Bilindiği gibi Aydınlanma döneminde felsefe, hem kendini (soruları ve yanıt arama çabalarıyla birlikte) yeniden konumlamış ve hem de Ortaçağın dünya görüşüyle hesaplaşması çerçevesinde yeni bir insan ve dünya yorumu getirmiştir.
Felsefe, bir "dünyevlleşme" sürecinin yaşandığı bu çağdaki tarihsel ve kültürel değişmeleri yorumlayıp kavramsallaştırmıştır. Felsefe 18. yüzyılda Batıda belirginleşen yeni değerlerin hem tanımlayıcısı hem de olayların yönlendiricisi olmuştur. Bu nedenle M. Gökberk,ülkemizdeki kültüreloluşumlar ve yaşanan sorunlarla bağıntılı olarak, felsefeye düşen görevler bulunduğunu da vurgular. Bunlara biraz sonra değineceğim. Ama öncelikle Gökberk'in "batılılaşma" anlayışı nedir, onu açıklığa kavuşturalım.
Gökberk'e göre, Batılılaşma, İslam ortaçağından Yeniçağa geçmek demektir ve burada iki kültür çevresi (Batı ile Doğu) arasında bir çatışma değil, "çağların çatışması" söz konusudur. Batılılaşmayı, Batı ile Doğu kültürleri arasındaki tarihsel yakınlıkları göz önünde tutarak değerlendiren Gökberk'e göre, Batıya yönelmeyi, Batı ve Doğu kültürlerinin karşılaşması olarak anlayanlar vardır. Ancak ona göre, "buradaki karşılaşma, yalnızca Batı ve Doğu kültürlerinin karşılaşması değildir. çünkü burada karşılaşan Batı kültürü, yani Hıristiyan Batı kültürü ile İslam kültür çevresidir." Gökberk, bu iki kültür çevresinin birçok bakımdan birbirine aykın ve uzak olmadıklarını, her ikisinin de benzer yönleri bulunduğunu belirtir: "Bu ortak yönlerden bir tanesi ikisinin de Akdeniz kültürü içinde ortaya çıkmış olmalarıdır.
(...) İkincisi,din olarak da Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Museviliğin yer aldığı Semitik tek tanrıcı dinler arasındadır. Semitik tek tanrıcı dinlerin de ortak bir mitolojisi vardır." Ortak yönlerden başka biri ise, hem Hıristiyan Batının hem de İslam kültürünün kendi dünya görüşünü oluşturmada, Antik felsefeye dayanmış olmalarıdır. Gökberk'e göre, "bütün bunlar, iki kültür çeverisini çok ortak yapmaktadır. Onun için bizdeki çatışma, bir-birine çok aykın iki kültür çevresinin çatışması değildir de,bu kültür çevreleri içindeki çağların çatışmasıdır. Çünkü bizim iki yüzyıldan beri karşımıza çıkan, binbir sıkıntıya neden olan, bunalımlarımıza yol açan ve hatta bugün bile sarsıntısı içinde olduğumuz bu Batılılaşma dediğimiz şeyaslında, İslam kültür çevresi içindeki ortaçağ düzeninden Batı kültürünün, bundan dört yüzyıl önce geçmiş olduğu Yeniçağ düzenine geçme sıkıntılarıdır. Yani buradaki, kültür çatışmasından çok çağların çatışmasıdır."
Gökberk'e göre, Türk toplumuözellikle 18. yüzyılın ortalarındanberi Batı uygarlığına katılma çabaları içindedir.Batı uygarlığına katılmakda, yaklaşık bin yıldır içinde yer alınan İslam kültür çevresinden ayrılıp başka bir kültür çevresine girmek demektir. "Kültür çevresini değiştirmeye de Türk toplumunu,yeryüzüölçüsündeki ve yanıbaşındaki tarihsel gelişmeler zorlamıştır.Ancak, buradakiolgu, sıradanbir kültür çevresi değiştirmeden daha ötede olan bir şeydir. Bir çağdan öbür çağa, ortaçağdan yeniçağa bir geçiştir de."
Gökberk'in kültürler arası ilişkilerle ilgili olarak "çatışma" kavramına getirdiği yorum da oldukça ilgi çekicidi. Gökberk kültürlerarası bir çatışmadandeğil, kültürlerin belli bir zihniyeti ifade eden çağları arasında bir çatışmadan söz etmektedir. (Burada, son yıllara S.Huntington gibi bazılarının "medeniyetler/kültürler çatışması"ndan söz etmelerini anımsayabiliriz. Olası bir çatışmanın ise Batı dünyası ile İslam dünyası arasında meydana gelebileceği öne sürülmektedir.)
Gökberk'e göre batılılaşma, aydınlanma çağına girmek anlamına gelir. Kendi deyimiyle, "batının Rönesansta geçirdiği, ortaçağ karanlığından sonra geçirdiği bir gelişmeyi, şu kadar yüzyıl gecikmeyle biz de şimdi geçirmek durumundayız. Rönesanstan bu yana da batı kültürüne kılavuz olan, yol gösteren dünya görüşü aydınlanmadır. Aydınlanma da, yaşamın kurallarını, ilkelerini aklın ışığıyla bulmak, aklın eleştirisinden geçerek bu kuralları ve ilkeleri saptamak ve ona göre davranmak demektir ki, bizde böyle bir durumdayız; tam da böyle bir durumun, böyle bir gelişmenin içindeyiz; dolayısıyla bizde felsefenin sadece yeri değil, yaşamsal bir önemi var. Dinin bıraktığı boşluğu bugün ancak felsefe doldurabilir" demektedir.
Bir aydınlanma dönemine girme anlamına gelen batılılaşma ve bu süreç içinde karşımıza çıkan "çağların çatışması"nın felsefeye yüklediği görevler de söz konusudur. Gökber'in deyimişle, "felsefe burada, Yeniçağa geçişin yollarını, koşullarını gösterecektir. Ne demektir Yeniçağ? Ne demektirOrtaçağ? Yeniçağın düşüncesi neızihniyeti ne, ilkeleri ne? İşte felsefe, bu bakımdan aydınlatıcı olabilir." Yani ister kültür değişmesi ister çağ değişmesi olarak adlandırılsın,
nereye yöneldiğimiz, girmek zorunda olduğumuz çağın ve kültür çevresinin özelliklerinin neler olduğunu gösterecek olan felsefeden başka bir şey değildir. Bu bakımdanGökberk, felsefeyi devrimtarihinintemeli olarak görür. "çünkü devrim dediğimiz eylemler karmaşasının ilkeleri felsefededir."
Felsefenin yol gösterici ve kılavuz rolü oynaması, kültür tarihinde sürekli karşılaşılan bir durumdur. "Bütün tarihte,kültür tarihinde(...), felsefe kılavuz rolünühep üzerine almıştır. Bizim de durumumuzbundan başka bir şey değiL. Batılılaşma dediğimiz şey, bizde de bir ortaçağdan ayrılıp bir yeniçağa geçmedir. Böyle bir gelişmedir ya da böyle bir oluşumdur.Ortaçağ demek de, dine dayanan bir dünya görüşü demekti. Şimdi biz de batılılaşırken, dine dayanan bir dünya düzeninden, akla dayananbir dünya düzenine geçmek zorundayız. Bu dönemde felsefe, bir kılavuz rolündedir,yani bu yeni değerlere, yeni normlaradayanak ve destek olacak ilkeleri aydınlatan bir organ durumundadır. İşte onuniçin de felsefenin,bugünkü,bir devrim içinde bulunan ülkemizde büyük yeri vardır ve olması da gerekir." Yol gösterici olabilecek felsefenin belli bir tarih bilincine dayanması gerekir. Çünkü yaşanan devrimler tarihsel süreç içinde, tarihin gidişi içinde meydana gelmektedir. Bu bakımdanGökberk'e göre, "tarih bilincinin yararı da buradadır:daha iyi bir geleceğe, inanarak,onu planlayarak çevrilmemizi destekler. Daha iyi bir geleceği istemek ve onuniçin eylemek de bir ahlak ödevidir." kuralları ve ilkeleri saptamakve ona göre davranmak demektirki, bizde böyle bir durumdayız; tam da böyle bir durumun, böyle bir gelişmemin içindeyiz; dolayısıyla bizde felsefenin sadece yeri değil, yaşamsal bir önemi var. Dinin bıraktığı boşluğu bugün ancak felsefe doldurabilir" demektedir.
Gökberk kültüreloluşumlara ve sorunlarahep tarihkavramı açısındanve belli bir tarih bilinciyle yaklaşmıştır. Onun bu yaklaşımı kültürüntarihselliğini vurgularken, kültürün geleneklerin aktarımı ve değiştirilmesi yoluyla sürdüğünüifade ederken belirginleşmektedir. Bu bağlamda Gökberk özellikle "gelenek", "gelenekçilik", "geçmiş" ve "gelecek" kavramları üzerindedurarak, 1923 devriminide geçmişle gelecek arasında,ama gelenekçiliğe karşı bir dönüşüm olarak yorumlamaktadır.Gökberk'e göre gelenek, aktarmak, öbür yana geçirmek, iletmek demektir. Gelenek insan kültüründeki dinamizmi ifade eden bir kavramdır. Çünkü "kültür değerlerini kuşaktan kuşağa iletmek, kültürün bir temel olgusudur. Bununla, insanlık kültürü-ya da tek tek toplumlarınkültürleri- süreklilik kazanır.
Sözü geçen aktarış, insanınvaroluş biçimi bakımındanzorunludur."Kültürünbaşlıca özelliği tarihsellik olduğunda,kültürelgerçeklik zamaniçinde bir değişimsüreci olarakgörünür. Bu bağlamda Gökberk'e göre, "kültür değerlerinin aktarılması sırasında bile bu değerler az ya da çok değişikliğe uğrar. Çünkü devralan kuşak bunları kendine göre yorumlayarak benimser. Ancak, bu değerlerin arkasında ağır basan otoriteler varsa, bu yorumlama, bu benimseme, dolayısıyla değişiklikler yapma özgürlüğüde sınırlı olur ya da hiç olmaz." Burada karşımıza "gelenekçilik" olarak adlandırılan bir yaklaşım çıkmaktadır. Gelenekçilik, kültürde aydınlanmaya ve değişmeye izin vermideği için Gökberk tarafından eliştirilen bir yaklaşımdır. Ona göre, "gelenekçiliğin baş özelliği: aktarıla aktarıla bir yere kadar gelmiş olan ölçülere, bilgilere, inaçlara vb. aşırı değer vermesi, bunları salt eskiden kalmışlar, atalardan geliyorlar diye saygın tutmasıdır. Varlığını koruyan bir düzen çerçevesi olmaları bakımından insanın geleneklere saygı duyarak uyması doğal sayılabilir. Ancak bu saygı korku ile karışıyorsa, o zaman gelenekleri iletmiş olan atalar dizisinin başında tanrıyı ya da tanrısal güçleri aramak gereklidir.
Gerçekten, gelenekçilik otorite inancına hep sıkı sıkıya bağlıdır." Gökberk, desteğini dinden alan gelenekçiliğin tutuculukla da özdeş olduğunu belirtir. Gökberk'in tarihsel ve kültürel gelişmeler karşısına bir engel konumunda olan gelenekçiliği eleştirmiş olması, onun geleneğin ve geçmişin kültürel bakımdan taşıdığı önemin farkında olmadığı anlamına gelmez. Aksine, gelenekçiliği eliştirdiği ölçüde, Gökberk,kültürel açıdan geleneğin ve geçmişin insan ve toplum için nasıl bir yere sahip olduğu üzerinde de önemle durur. Çünkü gelecek ve geçmiş (gelenek) birbirinden ayrılamaz. Geleceğe yönelmek, ancak belli bir geçmişe ve geleneğe dayanmakla mümkündür. Bu bakımdan Gökberk'in deyimiyle, "geçmiş de saygınlık konusudur; geleceği istemek de yine saygınlık değeri taşıyan bir şeydir; çünkü yaşam geçmişten gelip bugün üzerinden geçerek ileriye doğru uzanan bir süreçtir. Şimdi burada söz konusu, ölçü sorunudur. Geçmişe, bugün ileriye dönük yaratmalarımıza engelleyecek şekilde sarılmamak. Geçmişe de bağlanılır, ama geçmişin gerçek değerlerine; yoksa sırf bunlar geçmişte vardır diye değiL. Geçmişin gerçek değerleri korunursa, o zaman bunlar ileri atılımların kaynağı ve temeli olabilirler." Gerçekten de her kültürel yenilenme ve ilerleme hareketinin kökenlerinin ve temel ilkelerinin geçmiş bir dönemde, eski bir düşünürde vb. yattığını kültür tarihinde saptamak mümkündür. Bu bakımdan Gökberk'in kültürün tarihselliğini vurgulaması da gösteriyor ki, kültürü ve kültürel oluşumları tarihsel değişme süreci içinde, geçmiş-şimdi-gelecek bağıntısı açısından ele almak doğru olur. Geçmişin ve geleneğin hak ettiği yeri almasını sağlayan da bu tarihsellikten başka bir şey değildir. Tarih bilincinden yoksunluk,kültür sorunlarını ele almada gelenekçi tutumların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Böylece gelenekçilik, geçmişin ve geleneğin yeni kültürel atılımların temeli olmalarına değil, birer ayak bağı olmalarına neden olmaktadır.
Gökberk'e göre, "geleneklerin ayak bağı oluşu, aklın eleştirisinden geçirilmesindendir; yani sırf atalardan geldi diye duygusal kavramlara değer verirsek, bu ortam ve çağa uygun mu diye irdelemezsek, gelenekler ayak bağı olur." Sanayileşme çağında insanların müthiş bir yapı değişmesi içinde olduğunu belirten Gökberk'e göre, "tarım kültürüne geçerken de böyle bir yapı değişikliği olmuştur. Ondan sonra, neolitik çağdan beri şu kadar bin yıldır ilk kez böyle büyük bir yapı değişikliği içindeyiz. Şimdi, böyle bir tarihsel dönüm noktasında, gelenekleri yeniden gözden geçinnek ve bu ortamın ölçüleri içinde değerlendirmek gerekmektedir."
Gökberk'e göre, Atatürk'ün yaptığı işin özünü,ayak bağı durumundaki gelenekleri çözmesinde bulabiliriz. Burada önemli olan, kültür birikimi karşısında alınacak tavırdır. Çünkü ister kendi kültürel geleneğimizden devraldığımız şeyler olsun, ister batı kültüründen aldığımız şeyler olsun,burada asıl sorun, toplumun bunları benimsemesi ve onu kendi kişiliği içinde özümleyip yeniden değerlendirmesidir. Bu da onun insanlık kültürüne katkısı olacak ve o katkılan oranında saygınlık kazanacaktır. Geçmişe ve geleneğe ait değerlerin geleceği biçimlendirmede rol oynayabilmeleri, akılcı, aydınlanmacı ve eleştirel bir düşünüş tarzıyla ele alınmalarına bağlıdır. Akılcı ve eleştirel düşünüş karşısında da bir tutum ve düşünce tarzı olarak gelenekçilik bulunmaktadır. Gökberk bu konuda tarihten örnekler vererek, Fransız devrimi sonrasında da romantik ve tutucu eğilimlerin ortaya çıktığını belirtir. Aynı durum Türkiye için de söz konusudur. Öyle ki daha 1920'li yıllardan itibaren külütrel gerçekliğimizde bir çağdaşlaşmacılık-gelenekçilik karşıtlığının etkili olduğunu söylemek pek yanlış olmasa gerek.. Günümüze kadar kültürel gerçekliğimizin biçimlenmesinde bu karşıtlığın ve bu karşıtlığı aşma yönündeki çabaların belirleyici olduğunu saptayabiliriz.
Gökberk'in kültür değişmelerine tarih kavramı açısından bakan, tarih bilincine önem veren bir düşünür olduğunu belirtmiştim. Öyle ki, onun kültür anlayışının temelinde tarih bilinci bulunur. Bu bilinç açısından bakıldığında, Gökberk, hem batının hem de Türklerin tarihini bir "kültürel alışverişler tarihi" olarak görür. Yani tarihte ağır basan, ona yön veren şey gelenekten çok değişme ve yenilenmedir. Ona göre, "bugünkü Batı, yüzyıllar boyundaki geniş bir kültür alışverişinin sonucu olan yeni ve özgün bir birleşiminin gelişmiş bir ürünüdür." Gökberk, söz konusu kültür alışverişinin belirgin bir örneğini Türk tarihinde de gördüğümüzü ifade eder: "Orta Asya'da Türkler, Çin ve Hint ile yakın ilişkisi olan bir Şaman Budist kültürü içindeydiler. İslam Arap ordulannın yurtlanna gelmesiyle müslüman olunca ya da müslüman olmak zorunda kalınca, dünya görüşü ve yapısı başka olan bir kültür çevresi içinde yer aldılar. Bin yıla yakın bir zaman sonra da İslam kültür çevresini bırakıp, yine ondan büsbütün başka olan Batı kültür çevresine geçtiler ya da geçmek zorunda kaldılar." Gökberk buradaki zorunluluk kavramı üzerinde durarak şunları söyler: "çünkü tarihte birşeylerin istediklerini, dileklerini, özlediklerini aşan zorunluluklar vardır. "Gerçekten de 20.yüzyllda Türkiye'nin batılılaşmasının bir varoluş sorunu haline geldiğini söyleyebiliriz. Ülkenin varoluşumodem koşullara ve gelişmelere uymayı gerekli kılmıştır.
Atatürk devrimlerinin tarihin gidişine uygun olduklarını, "Osmanlı modeli" gibi görüş ve önerilerin de tarih gerçeğine aykın düştüğünübelirtenGökberk'e göre, tarih, geçmişten gelip şimdi üzerinden geçerek geleceğe uzananüç boyutlu bir süreçtir. Ancak "kimileri bu üç boyutun yalnız bir boyutuna, yalnız geçmişe değer verirler, onu mutlaklaştınrlar, hatta kutsallaştırırlar. Bunlara göre insanlık ya da kendi ümmetieri, kendi ulusları bütün olanaklarını geçmişte ortaya koymuştur; artık yapılacak şey: atalann kurduğudüzeni elden geldiğince ayakta tutmaya çalışmaktır. Bugünkülere de, yarınkilere de düşen şey: geride kalmış, bir daha gelmeyecek olan efsanevı mutlulukçağını hüzünlübir özleyişle dinsel bir korku ve saygı duygusuyla anımsamadır. "Böyle bir tarihve kültüranlayışınınise, "yaşayan kuşakların yaratma istemini kötürümleştirmesi" kaçınılmazdır. Bu nedenle Gökberk şu uyarıda bulunur: "oysa ne bu günün ne de yannın insanının yaratıcılığı, yeni kültür değerleri ortaya koyacağı konusunda karamsar olmaya hakkımız var. Belki de tam tersi doğru: geçmişin birikimlerini, bugünün yarına doğru gittikçe artan olanaklan bakımından değerlendirirsek, geleceğin, insanı daha mutlu yapacağına güvenmek cesaretini kendimizde bulabiliriz." Başka bir deyişle, hiçbir zaman insanlığın kültür bakımından ilerleme/gelişme olanaklarını tamamladığını düşünme yanılgısına kapılmamak gerekir. Çünkü kültür kavramı insanın yaptıklarını (gerçekleştirdiklerini) ifade ettiği gibi, aynı zamanda onun olanaklarını, yapabileceklerini de ifade etmektedir. Bu bakımdan kültürün varlığı ve sürekliliği, geleneklere olduğu kadar,geleceğe ve değişmelere de bağlı görünmektedir. Gökberk de kültürün tarihselliğinden söz ederken bunlara işaret etmektedir.
Gökberk kültüre ve kültürel değişmelere tarih açısından baktığı gibi, Atatürk devrimlerini de tarihsel süreç içindeki yeriyle değerlendirir. Bu açıdan Atatürk devriminin tamamlandığını, eksiksiz bir biçimde gerçekleştiğini söylemek mümkün ğörünmemektedir. Ona göre, "Atatürk devriminin eksik kalmasının, yer yer yürümemesinin nedenlerini kendisinde değil, içinde gelişmek zorunda olduğu tarihsel-toplumsal ortamın direnmesinde aranmalıdır.
Kendisinin ise insanlık tarihinin genel gidişine uygun olduğundan, dolayısıyla çağdaş bir yönelim olduğundan şüphe edilemez." Gökberk'e göre, "tarih tuttuğu doğrultudan ayrılanların üstünden acımasız gelip geçer. Bu gerçek de Atatürk devrimini tamamlanmaya zorlar." Çünkü "bu devrim, ortaçağ dünya görüşü düzeni bütün bütüne aşılıncaya; çağdaş endüstri uygarlığına yaratıcı olarak katılıncaya kadar sürecektir. Sanayileşmede yol aldıkça, Atatürk devrimleri de özlerine uygun, gerçek ortamlarını bulacaklardır."
Gökberk'in tarih anlayışının bir ölçüde Hegel'den izler taşıdığını saptamak mümkündür. Tarihin genel gidişi, bütünleşmiş bir insanlığa doğru yöneliş vb. düşüncelerin Hegel kaynaklı olduğunu söyleyebiliriz. Bilindiği gibi Hegel felsefesinde "tarihsel ulus" diye bir kavram vardır. Gökberk'in deyimiyle, "Evrensel ide (yani Mutlak Tin) tarihi günden, belli bir plana, belli bir ereğe göre yürüten bu evrensel ilke, belli dönemlerde, planlarını gerçekleştirmek için belli bir ulusu seçiyor. Bu ulusa da Hegel, "tarihsel ulus" diyor. Şimdi bugünkü gelişmeye göre böyle bir ulus yok ortada. Evrensel ölçüde, dünya ölçüsünde, insanlık ölçüsünde etkili olabilecek birtakım ilkeleri geliştiren bir kültür çevresi var. Bu kültür çevresi de Batı kültür çevresidir." Bugün dünyanın her yanında olup biten pekçok şeyin, bu Batı kültür çevresinden gelen etkilerle ortaya çıktığını belirten Gökberk'e göre, "Hegel'in belli bir dönem için düşündüğü "tarihsel ulus", bugün Batı kültür çevresiyle insanlığı bir bütünlüğe doğru götürmektedir." Hegel felsefesinin de bu anlamda değerlendirilebileceğini belirten Gökberk'e göre, "Batı kültür çevresinden gelen bu etkiler, sonunda bizi bütünleşmiş bir insanlığa götürebilir" diye düşünebiliriz. Çünkü Yeniçağdan bu yana Avrupa' da ortaya çıkan değerler ve kültüreloluşum "yalnız Avrupa'da değil, içine almaya başladığı bütün dünyada büyük değişmeler getirmektedir." Ona göre "cilalı taş çağında başlamış olan tarım uygarlığı artık sona ermektedir. Bilgi bakımından hazırlıkları, antik çağa kadar uzanan, bir buçuk yüzyıldan beri de belli bölgelerde de olsa, tarihin düzeni, ilkesi olmaya başlayan endüstri uygarlığı, insanlığın bu ikinci büyük yapı değişikliği, bütün görüşlerimizde, kurumlarımızda çok temelli değişmelere neden olacaktır." Başka bir deyişle, "Batı uygarlığı bugün bütün insanlığın malı olma yolundadır."