İBN RÜŞD DÜŞÜNCESİNİN TARİHTEKİ YERİ VE ETKİLERİ (... devam )

Bilindiği gibi, 'Rönesans' denilen olgu, en yalın ifadesiyle, bunun gerçekleşmesinden başka bir şey değildir. Kilise kendi açısından yanlış yapmıyordu!.. Renan Skolastik felsefede İbn Rüşd'ün çifte kişilikli bir insan olarak görüldüğünü belirtir: "Bir yanda 'Büyük Şerh'in yazan, Filozofun (Aristo'nun) tek ve yetkin yorumcusu, kendisiyle savaşanların bile saygısını kazanmış İbn Rüşd; öte yanda dinlere küfreden, imansızların babası, Campo Santo İbn Rüşd'ü..." ' Renan bu iki zıt kişiliğin nasıl olup da biribirini dışlamadığı; aynı adamın nasıl rahallıkla hem katolik okulların klasik üstadı, hem de Deccal'ın habercisi sayılabildiği sorusuna, Ortaçağ düşünürlerinin, -Felsefe ile Vahiy arasında varlığı kabul edilen derin ayrılık nedeniyle- Eskilerin doğal aydınlanma alanında Hıristiyanlan geçmiş olabileceklerini kabulde sakınca görmedikleri; dolayısıyla Felsefede, hıristiyan olmayanların derslerine de rahatça başvurabildikleri şeklinde cevap veriyor .

Daha önce de belirtildiği gibi, Felsefe ile Dinin alanlarının ayrılması İbn Rüşd'e en büyük şimşekleri çeken, onun çifte hakikatçilikle suçlanmasına neden olan bir görüştür. Bu görüş onunsa ve onun ikili kişilik imajı da buna dayanarak sürdürülüyorsa, Batı Ortaçağı İbn Rüşd'ü böyle kabul etmenin dayanağını da yine İbn Rüşd'den almış demektir! Ancak, Renan da dahil tüm uzmanlar, ne İbn Rüşd'ün ne de gerçek (politik olmayan) Averroistİerin açıkça çifte hakikati savunmadıklarını söylüyorlar.

"Çifte hakikat", felsefede varılan sonuçlan doğru sayarken, aynı zamanda onlara karşıt olan vahye dayalı önermeleri de doğru saymak anlamına geliyor ki, hem 'hakikatin birliği' ilkesini çiğneyen, hem de Aristo'nun fikirlerini Tanrı'nın sözüyle aynı yere koyan bu görüş dindar zihinlere ve vicdanlara kesinlikle tahammül edilmez görünüyor. Oysa XIII. yüzyılda bu soruna eğilen bütün düşünürler "hakikatin vahiyde olduğunu göstermeğe büyük gayret sarfederlerken, felsefedeki sonuçlar için sadece 'Aristo'nun yöntemlerine göre filan sonuca varldığını' söylemekle yetinmişlerdir." Ama, anlaşılan, kuşku uyandırmağa bu kadarı bile yetiyor.

İbn Rüşd düşüncesinin Batılı bilinçlerdeki ilerleyişini -yarattığı tepkileri gözleyerek- izleyecek olursak, imaj olarak, melekten şeytana bir gidiş görülür; fakat bakında konuşanların hepsi, ister övsünler ister sövsünler, onun derin etkisi, hatta "büyüsü" altındadırlar. Skolastik Batı düşüncesinde ilk İslam etkisi Alexandre de Hales'te (Fransisken tarikatının kurucusu) görülür. (1243,1245 ve 1252 tarihli yazılan.) Ancak bu düşünür esas olarak birinci dalganın (İbn Sina'nın) etkisindedir. İbn Rüşd'ü hayatının sonuna doğru okumuş, etkilenecek zamanı olmamıştır. Onu iyi tanımaz.

Guillaume d'Auvergne (1240) İslam felsefesine ilk sistematik eleştiriyi yöneltir ve Yunanlılarla İslam filozoflarını aynı çuvala koyar! O devirde "Araplar" da antik çağdan sayılıyor, Afrodisiyas'lı İskender (M.Ö. III. yy.) ile İbn Rüşd'den CMS. XII. yy.) hangisinin önce olduğu bile bilinmiyordu! Guillaume da Aristo ve öteki İslam filozoflarını eleştirirken İbn Rüşd'ü ayırır; bu "çok soylu filozofun" adının başkalarınca kötüye kullanıldığım söyler. Aristo'ya çatarken aslında İbn Rüşd'le uğraştığının farkında değildir! .

Büyük Albert bireysel aıhun ölümsüzlüğü konusunda İbn Rüşd'cülere karşı bir risale yazmakla birlikte, İbn Rüşd'le fazla uğraşmaz. Onun üstadı daha çok İbnSina'dır . İbn Rüşd'ün hem en büyük öğrencisi hem de en ciddi karşıtı, yukarda da söz edildiği gibi, -Büyük Albert'in de öğrencisi olan- Aquino'lu Thomas'ür (öl. 1274). Thomas'a ve onun başını çektiği Dominiken tarikatına mensup düşünürlere göre İbn Rüşd Aristo'nun en büyük uzmanı ve mantıkta en büyük üstad, fakat psikoloji ve metafizikte ise 'zındık'tır! Buradan, yöneltilen itirazların bilgi kuramı, akılların birliği ve yaradılış sorunlarını ilgilendirdiğini bir kez daha anlıyoruz. Dominiken okulu aslında İbn Rüşd'e ait olmayan birçok fikri ona yakıştınp onun şahsında çürütüyor.

Thomas'tan itibaren olumsuz imaj ağır basıyor ve gittikçe güçleniyor. İlginç bir nokta, Gazali'nin işe kanştırılması: Raymond Martini ve bazı Yahudiler İbn Rüşd'ü çürütmek için Gazzali'den delil getiriyorlar! (Böylece Tehafüt' polemiği Batıya taşınmış oluyor!

Gilles de Rome İbn Rüşd'ü, her üç dinin de aslında yanlış, ama halka yararlı oldukları için gerekli olduğunu savunmakla yani bir tür Voltaire'likle suçlar. Burada da felsefe-din ayrımı ve 'çifte hakikat' suçlamalarının nerelere kadar götürüldüğü görülüyor. Gilles aynca İbn Rüşd'da sık sık geçen loquentes triumlegum sözlerindeki 'loquentes'i (ki latince 'konuşanlar' demektir) "geveze" anlamında sanıyor ve İbn Rüşd'ün dinlere hakaret ettiğini söylüyor! Oysa bu, arapça 'mi' Hekellimin'în latince karşılığı olarak kullanılıyor. İbn Rüşd gerçekte "üç şeriatın (dinin) kelamcılarını kastediyor!

Dante bile bu tartışmaya katılmak gereğini duyuyor ve Ihn Rüşd'ü eleştiriyor. Ama gene de gönlü onu Cehenneme (Peygambere layık gördüğü yere) koymağa razı olmuyor; ona Arafta oldukça iyi bir yer ayırıyor. (Hıristiyan olsaydı herhalde kesinlikle Cennetlikti!) Raymond Lulle, Cato'nun "delenda Carthago" dediği gibi, islamı yıkmağa yeminli ve Renan'a göre "un cerveau trouble" yani akli dengesi biraz bozukça... İbn Rüşd'e İslamın temsilcisi olarak saldırır ve dizi dizi risaleler yazar. Saldırılan çok şiddetlidir ve hakarete kadar vanr. Bu arada ilginç çelişkilere de düşer. Örneğin, 'çifte hakikat' görüşünü çürütmek isterken: "Ne demek, dogmalar akla göre yanlış, ama dine göre doğru? Akla göre yanlışsa düpedüz yanlıştır!..." diyerek, çürüttüğünü sandığı şeyi (aklın, bilginin kaynağı ve ölçüsü olduğunu) savunmuş olur .

İbn Rüşd'ün imajı böylece gittikçe kararır ve sonunda ünlü "üç sahtekar" deyimine kadar varır: İlin Rüşd diyesiymiş ki, dünya üç sahtekâr tanıdı: Musa, İsa ve Muhammed. En beceriksizi de İsa, çünkü yapabildiği, kendini çarmıha gerdirmek.... Bütün bu ateşli ve tutkulu mücadele kime karşı yapılıyordu? İbn Rüşd "tarafı" kimlerden oluşuyordu? Papalığın askerleri olan Dilenci Tarikatlar' -ki baslıcaları, Cathare veya Albigeois hareketinin Güney Fransa'da XIII. yüzyıl başlarında bir haçlı seferi ile bastırılmasından sonra, "kaybedilen ruhları vaaz yoluyla geri kazanmak üzere" kurutan ve ünlü Enkizisyonu da kurdurup XVIÎ. yüzyıl sonuna kadar kullanan Dominiken tarikatıdır- savaşlarını kime karşı veriylorlardı?

Renan iki hasım görüyor: İngiltere (Oxford) kaynaklı Fransisken tarikatı ile Paris üniversitesindeki liberal ve Kilise karşıtı çevreler, özellikle 'Faculté des Arts'.... Fransiskenler yenilikçi, "demokratik", cesur ve Papalığın hegemonyasına karşı bir tarikat... Bilimlerin gelişmesine büyük katkıları var. Büyük kişilerinden Roger Bacon bir İbn Sina'ci ve İbn Rüşd'cü... Duns Scot bile, İbn Rüşd'ü lanetlemesine rağmen, düşüncesinin özünü (belirlenmemiş 'heyula'...) kabul ediyor. Paris üniversitesinin ilahiyat dışındaki fakülteleri ise her türlü "serbest" düşünce
ile kaynıyor. Kavganın en ateşli safhaları da zaten Paris'te geçiyor; Siger de Brabant ve Boecede Dacie'nin mahkumiyetleri de burada yer alıyor. Ancak, gerçek nedenin, doktrin anlaşmazlığından ziyade, bazı fikirlerin yol açtığı düzen karşılı sosyal hareketler olduğu daha önce belirtilmşti.

Bütün bu olaylarda ilgi çekici olan nokta, fon Rüşd'ün tam ortada yer alması, tabir caizse çevresinde kavganın cereyan ettiği "yorganın" hep fon Rüşd olması... Nasıl olup da hıristiyan dünyasındaki bütün liberal, akılcı, kilise karşıtı, sapkın, resmi görüşlere aykırı fikir ve akımların hepsi İslam felsefesine ve özellikle İlin Rüşd'e bağlanıyor?.. Renan biri politik, öteki psikolojik iki etken görüyor.

Yukarda adı geçen II. Frederic -bütün imparatorlar gibi- Papaya karşı; ama onlardan farklı olarak,islam uygarlığına tutkun birisi... Palermo'daki sarayında Sultan gibi yaşamayı seviyor. Haçlı seferine çıkıyor, ama gidip Sultan'la dost oluyor ve Kudüs'te Hıristiyanlıkla dalga geçiyor! Müslümanlarla -hazan mektuplaşarak- bilim ve felsefe tartışıyor. Zengin ve çelişkili bir kişilik sahibi ve o devrin ("içlilerine göre pekala dinsiz sayılabilecek bir insan... Çağdaşı Kastilya kralı Alphonso el Sabio'nun, kendisine Batlamyus'un evren sistemini açıklayan müneccimine: "Bunu
yarattığı sırada Tann'nın yanında olsaydım ona daha iyi fikirler verebilirdim" demesi gibi, imparator Frederic de "üç sahtekar" sözünü edebilecek yaradılışta görünüyor... (Öte yandan, odun yığınında insan yakan da ilk o!..)

İşte bu hükümdar kendi müneccimi Michel Scot'u İbn Rüşd'ün eserlerini latinceye çevirmekle görevlendiriyor ve o da Toledo'ya gidip bu işi yapıyor. Zaten kendisinin de esrarengiz bir kişiliği ve olumsuz bir imajı var... İbn Rüşd bu hükümdar-Papa (dünyevi-manevi) kavgasında kullanılmağa elverişli olduğu için mi özellikle çevirtildi; yoksa İslama hayran olan kral tarafından herhangi bir ard niyet olmaksızın çevirtildi de kavgada yararlılığı sonradan mı meydana çıktı, burası belli değil. Ancak, Frederic'in saray çevresinin imajı İbm Rüşd'e de bulaşmış, hatta onu damgalamış görünüyor.

İkinci -psikolojik- etken mücadele geliştikçe ortaya çıkıyor. İbn Rüşd herkesin hiç kimseye, hatta kendine bile, itiraf edemediği gizli -ve norm dışı- düşüncelerini yüklediği 'günah keçisi' haline getiriliyor. Büyük otoritelerin ona saldırdığını gören alt kademeler, bütün kendi sapkınlıklarını onun şahsında lanetleyerek hem rahatlıyorlar, hem de dalkavukluk görevlerini yerine getirmiş oluyorlar .

Renan İbn Rüşd'ün olumsuz imajının, İtalyan Rönesansının ikonografik ürünlerinde (resim, fresk, vb.) nasıl tekrarlanıp durduğunu uzvın uzun inceliyor . İbn Rüşd'cülüğün (Averoism) Avrupa'daki ocağı oiarak Padova üniversitesi gösterilir. Bu herhalde akımın XIII. yüzyıldan sonraki dönemi için doğrudur. Renan -bir pozitivist olarak- Padova okulunu çok sert yargılar: "Bir kaç sivrilmiş kişi dışında, Padova felsefe okulu yozlaşmış Skolastiğin yeni çağlara da taşmış bir uzantısından başka bir şey değildir. Bilimin ilerlemesine hizmet etmek şöyle dursun, geri kafalı eski yazarların saltanatını gereğinden fazla sürdürmek sureliyle, bu ilerlemeye zarar
vermiştir. Kısaca, Padova İbn Rüşd'cülüğü bir tembeller felsefesinden ibarettir."  Batı Skolastiğinin İbn Rüşd hamuruyla yoğaılduğu bir gerçektir. Ancak, daha önemli olan, onun Ortaçağın ötesine uzanan etkisidir. İbn Rüşd'cülük 'akılcılık'mıdır? İbn Rüşd 'rasyonalist' midir? Rönesansın oluşumunu etkilemiş midir?

J. Tenaüle'ın eserinin İbn Rüşd'e ayrılan X. bölümünün başlığı "Les Origines du Rationalisme dans la Pensée Moderne"dir. E. Gilson'a dayanarak ifade ettiğine göre, "Averroistler, Aklın salt felsefi şekilde ve imanın etkisinden sistematik biçimde sıyrılmış olarak işgörmesinin doğruluğunu (légitimité) kabul ederler. Daha sonra Deseartes'ın tutumu da bu olacaktır."

"İbn Rüşd herşeyden önce, Felsefenin insan tabiatının en yüce amacı olduğuna inanan bir filozoftu; pek az kişinin bu amaca ulaşabileceğini, ancak filozoflann dini tamamiyle anlayabileceğini... savunuyordu." "Arap ve Yahudi filozoflar bir üstün 'akıl'in (intelligence) varlığı konusunda birleşiyorlardı; bunun mahiyetini, insanın onunla ilişkilerini tartışıyorlar, ona başvurmayan her türlü düşünceye de 'nefis' (raiso)n diyorlardı. İbn Rüşd işte bu 'aklın'(raison) alanını en fazla genişleten düşünürdü." "İbn Rüşd felsefesinde çağdaş düşüncenin kökenlerini görmek isteyenler oldu. Akla verdiği yer ölçüsünde bu görüş doğrudur."

"İbn Rüşd ve İbn Rüşd'cülerden bahsederken rastladığımız ve daha sonra Akıldan ve Rönesans insanlanndan bahsederken de önümüze çıkacak olan bütün çelişkiler, bu bir tek adamın kişiliğinde -daha o çağda- birleşmiş bulunuyor, İbn Rüşd'de ampirik rasyonalizmin, felsefi rasyonalizmin, mistik rasyonalizmin, mistisizmin... payları nasıl belirlenebilir? O. Frederic'te imanın, şüpheciliğin, imansızlığın, sektarizmin payları nasıl ayırdedilebilir?

Akla verilen önem ve statü, aklın özgürlüğünün kabulü, alanının genişletilmesi ("hizmetçinin, hanımının buyruğundan çıkarılması"), bütün bunlar Rönesansçıların uğrunda mücadele ettikleri -ve kazandıklan- amaçlar olduğu, tarihsel bir gerçek değil mi? İbn Rüşd'ün yukarıda aktarılan "ben beşeri bilginin alimiyim" şeklindeki sözünü verdikten sonra, H. Corbin şöyle devam ediyor: "Denebilir ki İbn Rüşd işte bu sözdedir ve 'insanlığın Renaissance ile belirlenen gelişmesi de buradan kaynaklanmıştır.' Belki bu durumda fon Rüşd ile bir şeyin bitmiş olduğunu ve bunun artık İslamda varlığını sürdüremeyecek bir şey olduğunu söylemek mümkündür. Fakat bu şey Avrupa düşüncesini yönlendirecektir."

İbn Rüşd'ün, çağını aşan bir düşünür olduğu sonucundan nasıl kaçınabilir? Onun izleyicilerinin kendi kültürel dünyasından değil de rakip dünyadan çıkmış olması ise... Tarihin cilvesi mi, yoksa determinizmi mi?.. Tehafüt kavgası' diyebileceğimiz olay, insan bilincinin temel taşlarını koyup işleyiş ilkelerini belirleme çabası olduğu ölçüde, büyük kültürel önem taşır. Bu mücadele hep tarihsel dönüm noktalarında ortaya çıkmış ve sonuçlan da gelecek kültürün formunu belirlemiştir. Yerine yerleşen ve maddi temelini sağlamlaştıran her medeniyet, böyle bir entellektüel mayalanma ile, kendi üst yapısını oluşturmağa çalışır.

İslam toplumunun merkezi ve evrensel bir imparatorluğa dönüşme döneminde yer alan ilk Tehafüt' olayı, sonraki 8-9 yüzyıldaki İslam kültürünü belirlemiştir. İbn Rüşd'ün adı çevresinde Batıda meydana gelen kaynaşma ise, Batı Ortaçağının üst yapısını (Skolastik) kurmakla birlikte, bunun aşılmasını da sağlamıştır. Bu bağlam içinde, Fatih döneminden itibaren Türkiye'de Tehafüt dosyasının tekrar açılması ve ardarda Tehafüt'ler yazılması son derece anlamlı bir olgudur.

Ben bunu, maddi ve siyasi varlığını güvenceye almış, "yeni" -ve yeniliğinin farkında- bir medeniyetin, kendi kültürünün formunu aramağa başlaması olarak görme eğilimindeyim. Bu dönem, -aslında tarihimizin hiçbir dönemi- düşünce tarihi olarak yeterince ele alınmadığı için, kesin görüşler ileri sürmek elbette mümkün değildir. Ancak, II. Mehmet hakkında ortada dolaşan bazı bilgiler (klasik dilleri bildiği, şairliği,Rönesans Kalyasından sanatçılar getirtip Batının yaşamını taklide kalkması, Roma'nın mirasına sahip çıkması, hatta İtalya'da bir çeşit "Mehmet partisi" oluşması (?), bu ortam içinde bir kurul veya divan toplayıp din değiştirmenin olabilirliğini tartışması ve nihayet çok şüpheli koşullarda zehirlenerek öldürülmesi...) onun bir Frederic Hohenstauffen olmasa bile, gene de kültürel alanda yeni şeyler düşündüğünü; mirasına konduğu kültürlerin böyle bir arayışı gerekli kıldığının farkında olduğunu göstermektedir. Ayrıca bunların İtalya'daki Rönesans ile tamamen bağlantısız olduğu da, kendiliğinden ve rahatça kabul edilebilecek bir fikir gibi görünmüyor. Tehafüt'ler serisi, anlaşıldığına göre, daha sonra da devam etmiş, ama bildiğimiz kadarıyla, bundan bizim için yeni bir 'Skolastik' veya bir 'Rönesans' çıkmamış... Çıkmamış ki bu işe, o da can havliyle, XIX. yüzyılda kalkışmak zorunda kalmışız...

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP