İBN RÜŞD DÜŞÜNCESİNİN TARİHTEKİ YERİ VE ETKİLERİ
|
İsmet Bırkan
Büyük İslam filozofu Kurtuba'lı Ebu'l-Velid Muhammed bin Ahmed bin Rüşd (1126-1198) hakkında bilgi veren ve bazıları kaynakçada gösterilmiş olan genel ve tarihsel nitelikli eserlerin hemen hepsi bir-iki ana kaynağa dayanmaktadır. En çok başvurulan iki otorite Salomon Munk'un 'Melanges de la philosophie juive et Arabe', ve Ernest Renan'ın 'Averroes et l'Averroisme' adlı eserleridir.
İbn Rüşd düşüncesini Ortaçağ boyunca hem özümleyip hem de Batı (Latin) âlemine tanıtanların Yahudiler; bu felsefe tanınınca onu en büyük ilgi ve coşkuyla inceleyip eleştiren ve onunla hesaplaşanların da özellikle Paris Üniversitesi çevresinde kümelenen hıristiyan filozoflar olduğu düşünülünce, XIX. yüzyılda tekrar canlanan İbn Rüşd tetkiklerinin en önemli iki ürününün gene bu iki geleneğe bağlanabilmesi.-Renan pek o kadar "hıristiyan" sayılmasa da- ilgi çekici bir durumdur.
İbn Rüşd'ün etkileri hakkında bülün kaynakların ağız birliği ettiği nokla, bu etkinin hemen hemen tamamıyla Batı alemiyle sınırlı olduğu; İslam aleminin bu "en büyük ve sonuncu filozofunun,... müslümanlar arasında büyük tesiri olmadığı"dır'. Prof. Macid Fahri de bu fikirdedir: "İbn Rüşd'ün İslam aleminde hemen hemen hiç bir öğrencisi yahut halefi olmamıştır. Hatta onun münekkitleri bile zikre şayan değildir."
Buna karşılık Latin dünyasında durum tam tersinedir. Eserleri' Michel Scot tarafından latinceye çevrilir çevrilmez tam anlamıyla bir entelleklüel fırtına kopmuş; bunlar bir yandan hızla bütün 'Facultés des Arts'lann 'currieulum'larına (müfredat programlarına) girerken, öte yandan, telaşa düşen Kilise yetkilileri ve resmi "ulema" hemen savunmaya geçmiştir.
Bu olguyu yakından incelemek; bazı tarihleri, olaylan ve kişileri yerli yerine koymak yararlı ve ilgi çekici olacaktır; çünkü bu, fon Rüşd etkisinin Latin felsefesine işleme, onu yoğurma ve biçimlendirme sürecidir. Etki böyle bir cedelî' (diyalektik) süreç içinde, bir yandan benimsenip bir yandan reddedilerek, Batı düşüncesindeki yerini kazanmış ve sağlamlaştırmıştır.
Bu süreç, aynı zamanda Batı Skolastik sisteminin kurulması, tamamlanması ve yerine oturması sürecidir. Stuart MacClintock olup bitenleri şöyle özetliyor: "Xlll. yüzyıl hıristiyan entellektüel çevrelerinde 'tabii felsefe've 'teolojik doktrin' (başka deyişle, Felsefe ile îlâhiyat) alanlarındaki akıl yürütme ve tartışma (argumentation) yöntemleri arasında var görünen uyuşmazlıklar son derece keskinleşmiş durumdaydı. Antik düşünürlerin yeni tanınmaya başlayan yazılan (Yunan bilim ve felsefesi ile onların arapça ve ibranice yorumlan), hıristiyan inananın temci akidelerine tamamen yabancı önermeler ileri sürüyordu: Örneğin, evrenin ezeli ve ebediliği, bireysel ölümsüzlüğün imkansızlığı ve varlıgın varlık olarak zorunsuz (contingent) olamayacağı gibi... Aristo'nun yazılarının İbn Rüşd tarafından yapılan açıklama ve yorumlan bu tartışmalara çok büyük ölçüde katkıda bulundu. Ortaçağ üniversitelerinin ilgili fakültelerinde (Facultés des Arts Libéraux) Aristo bilim ve felsefe derslerinin ana kaynağı ve konusu olduğu gibi, İbn Rüşd de onun başlıca yorumcusu ve öğreticisi olarak okunuyordu. Zaten daha sonraki Ortaçağ metinlerinde İbn Rüşd, adı söylenmeden, sadece "Yorumcu" (le Commentateur, el-Şarih) diye anılmıştır; otoritesi o derece yayılmıştır. Dolayısıyla o Aristo'yu nasıl anlamışsa, söz konusu fakültelerden mezun olanlar (maitres es arts) da öyle kabul ediyorlar; Aristo'nun, evrenin zaman içinde yaratılmış olduğunu, kişisel ölümsüzlüğü ve varlığın zorunsuzluğunu reddettiği şeklindeki görüşler tüm "mailres es arts" arasında gittikçe yaygınlaşan bir geçerlik kazanıyordu.
İlahiyat taraftarlarının tepkisi anında ve direkt oldu. Paris üniversitesinde daha 1209-1210'da, sonra 1215'te "Arap" yorumlan yasaklandı; 1231 de ancak sansürlü olarak okunmalanna izin verildi. Büyük Albert 'Contra Averroistas' adıyla bir risale yayınladı. Aquino'lu Thomas da, Paris'teki fikir mücadelesinin en ateşli döneminde, 1269 sıralarında, Tractatus de Unitate Intellectus contra Averroistas' adlı eserini kaleme aldı."
Elbette bu tablonun yabancısı değiliz. Burada, İslam düşüncesindeki Felâsife-Mütekellimin (filozoflarla kelamcıların, özellikle Eş'ârî Kelâmının) kavgasını iki-üç yüzyıl geriden tekrarlanmasına tanık olunuyor. Taraflar, tezler, kanıtlar... hemen hemen aynı. 1270 yılında Paris üniversitesindeki kınama ve mahkumiyet kararlarının gerekçelerini Gazzalî'nin filozoflara yönelttiği suçlamalarla karşılaştırmak herhalde aydınlatıcı olurdu. Nitekim tartışma sırasında bazı İbn Rüşd karşıtlarının Gazzalî'den kanıt getirdikleri bile olmuştur! Söz konusu kararlara göre, Paris'teki İbn Rüşd'cüler (Averroistes) şu noktalarda doğru yoldan sapıyorlarmış:
- Tanrı kendinden başka varlıkları (tikelleri) bilemez.
- İnsan eylemleri Tanrı'nın denetimi ve gözetimi (Providence) altında değildir.
- Evren ezelî ve ebedîdir, yoktan yaratılmış değildir. (Madde belirlenmemiş olarak hep vardır. Tanrı ona yalnız 'form' verir. (Dator formamm, Vâhib'üs-Suver).
- İlk veya Faal Akıl bütün insanlar için tek ve ortaktır. Ruh ise kişinin formudur ve bedenle birlikte yok olur.
- Tanrı, bozulabilir ve ölümlü olana bozulmazlık ve ölümsüzlük veremez.
- İnsanın iradesi zorunluluk altında ister veya seçer .
Tartışmanın, Doğu dünyasında daha önce yer alan polemiğin tekrarı okluğunu söyledik. Ancak, sonuç bakımından iki noktada farklılık göze çarpıyor:
1. Doğu aleminde kavga bir tarafın (Kelamın) hemen hemen kesin zaferiyle sonuçlanıyor. Bir anlamda, Gazzalî'nin mutlak otoritesi -belki kendi niyetini de aşarak- İslam düşüncesinde felsefi tartışma dosyasını kapatıyor. Resmî öğreti, devletin de koruması altında kurumlaşıyor ve artık "yabancı" fikir kabul etmez oluyor. Ünlü deyimle, "içtihat kapısı kapanıyor".
Batıda ise polemik Yeniçağlara kadar sürüyor. "İbn Rüşd'cü Aristo "culuk" ancak Skolastiğin tamamen tükenmesiyle (16501er...) gözden düşüyor. Biryandan resmî sistem oluşurken (Dominikenler ve Saint Thomas) bir yandan da onlarla savaşan 'Akıl taraftarları' (ki onlara-"dinsizler" anlamında- Averroisl'ler deniyor) çabalarına hiç ara vermiyorlar. Bunlar Averroism'i Papalığın nüfuzuna karşı savaşlarının, politik eylemlerinin aracı haline getiriyorlar. (Siger de Brabant, Boece de Dacie ve özellikle Padova üniversitesindeki İbn Rüşd'cü çevre...) Bu anlamda, denebilir ki, İbin Rüşd mayası Latin ortamında çok iyi tutuyor ve sonuç veriyor.
2. Her iki dünyada kurulan Skolastik sistemlerin bileşimi de farklı oluyor. İslam skolastiği Kelam ağırlıklı bir İlahiyat (théologie) ortaya koyarken, Latin düşünce -en büyük temsilcisi sayılan Aquino'lu Thomas'ın sisteminde- daha fazla İbn Rüşd/Aristo (dolayısıyla "akılcılık") içeren; bugün dönüp geriye baktığımızda geleceğe daha açık olduğunu anladığımız bir öğreti oluşturabiliyor.
Her iki nokta da (canlı tartışma ortamı ve akla tanınan statü) Batı dünyasının sonraki evriminde önemli rol oynayacak, belki de onu belirleyecek faktörlerdir. îbn Rüşd'ün, Napoli ve Sicilya kiralı, Kutsal Roma Germen İmparatoru II. Frederic Hohenstauffen'in Palermo'daki sarayında müneccim olan Michel Scot'un çevirileriyle Batı'da tanındığı kabul ediliyor. Bu çevirilerin ilki 1217 tarihlidir. XIII. yüzyılın ilk yansında, Tehafütü'n Tehafütü' dışında, felsefi eserlerinin tümü latinceye çevrilmiştir.
Öte yandan, daha 1209'da, yani fon Rüşd'ün ölümünden on yıl kadar sonra ve Michel Scot'tan önce, Paris üniversitesinde "Averroistleri" hedef alan bir yasaklama kararı var. Demek ki İbn Rüşd o sıralarda da biliniyor. E. Renan bunun, ünlü İbn Sina çevirmeni Gondisalvi'nin çevirileri yoluyla olabileceğini söylüyor . Aslında bu yasaklama genel olarak İslamdan gelen yorumlara karşı. Bunların içinde İbn Rüşd'ün payı bu ilk dönemde açık seçik ayırdedilemiyor. Kilise, dogmalarına zararlı gördüğü fikirleri "Arap" (yani "kafir") sayarak yasaklamaya çalışıyor. İleride görüleceği gibi, bazen garip çelişkilere düşüldüğü de oluyor.
Ayrıca Yahudiler de var. "İbn Rüşd'ü Batıya tanıtanlar İspanya, Sicilya ve Güney Fransa'da yerleşmiş olan Yahudilerdir", cümlesine hemen her kaynakta rastlanıyor. Fakat Michel Scot'un eylemiyle bu hususun nasıl bağdaştığı pek belli olmuyor. Büyük eserinin bir bölümünü buna ayıran E. Renan konuyu ayrıntılı olarak inceliyor Yahudiler İbn Rüşd'ü, içinde yer aldıkları tslam medeniyetinin bir düşünürü, bir bakıma "kendi mallan" olarak okuyup inceliyorlar. Yahudi düşüncesi genel İslam düşüncesinden ayn ve özgün bir çığır değil. Farabi ile çağdaş ve onun gibi Aristocu Saadia'dan beri "akılcılık" yanı belirgin bir düşünce geleneğini sürdürmekteler. İbn Rüşd buna gayet uygun düşüyor ve onu rahatça büyük üsdat olarak benimsiyorlar: Büyük Yahudi filozof Musa İbn Meymun (Maimonides, "ikinci Musa") katıksız bir İbn Rüşd'cü.
Yahudiler, arapça ile ibranicenin akrabalığının da yardımıyla, İbn Rüşd'ün bütün eserlerinin "çevirilerini" yapıyorlar. Aslında bu çevirilerin birçoğu bugünkü anlamda çeviri bile değil, belki 'translitteration'.. Metindeki arapça kelimelerin yerine ibranicelerini koyuyorlar, o kadar.. Öyle ki, iki dili bilen birisi, ibraniceden hareketle özgün arapça metni yeniden kurabiliyor! Zaten mütercimlik de o devirlerde bir çeşit 'istinsah' işi sayılıyor...
Bu nedenle denebilir ki Yahudiler İbn Rüşd'ün Batıya taşınmasında ve korunmasında rol oynamışlardır. Onun bazı eserlerinin elde arapçaları değil, böyle "çevrilmiş" ibraniceleri vardır ve incelemeler bunların üzerinden yapılmaktadır. (Eflatunun Devletiyle ilgili eseri gibi.) Asıl etki ise bu eserlerin Latinceye kazandırılmasıyla, yani Michel Scot'un çalışmasıyla kendini duyurmağa başlıyor. İslam düşüncesi Batıya iki dalga halinde vuruyor: Biri, doğudan gelen, îbn Sina'nın temsil ettiği "uzlaştırıcı" dalga; öteki, daha sonra, Batının hemen yanıbaşından kopan, İbn Rüşd'ün adına bağlı, uzlaştmsız Aristo'cu dalga... Başka deyişle, iki ayrı Aristo yorumu...
İlk İslam filozoftarı "İlahi Eflatun" ile "Muallim-i Evel" Aristo'yu uzlaştırmağa çalışırlardı. Hakikat tek olduğuna göre, hoca ile çömez aynı şeyler söyleyemezlerdi; ayrılıklar görünüşte, dilde, yorumlarda, yanılgılarda... olmalıydı. Pratikte bu, Yeni-Eflatuncııiukla Aristo'yu bağdaştırma çabasıydı. Hatta kimi neoplatonist eserler Aristo'nun zannedilmiş veya ona atfedilmiş»'. Btribirini dengeleyen iki temel ilkeye dayalı bu ikili yapı nedeniyle, İbn Sina Batıda hemen her zaman olumlu karşılanmış,aşırı tepki görmemiş; buna karşılık hep biraz bulanık ve 'ambigu' kalmış ve bir aviceniste' okul veya harekete bayrak yapılamamıştı.
îbn Rüşd ile durum tamamen farklı oldu. O açıkça ve tereddütsüzce Aristo'cu idi: "Ben derim ki Aristo bilimleri kemale erdirmiştir, çünkü zamanımıza kadar, yani 1500 yılından beri, onun izinden gidenler ne onun yazılarına bir şey ekleyebilmişler, ne de onlarda ciddi bir yanlış bulabilmişlerdir." Bu söz gerçi geniş anlamıyla felsefe ile ilgilidir: fon Rüşd, öteki filozoflar gibi, ilahi hakikatler alanını ayırmaktadır. Fakat felsefenin alanını hayli geniş, değerini ise çok yüksek tutmakta; kemale bilgiyle erişilebildiğini, bilginin ise insana yukardan hazır gelmediğini; tersine Aklın çabası sonunda ulaşılan bir mertebe (ittisal) olduğunu... savunmaktadır. Onun ilgi alanı Felsefedir, yani: Aklın çabasıyla ulaşılan -ve insanı yetkin kılan- dünya ve insan bilgisi... "Ey insanlar! Ben sizin ilahi ilim dediğiniz şeyin yanlış olduğunu söylemiyorum. Fakat ben beşeri ilmin alimiyim; söylediğim budur." Kısacası, İbn Rüşd'ün Eflatun ile Aristo'yu uzlaştırmak gibi bir sorunu yoktur. Filozoflara saldırdığı için Gazzali'yi eleştirmiş olması, Aristo'yu çarpıtıyorlar diye aynı filozofları eleştirmesine engel olmaz. O özgün, berrak fikirli, kimseye -Aristo'ya bile körü körüne bağlanmayan, fikirlerini cesaretle ve ödünsüz ifade eden bir düşünürdür.
Bundan dolayı Batı dünyasında İbn Rüşd dalgası çok şiddetli etki yaptı. Hemen İbn Rüşd'cü 'okullar' oluştuğu gibi, bunlara karşı savunma hareketleri de anında ortaya çıktı. Bu hareketler, yukarıda belirtildiği gibi, Batı skolastik sisteminin (Thomisme) oluşmasına vardı; bu sistemin yapısına da yüksek oranda 'averroism' girdi. Sistemin başlıca mimarı sayılan ve fon Rüşd'e karşı en sert polemiklerden birini yürüten Aquinolu Thomas bile"... onun en büyük öğrencisi... Filozof olarak her şeyini ona borçlu... Eserlerinin biçim ve yöntemlerini bile (rommentaria) ondan almış..."
Ortaçağda Batı entellektüel çevrelerinde en fazla fırtına koparan, en çok yorumlanan, yanıtlanan, çürütülen görüşler, İbn Rüşd'cülere atfedilen, İlk Aklın birliği (unitas intellectu) ve bireysel ruhun ölümlülüğü (corruptio) ile, İlahiyat ve Felsefe alanlarının -bilgi bakımından- ayrılmasıdır. Ortaçağın sonlarına doğru Averroism'in dinsizlik anlamına kullanılır olması; İbn Rüşdün bir tür büyüsü, nerdeyse Şeytana satılmış bir Faust (asıl Faust'tan üç yüz yıl önce!) olarak gösterilmesi, hep bu iki noktanın Kilise çevrelerine; insanlann vicdanlanndan ve imanlarından da sorumlu ve bu konuda yetkili olduğuna inanan bu babalar'a verdiği korkuyla açıklanabilir.
Bu korku elbette sadece doktrine ilişkin değildi. Unutulmamalı ki Ortaçağda Kilise yalnız manevi bir kurum değil, her alanda geniş yetkilere sahip bir devlet, daha doğrusu bütün devletleri yönlendirme iddiasında bir süper - devletti, ve yetkileri arasında sosyal ve politik düzeni sağlamak da sayılıyordu. Tek ve ortak Akıl' görüşünün, kişisel liyakat, suç ve ceza kavramlarını yokederek, her türlü ahlak ilkesini ortadan kaldırabileceği şeklindeki yorum insanları kaygılandırıyordu. "Bir Parisli asker işlediği suçun cezasını çekmek istemiyordu; 'Aziz Pterre'in ruhu selamete ererse benimki de erer, aynı aklı paylaştığımıza göre kaderimiz dé aynı olacaktır' diyordu." İnsan tabiatının kimi eğilimlerine sempatik gelen bu tür "yorum"ların halk tabakaları ve gençler, öğrenciler arasında taraftar bulmasına şaşmamalı. Nitekim iş öğrenci gösterilerine ve taşkınlıklarına kadar varıyor ve bir ara Paris'te öğrenciler üniversitenin yasal rektörünü tanımayarak başka bir rektör bile seçiyorlardı! Toplum düzenini yıkma tehlikesi gösteren böyle fikirlerin, üstelik Kilisenin elemanlarını yetiştiren üniversite gibi kurumlarda yer tutması elbette hoşgörülebilecek bir şey değildi...
İlahiyat ile Felsefenin alanlarını ayıran ve "çifte hakikat" öğretisi adıyla İbn Rüşd'e ve İbn Rüşd'cülere en büyük suçlama olarak yöneltilen görüşün neden korkuttuğu ise çok açıktır: Bu dünyayı alan olarak Felsefeye (yani Akla) ayırmak suretiyle, Kilisenin tüm dünyevi (temporel) yetkilerini elinden alıp onu salt manevi alana tıkmak anlamına geliyordu.