JOHN LOCKE'UN SİYASET TEORİSİNİN TEMEL KAVRAMLARI ve YASAMA GÜCÜ - 2
|
Görüldüğü üzere Locke’un düşüncesince yaşam, özgürlük ve mal sahipliği birbirinden ayrılmaz bir bütündür ve genel olarak mülkiyet kavramı ile açıklanmaktadır. Bununla birlikte, Locke’un felsefesini analiz eden çalışmalarda, mülkiyetin günlük kullanımındaki anlamının ön plana çıkarıldığı görülmektedir.
Bunun yanısıra Locke mülkiyet hakkının çalışmayla kazanılacağına inanmaktadır. O’na göre, yeryüzü Tanrının insanlara ortaklaşa yararlanmaları için sunduğu bir nimettir. Akıllı bir yaratık olan insan, bu nimeti çalışması ile işler, üretir ve kendi emeğiyle doğadan söküp aldığı bu nimet de onun malı olur. Mülkiyetin gerçek kaynağı insanoğlunun çabası olup, mal edinme konusunda çalışmanın dışında herhangi bir sözleşmenin, yasanın ya da otoritenin sözü geçemez.
Locke, insanın emeği geçen şeyler üzerinde, etrafını çevirdiği ve sürdüğü toprak üstünde olduğu gibi, doğal bir hakkı olacağını ileri sürmüştür. Özel mülkiyet, insanın emeğiyle, kendi kişiliğini üretilen nesneye yaydığı için doğmuştur. İnsan, üretilen nesneye kendi gücünü harcamakla onları kendisinin bir bölümü durumuna getirir. Bunların yararlıkları da, genel olarak üzerlerine harcanan emek ile orantılıdır. Diğer yandan, insan yaşamak için bunu yapmak zorundadır. Bunun için, başkalarının rızasına gerek yoktur. Çünkü, öbür insanların rızalarını beklemeye koyulan, muhtemelen hiçbir zaman ortaya çıkmayacak bir ortak rızayı beklerken hayatını kaybederdi.
Toparlanacak olursa, doğa durumunda insanın mülkiyet hakkının iki yerden kaynaklandığı ortaya çıkar:
1) Emeğini, dolayısıyla kendisinin bir parçasını nesneye katmasından,
2) Yaşamak için sahip olmak zorunda olmasından. Birincisi açısından mülkiyet, herkesin aynı şeyi yapmaya hakkı olduğundan bir nevi sözleşmeye dayanan haktır. İkincisi bakımından ise, insan doğasından kaynaklandığı için, doğal bir haktır.
“Locke, mülkiyet hakkının sınırını da belirtmeye çalışmıştır. Toprağı insanoğluna veren Tanrı olduğuna göre, mülkiyet hakkı kutsaldır. Kimse kimsenin toprağına, mülküne el uzatamaz. Ne var ki, toprağı veren Tanrı, bu nimetten herkesin yararlanmasını da istediği için, ihtiyacını karşılayacak kadar mülk edinmek de her insanın hakkıdır. Şu halde, her insanın mülkiyet hakkı, öteki insanların mülkiyet hakkıyla sınırlanmıştır. Toplumdan önce var olan bu hakkı korumak, toplum yasalarına düşer. Siyasal iktidar, mülk sahiplerinin mülk sahiplerine verdiği bir yetkedir”.
Locke’un mülkiyet anlayışı üzerine farklı görüşlere rastlamaktayız. Bunun nedeni, mülkiyet kavramına verdiği anlam ve önemden kaynaklanmaktadır. Örneğin, Russell Locke’un mülkiyet anlayışının bazen uygulanabilirliği olmadığı, bazen eksık olduğu, bazen de yanlış örnekler üzerine temellendirildiği gibi eleştiriler ileri sürmektedir. Üstelik Russell’a göre “Locke’un mülkiyet hakkındaki görüşleri üzerine söylenenlerden, onun toplumda üstün olan kapitalistlerce şampiyon ilan edildiği; ve bu şampiyonluğun, hem kapitalistlere göre, toplum alanında üstün hem de aşağı düzeyde olanlara karşı kazanılmış olduğu düşünülebilirdi. Bu tam doğru bir düşünce olurdu”.
Buna karşılık Sartori’nin ifade ettiği gibi günümüzde dahi birçok yazar liberalizmi ekonomik liberizm ile karıştırmaktadır. Bu liberalizme karşı büyük bir haksızlıktır. Birçok liberal düşünür gibi Locke’da bir laisses faire ekonomisi kuramcısı değildi. Bu düşünürlere göre liberalizm hukuk devleti ve anayasal devlet demekti. Üstelik özgürlük ekonomide serbest ticaret hele hele en güçlünün yaşayabilmesi demek olmayıp siyasal özgürlük demekti.
Sonuçta, Locke’un formülasyonu Barry’nin ifade ettiği gibi “büyük ölçüde mülkiyetin birik(tiril)mesine ilişkin saf ahlaki teorilerin hareket noktası olmuştur. Çünkü bu formülasyon devlet gibi ayrıcalıklı kurumlar için mülkiyet hakları keşfeden kurallara bireyci karşı çıkışın da temelini oluşturur. Ancak bu anlayış çağdaş dünyada pek fazla uygulanabilirliğe sahip görünmeyebilir, çünkü Locke’un esas olarak hakkında konuştuğu şey –yani toprak/arazi- bireysel sahiplenme için çok uzun zamandır sözkonusu değildir. Yine de, mülkiyet başka biçimlerde her zaman yaratılmaktadır ve böyle durumlarda bir tür Lockeçu mantığın pekala bir yeri olabilir”.
III. SÖZLEŞME VE SİYASAL TOPLUM
A. Sözleşme
Locke’un düşünce sisteminde, önce doğal durumu bir barış ve karşılıklı yardımlaşma durumu olarak betimlediğini, daha sonra doğal hakları mülkiyet hakkı örneğine göre, toplumdan önce var olan haklar şeklinde tanımladığını görüyoruz. Bundan sonra ise Locke, uygar toplumu, üyelerinin onayından türetmeye çalışmıştır.
Hobbes ve Rousseau’da ve başka bazı düşünürlerde olduğu gibi, Locke’da uygar toplumun kuruluşunu sözleşmeye dayandırmaktadır. Her ne kadar Locke doğa durumunu bir gerçeklik olarak savunsa da[34], Hobbes ve Rousseau’da olduğu gibi, “doğa durumu” ve “toplum sözleşmesi” varsayımını siyaset teorisinin kuruluşunda sadece bir çıkış noktası olarak aldığını kabul edebiliriz. Bu düşünürlerin asıl göstermek istedikleri şey, devletin kaynağının ne olduğu sorusuna cevap bulmak değil, devlet denilen siyasal topluluğun temelinin ne olması gerektiğidir.
Doğal durumdan uygar topluma geçişin gerekçesini Locke şu şekilde ileri sürer: İnsanlar doğa durumunda özgür ve eşit olmakla birlikte, sahip olduğu bu hakların kullanılması güvenlikten uzaktır ve her zaman başkalarının saldırısına uğrayabilir. Çünkü, hepsi onun kadar kral ve hepsi ona eşittir. Üstelik, çoğunluk nesafet ve adaleti kesinlikle tutmayanlardadır. İşte bu nedenle, sahip olduğu şeyleri dilediği gibi kullanması oldukça belirsiz ve güvensizdir. Bu durum, insana özgür olmasına rağmen korkular ve sürekli tehlikelerle dolu doğa durumunu bırakmayı istetir. Bu nedenle, insanlar mülkiyetlerinin (canlarının, özgürlüklerinin ve mallarının) korunması amacıyla, devletlerde birleşmişler ve kendilerini yönetimlerin altına sokmuşlardır[36]. İnsanlar, siyasal toplumu kurarken, ihtiyaç duydukları için bir sözleşme yaptılar. Bu sözleşme, devlete katılan veya onu meydana getiren kişiler arasında yapılır ya da yapılması gerekir. Bunun için, toplumda yeterli sayıdaki özgür insanın oybirliği gerekir. İşte bu durum, yeryüzündeki yasal bir hükümetin başlangıcı olmuştur. Ancak, insanlar siyasal toplumu kurarken, gereken güçleri de devrettiler.
Locke’a göre doğa durumunda bir kimsenin küçük eğlencelerdeki özgürlüğü bir yana bırakılırsa iki erki vardır: Birincisi, doğa yasasının sınırları içinde, kendisinin ve başkalarının korunmasına uygun bulduğu her şeyi yapma erki, ikincisi ise, bu doğal yasaya karşı işlenmiş suçları cezalandırma erki.
Birinci erki, toplumun koyduğu yasalarca düzenlemek üzere, kendisinin ve toplumun kalanının korunmasının gerektiğini oranda bırakır. İkinci erkini ise (cezalandırma erki) tamamiyle bırakır[.
Locke, toplum sözleşmesini ve içeriğini (sınırlarını) bu şekilde ifade etmekle birlikte, bu “ilk anlaşma”nın toplumun mu, yoksa yönetimin mi ortaya çıkmasına yol açtığını açıkça belirtmemektedir. Sözleşme teorisini oldukça dikkatli inceleyen Althusius ve Puffendorf gibi düşünürler, iki türlü sözleşme olduğunu kabul etmişlerdi. Birincisi, kişiler arasında yapılan ve toplumu kuran sözleşme, ikincisi ise, topluluk ile yönetim arasında yapılan sözleşme. Locke’un da bu tutumu kabul ettiği söylenebilirse de , biçimsel bakımdan açıklık Locke için pek değer taşıyan bir nitelik olmadığından, iki görüş açısını yanyana getirmekle yetinmişti[39]. Locke’un bir siyasal devrim sonunda, yönetimin düşmesiyle, toplumun ortadan kalkmayacağını söylemesi, toplum ile yönetimi aynı sözleşmeye bağlamadığı biçiminde değerlendirilmektedir.
B. Siyasal Toplum ve Yönetimin Amaçları
İnsanlar doğa durumunda özgür olmalarına rağmen, özgürlüğün anlamlı olduğu, adaletin yönettiği ve mülkiyetin güvenli olduğu kabul edilebilir bir düzen isterler. Locke’a göre insanlar, bu nedenle siyasal toplumu kurdular. Ancak, toplum durumunda doğal yasanın zorunlulukları sona ermez. Çünkü, yasanın amacı özgürlüğü genişletmek ve korumak olup, yürürlükten kaldırmak ya da tatil etmek değildir. Locke, bu şekilde sözleşmenin tabiatında olan mantığı geliştirmiştir. İnsanın mantığında belirlediği gibi, toplumdan kastedilen, siyasal kuruluşu bir tek güce vermek olmayıp, devletin bir canlandırıcı, etkin belirleyen olmasıdır.
Doğa durumu ile siyasal ya da uygar toplumu birbirinden ayıran en önemli fark, siyasal toplumda insanların aralarındaki anlaşmazlıkları karara bağlamaya ve suçluları cezalandırmaya yetkili, başvuracakları ortak bir yapılmış yasası ve yargı organı olmasıdır. Ortak bir başvurma yeri olmayanlar ise, hala doğa durumundadır.
Bu nedenle, siyasal ya da uygar bir toplumdan söz edebilmek için, bir grup insanın tamamının doğa yasasını yürütme güçlerini bırakması ve onu kamuya vermek üzere bir toplum içinde birleşmeleri gerekir. Bu, bir grup insanın toplumu kurmalarıyla ya da herhangi bir kimsenin kurulmuş olan bir yönetime katılması ve onunla birleşmesiyle olur.
Siyasal ya da uygar toplumu, insanların ortak başvurabilecekleri bir yeri olması olarak tanımlayan Locke, bu bağlamda mutlak krallığın gerçekte uygar toplumla bağdaşmayacağını da açıkça ifade eder Çünkü, mutlak krallıkta hiç kimse için açık olan bir başvurma yeri yoktur, hakka uygun ve taraf tutmadan karar vermeye yetkili hiçbir yargıç bulunmaz.
Bütün bunlardan hareketle, Locke’un genel duyarlılığının “kralların, yanlış yönetme hakkının kutsallığı”na olan inanca isyan etmek ve yönetimin güvene dayanan karakteri üzerinde ısrar etmek olduğu söylenebilir. İşte bu nedenle, Locke yönetimin yönetme hakkını insanların sadece iyiliğine ve yalnızca oybirliğine bağlı olarak, insanların güvenlerine karşılık olarak adlandırmıştır.
Çünkü, Locke’a göre insanların devletlerde birleşmelerinin ve kendilerini yönetimlerin altına sokmalarının asıl amacı mülkiyetlerinin (canlarının, özgürlüklerinin ve mallarının) korunmasıdır. Oysa, doğa durumunda bunları sağlayacak bir çok şey eksıktir. Bunlar; tanımlanmış olumlu bir yasa, bu yasayı tarafsız olarak uygulayacak yargıçlar ve yargının kararlarını uygulayacak bir güçtür.
Siyasal toplum bunların yokluğu sebebiyle kurulmuştur. Hiçbir akıllı yaratığın içinde bulunduğu koşulları daha kötüye götürmek için değiştirmek isteyeceği düşünülemeyeceğinden, yönetimin genel iyiliğin ötesinde bir etki alanının olacağı kabul edilemez. Dolayısıyla, yönetimin bu üç aksaklığa karşı herkesin mülkiyetini koruması gerekir. Bu nedenle, bir devletin en üstün kuvvetini (yasama) elinde tutan, halkın bildiği yürürlükteki yasalarla ve anlaşmazlıkları karara bağlayacak tarafsız ve dürüst yargıçlarla yönetimi sürdürmelidir. Yönetim, topluluğun gücünü içeride bu yasaları yürütmek, dışardan gelecek zararlara karşı da toplumu güven altına almak için kullanmak zorundadır. Bütün bunlardan amaç barış, güvenlik ve kamu iyiliğinden başka bir şey olmamalıdır.
Buradaki “kamunun iyiliği” unsuru sonraki liberal düşünürler tarafından şiddetle eleştirilmesine rağmen, klasık liberalizmin savunduğu iç ve dış güvenlik ile, yargı faaliyetlerini üstlenen “minimal devlet” veya “gece bekçisi devlet”in izleri oldukça belirgindir.
C. Yönetimde Güçler Ayrılığı
Locke’un teorisinde siyasal toplum ve siyasal güç bir sözleşmenin sonucu olduğu için yönetilenlerin de rızasına sahip olacaktır. Bu siyasal güç mülkiyet hakkını korumak amacıyla kurulduğundan, bunu ortadan kaldırması düşünülemez. Aksi durumda, siyasal otoritenin meşruiyeti ortadan kalkacak ve halkın direnme hakkı doğacaktır. Ancak, siyasal otoritenin rızaya dayanması, iktidarın kontrol edilebilmesi için yeterli değildir. Bu nedenle, daha somut olarak siyasal iktidarın sınırlandırılması gerekir ki, bunun yolu kuvvetler ayrılığının gerçekleştirilmesidir.
Locke’a göre bir devlette üç kuvvet bulunmaktadır. Bunlar yasama, yürütme ve federatif güçlerdir.
Yasama gücü, devlet gücünün topluluğu ve bu topluluğun üyelerini korumak için nasıl kullanılacağını açıklama hakkına sahiptir. Yasama gücünü elinde bulunduranların yürütme erkini de ele geçirmeleri olasılığına karşılık, iyi düzenlenmiş bir devlette yasama gücü, yasayı yaptıktan sonra dağılan ve bu yasalarla kendilerinin de bağlandığı, kamu iyiliğini gözeten çeşitli kimselere verilmelidir.
Bu şekilde yapılan yasalar sürekli bir güç taşıdıkları ve aralıksız yürütülmeleri gerektiğinden, yürütme gücünün varlığı zorunludur. Bu şekilde, yasama ve yürütme gücü birbirinden ayrılmış olur.
Federatif güç ise, bütün topluluk kendi dışındaki başka devlet ve kişiler bakımından doğa durumundaki bir kurul gibi olduğundan, savaş, barış, birlik, ittifak ve devletin kendi dışındaki bütün kişiler ve topluluklarla her türlü işlemi yapma gücü olarak ifade edilebilir.
Locke, yürütme ve federatif gücü ayrı ayrı nitelendirmekle birlikte, bu güçlerin farklı ellerde bulunmasının zor olacağını ve böyle olmaması gerektiği yaklaşımını sergilemektedir. Yürütme gücü yasamaya bağlıdır ve bu gücü kullananlar yasamaya karşı sorumludur. Gerektiğinde, yasama yürütmeye verdiği yetkileri geri alır. Yetkiler kötüye kullanılmışsa cezalandırır. Yasama devletin üstün gücüdür. Federatif güç ise, yürütme ve yasama güçlerine bağlı ve onların emrinde görev yapar.
Locke’un kuvvetler ayrılığında yasama ve yürütme güçlerini birbirinden ayırması her iki gücün üzerlerine düşen görevleri kişi haklarına ve yasalara uygun olarak yapmalarını sağlamak amacından kaynaklanmaktadır.
Bunun yanısıra Locke mülkiyet hakkının çalışmayla kazanılacağına inanmaktadır. O’na göre, yeryüzü Tanrının insanlara ortaklaşa yararlanmaları için sunduğu bir nimettir. Akıllı bir yaratık olan insan, bu nimeti çalışması ile işler, üretir ve kendi emeğiyle doğadan söküp aldığı bu nimet de onun malı olur. Mülkiyetin gerçek kaynağı insanoğlunun çabası olup, mal edinme konusunda çalışmanın dışında herhangi bir sözleşmenin, yasanın ya da otoritenin sözü geçemez.
Locke, insanın emeği geçen şeyler üzerinde, etrafını çevirdiği ve sürdüğü toprak üstünde olduğu gibi, doğal bir hakkı olacağını ileri sürmüştür. Özel mülkiyet, insanın emeğiyle, kendi kişiliğini üretilen nesneye yaydığı için doğmuştur. İnsan, üretilen nesneye kendi gücünü harcamakla onları kendisinin bir bölümü durumuna getirir. Bunların yararlıkları da, genel olarak üzerlerine harcanan emek ile orantılıdır. Diğer yandan, insan yaşamak için bunu yapmak zorundadır. Bunun için, başkalarının rızasına gerek yoktur. Çünkü, öbür insanların rızalarını beklemeye koyulan, muhtemelen hiçbir zaman ortaya çıkmayacak bir ortak rızayı beklerken hayatını kaybederdi.
Toparlanacak olursa, doğa durumunda insanın mülkiyet hakkının iki yerden kaynaklandığı ortaya çıkar:
1) Emeğini, dolayısıyla kendisinin bir parçasını nesneye katmasından,
2) Yaşamak için sahip olmak zorunda olmasından. Birincisi açısından mülkiyet, herkesin aynı şeyi yapmaya hakkı olduğundan bir nevi sözleşmeye dayanan haktır. İkincisi bakımından ise, insan doğasından kaynaklandığı için, doğal bir haktır.
“Locke, mülkiyet hakkının sınırını da belirtmeye çalışmıştır. Toprağı insanoğluna veren Tanrı olduğuna göre, mülkiyet hakkı kutsaldır. Kimse kimsenin toprağına, mülküne el uzatamaz. Ne var ki, toprağı veren Tanrı, bu nimetten herkesin yararlanmasını da istediği için, ihtiyacını karşılayacak kadar mülk edinmek de her insanın hakkıdır. Şu halde, her insanın mülkiyet hakkı, öteki insanların mülkiyet hakkıyla sınırlanmıştır. Toplumdan önce var olan bu hakkı korumak, toplum yasalarına düşer. Siyasal iktidar, mülk sahiplerinin mülk sahiplerine verdiği bir yetkedir”.
Locke’un mülkiyet anlayışı üzerine farklı görüşlere rastlamaktayız. Bunun nedeni, mülkiyet kavramına verdiği anlam ve önemden kaynaklanmaktadır. Örneğin, Russell Locke’un mülkiyet anlayışının bazen uygulanabilirliği olmadığı, bazen eksık olduğu, bazen de yanlış örnekler üzerine temellendirildiği gibi eleştiriler ileri sürmektedir. Üstelik Russell’a göre “Locke’un mülkiyet hakkındaki görüşleri üzerine söylenenlerden, onun toplumda üstün olan kapitalistlerce şampiyon ilan edildiği; ve bu şampiyonluğun, hem kapitalistlere göre, toplum alanında üstün hem de aşağı düzeyde olanlara karşı kazanılmış olduğu düşünülebilirdi. Bu tam doğru bir düşünce olurdu”.
Buna karşılık Sartori’nin ifade ettiği gibi günümüzde dahi birçok yazar liberalizmi ekonomik liberizm ile karıştırmaktadır. Bu liberalizme karşı büyük bir haksızlıktır. Birçok liberal düşünür gibi Locke’da bir laisses faire ekonomisi kuramcısı değildi. Bu düşünürlere göre liberalizm hukuk devleti ve anayasal devlet demekti. Üstelik özgürlük ekonomide serbest ticaret hele hele en güçlünün yaşayabilmesi demek olmayıp siyasal özgürlük demekti.
Sonuçta, Locke’un formülasyonu Barry’nin ifade ettiği gibi “büyük ölçüde mülkiyetin birik(tiril)mesine ilişkin saf ahlaki teorilerin hareket noktası olmuştur. Çünkü bu formülasyon devlet gibi ayrıcalıklı kurumlar için mülkiyet hakları keşfeden kurallara bireyci karşı çıkışın da temelini oluşturur. Ancak bu anlayış çağdaş dünyada pek fazla uygulanabilirliğe sahip görünmeyebilir, çünkü Locke’un esas olarak hakkında konuştuğu şey –yani toprak/arazi- bireysel sahiplenme için çok uzun zamandır sözkonusu değildir. Yine de, mülkiyet başka biçimlerde her zaman yaratılmaktadır ve böyle durumlarda bir tür Lockeçu mantığın pekala bir yeri olabilir”.
III. SÖZLEŞME VE SİYASAL TOPLUM
A. Sözleşme
Locke’un düşünce sisteminde, önce doğal durumu bir barış ve karşılıklı yardımlaşma durumu olarak betimlediğini, daha sonra doğal hakları mülkiyet hakkı örneğine göre, toplumdan önce var olan haklar şeklinde tanımladığını görüyoruz. Bundan sonra ise Locke, uygar toplumu, üyelerinin onayından türetmeye çalışmıştır.
Hobbes ve Rousseau’da ve başka bazı düşünürlerde olduğu gibi, Locke’da uygar toplumun kuruluşunu sözleşmeye dayandırmaktadır. Her ne kadar Locke doğa durumunu bir gerçeklik olarak savunsa da[34], Hobbes ve Rousseau’da olduğu gibi, “doğa durumu” ve “toplum sözleşmesi” varsayımını siyaset teorisinin kuruluşunda sadece bir çıkış noktası olarak aldığını kabul edebiliriz. Bu düşünürlerin asıl göstermek istedikleri şey, devletin kaynağının ne olduğu sorusuna cevap bulmak değil, devlet denilen siyasal topluluğun temelinin ne olması gerektiğidir.
Doğal durumdan uygar topluma geçişin gerekçesini Locke şu şekilde ileri sürer: İnsanlar doğa durumunda özgür ve eşit olmakla birlikte, sahip olduğu bu hakların kullanılması güvenlikten uzaktır ve her zaman başkalarının saldırısına uğrayabilir. Çünkü, hepsi onun kadar kral ve hepsi ona eşittir. Üstelik, çoğunluk nesafet ve adaleti kesinlikle tutmayanlardadır. İşte bu nedenle, sahip olduğu şeyleri dilediği gibi kullanması oldukça belirsiz ve güvensizdir. Bu durum, insana özgür olmasına rağmen korkular ve sürekli tehlikelerle dolu doğa durumunu bırakmayı istetir. Bu nedenle, insanlar mülkiyetlerinin (canlarının, özgürlüklerinin ve mallarının) korunması amacıyla, devletlerde birleşmişler ve kendilerini yönetimlerin altına sokmuşlardır[36]. İnsanlar, siyasal toplumu kurarken, ihtiyaç duydukları için bir sözleşme yaptılar. Bu sözleşme, devlete katılan veya onu meydana getiren kişiler arasında yapılır ya da yapılması gerekir. Bunun için, toplumda yeterli sayıdaki özgür insanın oybirliği gerekir. İşte bu durum, yeryüzündeki yasal bir hükümetin başlangıcı olmuştur. Ancak, insanlar siyasal toplumu kurarken, gereken güçleri de devrettiler.
Locke’a göre doğa durumunda bir kimsenin küçük eğlencelerdeki özgürlüğü bir yana bırakılırsa iki erki vardır: Birincisi, doğa yasasının sınırları içinde, kendisinin ve başkalarının korunmasına uygun bulduğu her şeyi yapma erki, ikincisi ise, bu doğal yasaya karşı işlenmiş suçları cezalandırma erki.
Birinci erki, toplumun koyduğu yasalarca düzenlemek üzere, kendisinin ve toplumun kalanının korunmasının gerektiğini oranda bırakır. İkinci erkini ise (cezalandırma erki) tamamiyle bırakır[.
Locke, toplum sözleşmesini ve içeriğini (sınırlarını) bu şekilde ifade etmekle birlikte, bu “ilk anlaşma”nın toplumun mu, yoksa yönetimin mi ortaya çıkmasına yol açtığını açıkça belirtmemektedir. Sözleşme teorisini oldukça dikkatli inceleyen Althusius ve Puffendorf gibi düşünürler, iki türlü sözleşme olduğunu kabul etmişlerdi. Birincisi, kişiler arasında yapılan ve toplumu kuran sözleşme, ikincisi ise, topluluk ile yönetim arasında yapılan sözleşme. Locke’un da bu tutumu kabul ettiği söylenebilirse de , biçimsel bakımdan açıklık Locke için pek değer taşıyan bir nitelik olmadığından, iki görüş açısını yanyana getirmekle yetinmişti[39]. Locke’un bir siyasal devrim sonunda, yönetimin düşmesiyle, toplumun ortadan kalkmayacağını söylemesi, toplum ile yönetimi aynı sözleşmeye bağlamadığı biçiminde değerlendirilmektedir.
B. Siyasal Toplum ve Yönetimin Amaçları
İnsanlar doğa durumunda özgür olmalarına rağmen, özgürlüğün anlamlı olduğu, adaletin yönettiği ve mülkiyetin güvenli olduğu kabul edilebilir bir düzen isterler. Locke’a göre insanlar, bu nedenle siyasal toplumu kurdular. Ancak, toplum durumunda doğal yasanın zorunlulukları sona ermez. Çünkü, yasanın amacı özgürlüğü genişletmek ve korumak olup, yürürlükten kaldırmak ya da tatil etmek değildir. Locke, bu şekilde sözleşmenin tabiatında olan mantığı geliştirmiştir. İnsanın mantığında belirlediği gibi, toplumdan kastedilen, siyasal kuruluşu bir tek güce vermek olmayıp, devletin bir canlandırıcı, etkin belirleyen olmasıdır.
Doğa durumu ile siyasal ya da uygar toplumu birbirinden ayıran en önemli fark, siyasal toplumda insanların aralarındaki anlaşmazlıkları karara bağlamaya ve suçluları cezalandırmaya yetkili, başvuracakları ortak bir yapılmış yasası ve yargı organı olmasıdır. Ortak bir başvurma yeri olmayanlar ise, hala doğa durumundadır.
Bu nedenle, siyasal ya da uygar bir toplumdan söz edebilmek için, bir grup insanın tamamının doğa yasasını yürütme güçlerini bırakması ve onu kamuya vermek üzere bir toplum içinde birleşmeleri gerekir. Bu, bir grup insanın toplumu kurmalarıyla ya da herhangi bir kimsenin kurulmuş olan bir yönetime katılması ve onunla birleşmesiyle olur.
Siyasal ya da uygar toplumu, insanların ortak başvurabilecekleri bir yeri olması olarak tanımlayan Locke, bu bağlamda mutlak krallığın gerçekte uygar toplumla bağdaşmayacağını da açıkça ifade eder Çünkü, mutlak krallıkta hiç kimse için açık olan bir başvurma yeri yoktur, hakka uygun ve taraf tutmadan karar vermeye yetkili hiçbir yargıç bulunmaz.
Bütün bunlardan hareketle, Locke’un genel duyarlılığının “kralların, yanlış yönetme hakkının kutsallığı”na olan inanca isyan etmek ve yönetimin güvene dayanan karakteri üzerinde ısrar etmek olduğu söylenebilir. İşte bu nedenle, Locke yönetimin yönetme hakkını insanların sadece iyiliğine ve yalnızca oybirliğine bağlı olarak, insanların güvenlerine karşılık olarak adlandırmıştır.
Çünkü, Locke’a göre insanların devletlerde birleşmelerinin ve kendilerini yönetimlerin altına sokmalarının asıl amacı mülkiyetlerinin (canlarının, özgürlüklerinin ve mallarının) korunmasıdır. Oysa, doğa durumunda bunları sağlayacak bir çok şey eksıktir. Bunlar; tanımlanmış olumlu bir yasa, bu yasayı tarafsız olarak uygulayacak yargıçlar ve yargının kararlarını uygulayacak bir güçtür.
Siyasal toplum bunların yokluğu sebebiyle kurulmuştur. Hiçbir akıllı yaratığın içinde bulunduğu koşulları daha kötüye götürmek için değiştirmek isteyeceği düşünülemeyeceğinden, yönetimin genel iyiliğin ötesinde bir etki alanının olacağı kabul edilemez. Dolayısıyla, yönetimin bu üç aksaklığa karşı herkesin mülkiyetini koruması gerekir. Bu nedenle, bir devletin en üstün kuvvetini (yasama) elinde tutan, halkın bildiği yürürlükteki yasalarla ve anlaşmazlıkları karara bağlayacak tarafsız ve dürüst yargıçlarla yönetimi sürdürmelidir. Yönetim, topluluğun gücünü içeride bu yasaları yürütmek, dışardan gelecek zararlara karşı da toplumu güven altına almak için kullanmak zorundadır. Bütün bunlardan amaç barış, güvenlik ve kamu iyiliğinden başka bir şey olmamalıdır.
Buradaki “kamunun iyiliği” unsuru sonraki liberal düşünürler tarafından şiddetle eleştirilmesine rağmen, klasık liberalizmin savunduğu iç ve dış güvenlik ile, yargı faaliyetlerini üstlenen “minimal devlet” veya “gece bekçisi devlet”in izleri oldukça belirgindir.
C. Yönetimde Güçler Ayrılığı
Locke’un teorisinde siyasal toplum ve siyasal güç bir sözleşmenin sonucu olduğu için yönetilenlerin de rızasına sahip olacaktır. Bu siyasal güç mülkiyet hakkını korumak amacıyla kurulduğundan, bunu ortadan kaldırması düşünülemez. Aksi durumda, siyasal otoritenin meşruiyeti ortadan kalkacak ve halkın direnme hakkı doğacaktır. Ancak, siyasal otoritenin rızaya dayanması, iktidarın kontrol edilebilmesi için yeterli değildir. Bu nedenle, daha somut olarak siyasal iktidarın sınırlandırılması gerekir ki, bunun yolu kuvvetler ayrılığının gerçekleştirilmesidir.
Locke’a göre bir devlette üç kuvvet bulunmaktadır. Bunlar yasama, yürütme ve federatif güçlerdir.
Yasama gücü, devlet gücünün topluluğu ve bu topluluğun üyelerini korumak için nasıl kullanılacağını açıklama hakkına sahiptir. Yasama gücünü elinde bulunduranların yürütme erkini de ele geçirmeleri olasılığına karşılık, iyi düzenlenmiş bir devlette yasama gücü, yasayı yaptıktan sonra dağılan ve bu yasalarla kendilerinin de bağlandığı, kamu iyiliğini gözeten çeşitli kimselere verilmelidir.
Bu şekilde yapılan yasalar sürekli bir güç taşıdıkları ve aralıksız yürütülmeleri gerektiğinden, yürütme gücünün varlığı zorunludur. Bu şekilde, yasama ve yürütme gücü birbirinden ayrılmış olur.
Federatif güç ise, bütün topluluk kendi dışındaki başka devlet ve kişiler bakımından doğa durumundaki bir kurul gibi olduğundan, savaş, barış, birlik, ittifak ve devletin kendi dışındaki bütün kişiler ve topluluklarla her türlü işlemi yapma gücü olarak ifade edilebilir.
Locke, yürütme ve federatif gücü ayrı ayrı nitelendirmekle birlikte, bu güçlerin farklı ellerde bulunmasının zor olacağını ve böyle olmaması gerektiği yaklaşımını sergilemektedir. Yürütme gücü yasamaya bağlıdır ve bu gücü kullananlar yasamaya karşı sorumludur. Gerektiğinde, yasama yürütmeye verdiği yetkileri geri alır. Yetkiler kötüye kullanılmışsa cezalandırır. Yasama devletin üstün gücüdür. Federatif güç ise, yürütme ve yasama güçlerine bağlı ve onların emrinde görev yapar.
Locke’un kuvvetler ayrılığında yasama ve yürütme güçlerini birbirinden ayırması her iki gücün üzerlerine düşen görevleri kişi haklarına ve yasalara uygun olarak yapmalarını sağlamak amacından kaynaklanmaktadır.