BİR TANIKLIK

DEMİR ÖZLÜ

Kendisinden bir süre uzak kalınmayınca, tarih içindeki kül­türel perspektifleri çok açık seçik görülüp anlaşılmayan; insanı alıp oradan oraya sürükleyen, yetenekli kişiyi sonunda görmüş geçirmiş mutlu bir derviş haline getiren İstanbul kentindeki ya­şamı içerisinde, bizim kuşak J.-P. Sartre'm adıyla, sanırım ilk ola­rak Sait Faik'in Beyoğlu üzerinde yazdığı bir röportajda karşı­laştı. Sait Faik o yazısında, o zaman İstiklâl Caddesi üzerinde bu­lunan Saray Kitabevi'nden söz ederken, J.-P. Sartre'ın «bu yaman adamın» kitaplarından da söz ediyor; parası yetişip de alıp okuyamadığından yakınıyordu.

J.-P. Sartre'm bizim kuşağın düşünceleri üzerinde, kurduğu yazın anlayışı üzerinde, belirli —sırasıyla önemli— ölçülerde et­kisi olmuştur. Özellikle Bunalım Edebiyatı adı verilip, çokça eleş­tirilen yazın akımı üzerinde. Gelenekçilerle yeniliğe karşı olanlar, edebiyattan sadece toplumbilimsel olguların doğrulanmasını bek­leyenler (yazarın amatör bir toplumbilimci olmasını isteyenler), 19. yüzyıl diyalektik maddeci düşüncesini oluşumu içinde değer­lendirmeyip, en kolay şemalara indirgemek isteyenler, nihayet dünya kültürleri arasındaki evrensel alışverişi (bütün insan tarihi boyunca sürmüş olan bu alışverişi) «taklitçilik» olarak gören dar görüşlüler ya da kültür bağnazlarmca... uzun yıllar eleştiri­lip durmuştur bu akım. Öyle ki, bugün de, yaşadığımız kültürel çalkantılar içerisinde, 1950 ile 1960 yılları arasında oluşan, son­ra da şu ya da bu eğilimlerle süren bu yazınsal anlayışın dil de­ğerleri üzerinde, dışlaştırdığı iğretilemelerin ya da imgelerle im­lerin insansal anlamı üzerinde —çağıyla bağlantısı üzerinde— so­nuçta da gelenekten bu yazına kendiliğinden gelip yerleşen öğe­ler üzerinde gene de pek durulacağını sanmam. Benim o dönem­de kullandığım terminolojiyle Bunaltı Edebiyatı, ama daha çok yaygınlık kazanmış bir deyişle Bunalım Edebiyatı adı verilen bir eğilimin, hemen hemen aynı dönemlerde birçok dünya yazınında birden başlamış olduğunu o dönemde bilmiyorduk doğrusu. Şimdi, dünyanın çeşitli yazmlarıyla ilgilendikçe görüyorum bunu. Biraz önce ya da sonra başlamış olan evrensel eğilimi. Ben ilk hikâye kitabımın adını Bunaltı koymuşsam (1958); bunaltı sözcüğü da­ha sonra Fransız dilindeki «angoisse» sözcüğünü karşılamak için kullanılmışsa (ki ben ilk yapıtımın, adının Fransız diline tam «angoisse» olarak çevrilmesinden yana değilim); «bunaltı», Sartre felsefesinin bir kavramıysa, «saçma» ve «bunaltı» Sartre felsefe­sine göre «dünyada olmak» (etre dans le monde) düşüncesinden geliyorsa; Sartre düşüncesinde bunun aşılması gerektiğinden de söz ediyorsa; bir açıdan bir eylem felsefesi olan düşüncesini bu dü­şüncelerden başlayarak türetiyorsa ya da İsveçli önemli şair Per Lagerkvist'in eski bir şiir kitabının adı Bunaltı (Angt) ise... büs­bütün de bilerek seçtiğimiz söylenemez bu temalarla bu termino­lojiyi. Her zaman yaratış sürecinde olduğu gibi yarı bilinçli, yarı da bilinçsizdi bu seçiş, ama mutlaka çağdan ve o çağ içinde, ya­şadığımız toplumun aldığı maddesel ve ruhsal biçimlerden geli­yordu.

Fakat böyle bir yazıda kendimden söz etmek istemem —biraz ettimse de konuyu ortaya çıkarmak için ettim—; Sartre'dan, bir de kendi kuşağımın belli bir düşünce dünyası çevresindeki ilişki­lerinden söz etmek isterim. Ama kendi kuşağımın yazar arkadaşlarına belli bir saygı ve uzaklıkla yaklaşarak; kendi düşüncelerini, kendi düşünsel ilişkilerini anlatmayı daha çok kendilerine bıra­karak.

Hiçbir düşünce, belli bir gereksinim olmadan yaygınlaşamaz, gelip de başkalarını etkileyemez. J.-P. Sartre'ın, öteki varoluşçu­ların çok uzağında olan düşüncesi de. Öteki varoluşçuların çok uzağında diyorum: örneğin çağdaşı Gabriel Marcel, Cezayir'in ba­ğımsızlığı söz konusu olduğunda ulusal bir Cezayir'den (Fransız bir Cezayir'den) yana imzasını koymuştu; oysa Sartre, Cezayir'in bağımsızlığı için savaştı. Dinci varoluşçu Kierkegaard'la, kökleri ta eski Yunan felsefesine kadar uzanan bir düşünce geleneğinin bazı ortak terimlerini kullanmaktan başka ne yakınlığı var Sart­re'ın?

1950 Kuşağı adı verilen yazar kuşağının, Türk yazınında ye­ni bir değişim yaratan genç üyeleri —o dönemde, belirli açılar­dan— J.-P. Sartre'ın düşüncesiyle ve yazın anlayışıyla ilgileniyor­lardı. Özellikle o dönemin genç yazın dergisi "a dergisi" çevresinde toplananlar. İlginin o kadarla kalmadığını, öteki varoluşçu dü­şünürlere de sıçradığını belirtmeliyim. Somut yazın dergisinde yayımladığım bir not'ta, ilgilenilen yapıtların ve düşünürlerin aklıma gelenlerini sıralamıştım. 1958'de, doğrudan doğruya felsefeci olan Selâhattin Hilâv'ın da yurda dönüşü, o genç yazarlar çev­resi için yeni bir kan dolaşımı yaratmıştı. Fatih'te, bizim evin, ba­na verilmiş küçücük odasında; Selâhattin Hilâv'ın Çarşamba'da, babadan kalma evinde; Onay Sözer'in, Çarşıkapı'daki odasında; Asım Bezirci'nin Yavuz Selim'deki küçük evindeki toplantıları, konuşmaları bir gün yazabilirsem mutlu olacağım.

1950'lerin ilk yıllarında Sartre'ın bizi ilgilendiren düşüncele­rinin, düşünürün 'ilk dönem düşünceleri' olduğunu belirtmeliyim. Sartre, o dönemde ilk önemli yapıtlarını yayımlamıştı henüz: Imagineire (Imgelemsel, 1940), l'Etre et le Neant (Varlık ve Hiçlik, 1943)... Bunlara birkaç ünlenmiş tiyatro oyununu, Bulantı roma­nını, Duvar adlı yapıttaki hikâyeleri de katmalıyım. (Sonradan Roland Barthes'in 'yazışın sıfırıncı derecesi' diye adlandırdığı, Sartre'ın özensiz görünen, —benzetmesiz, iğretilemesiz— ama ge­çirgen üslubunun beni ayrıca ilgilendirdiğini belirteceğim). Bu ilk düşünce yapıtlarında, Sartre'ın felsefesi bir bilinç felsefesi olarak görünür. Sartre felsefesinin «insanı» («je» ya da «ben», «Ego»), başlangıçta bilinçlilik içinde değildir, dışındadır onun, dünyada­dır; orada, dışarıda varoluş, yerini bulur. «Ben» orada özne-nesne ikiliğini aşmak zorundadır (Dünya ve Ben ikiliği); «dünya» ve «ben» mutlak bilinç için nesneler olarak kalırlar. Bilinçse hiçlikle karşılaşmayla başlar. «Bir varlıktır bilinç, varlığının hiçliğinin bilincinde olan bir varlık» (l'Etre et le Neant, II. bölüm, 1). Varoluş özden önce gelir, her insan eylemi insan­lığa bir düşünce katar. Bilinç, düşüncenin özel bir biçimi olarak belirlemez kendini, varolanın bir dünyaya doğru patlaması ola­rak belirir. Burada Husserl felsefesi egemendir artık: kendini in­dirgemiş insan, maddeye doğru yönelme (l'intentionalite husserlienne). Bilinç, kendini dışlaştırma eylemidir. Bilinci ayakta tu­tan, aydınlatan cogito'nun düşüncel sağlamlığıdır, ama olgusallık içinde kendini duyan bir bilinçtir bu: Oradayım ve şimdi ora­dayım.

Bunaltı, l'Etre et le Neant'da, saçmalık, varoluşun betimlen­mesi Varlığın sorunları olurlar. Dünyada varolmanın bilinci, hiç­liğin dünyaya doğru bu patlaması bu kitabın sorunsalını oluş­turur. Varolan (insan) özgürlüğünün bilincini kazanır. Özgürlük, çevremde bir eylem alanı olarak belirir. Varolmak, varoluşu, ola­naksız öze doğru aşmaktır, bir aşkmlıktır bu hareket. Özgürlük, kendimi, dünyada seçmektir, gene aynı eylemdir bana dünyayı bulgulatan. Başlangıçtaki özsüz varoluş, özgürlüğe yargılı insan... ancak seçme ve bağıtlanmayla varedebilir kendini.

İlk yapıtlarında Sartre, ilgilendiği, ortaya koyduğu bilinç ku­ramlarıyla, Bergsoncu geleneksel ruhbilimin «iç yaşam» anlayışına ve Freudçu psikanalize karşı çıkıyordu. Onların yerine fenomenolojik anlayışlar, fenomenolojik doğrular getiriyordu. Bü­tün bu çaba, onun çalışmalarının 1960'lara kadar olan bölümünü doldurmuştu.

1960 Devrimi'nden sonra, ben de Paris'e gittim; kuşağımın bazı yazarları da zaten oradaydılar: Güner Sümer, Onat Kutlar, Ferit Edgü... Cezayir Savaşı dönemiydi, kentin çeşitli yerlerinde plastik bombalar patlıyordu. J.-P. Sartre, bu sömürge savaşma karşı direndiği için, Saint-Germain des Pres'deki evine plastik bomba atılmıştı. Bu yüzden Rue Delambre'da (Montparnasse) kimsenin pek bilmediği —belki Duvar'daki hikâyelerde söz konu­su edilen— bir evde kalıyordu. Geceleri Montparnasse Sokağı'ndaki Falstaff adlı lokale, ya da başka lokallere çıkıyordu. Sık sık görüyordum bu büyük düşünürü oralarda. Biz, Sartre'ın yapıt­larından yeni bir yazın anlayışının ürünleri olarak yararlanmış, o gençlik yıllarında etkisini duymuş ve Sartre'ın düşüncelerinden yararlanarak, Demokrat Parti kapalı döneminde, aydınlara ses­lenen özgürlükçü muhalefeti ayakta tutmaya çalışmıştık. Şimdi 1960 Devrimi olmuştu, ondan yararlanarak düş ülkesi Paris'e gel­miştim. Biliyordum, Türk toplumunda geç kalmış bir şeyler var­dı. Nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum: bir kültür bırakılmış, baş­ka bir kültüre yönelinmişti, ama bütünüyle öğrenilmemişti o yeni kültür de (bütünüyle öğrenilmesi elde miydi?); sonra geniş kit­lelere, halka yayılmış bir şeyler, bir düşünce yoktu henüz. Ama genç insanlar, genç yazarlar olarak umutluyduk sanırım. Toplu­mun altında yatan geri yapılar ya da emperyalist ülkelerin hare­kete getirmesiyle yiten ve yeri doldurulamayan kültür sorunu —bugünkü gibi— ortaya çıkmamıştı daha.

Paris'te kaldığım yıl içinde Sartre'la konuşma olanağı arama­dım. Bazen Falstaff lokalinde, sabaha yakın saatlere kadar, bir­birine yakın masalarda oturduğumuz halde. Sartre, düşüncelerini kitaplarda, gazetelerde yazıyor, özgürlükçü eylemlerini yapıyordu. Ayrıca düşünürle konuşmaya çalışmak, zoraki bir istek olacaktı. Onların —hatta François Mauriac'ın, Arthur Adamov da da­hil 121'ler bildirisini imzalayanların, kısa bir süre ülkelerinden kaçmak zorunda kalanların— Cezayir Savaşı ve insan özgürlüğü konusunda —birçok şeyi tehlikeye atmak pahasına— nasıl savaştıklarına tanık oldum. Kendilerinden öğrenilecek —yaşamak için öğrenilecek— çok şey vardı.

1960 öncesinde, bazı yazarların deyimiyle, bu Varlık ve Hiçlik dönemindeki politik konumlarını, daha sonra Simone de Beauvoir şöyle anlatır: «Kapitalizme karşıydık, ama Marksçı değildik; iktidarları salt bilince ve özgürlüğe yöneltmek istiyorduk ve aynı za­manda ruhculuğa da karşıydık».

Paris'teki günlerde, kışın, karın yağdığı tek 1962 yılı saba­ha karşısı, çok erken saatlerde, Montparnasse'da, Delambre So­kağı ile Boulevard Raspail'm birleştiği köşede, Sartre'la burun bu­runa geldiğimizi ansıyorum. Geceleyin beni de uyku tutmamıştı. Dupleix metro istasyonuna yakın otelimden çıkmış, günün daha ağarmadığı saatlerde, ağır işçilerin kalvados ya da beyaz şarap­larını yudumlayıp çalışmaya koştukları kahvelerden birine uğra­mış, ardından da büsbütün uyanık —uykusuz bir geceden sonra— Montparnasse'a gelmiştim. Kar, ilk ve son yağan kar, sinirleri mi germişti? M. Sartre da dolaşıyordu işte yarı karanlık sokaklarda, «Hey, M. Sartre!» diye seslenebilirdim kendisine. Yapamadım. O dönemlerde, geniş gövdesiyle Sartre bana oldukça genç görünü­yordu. Şimdi, şu son yıllarda öleceğini ve dünyamızda artık görülmiyeceğini bilseydim, seslenirdim mutlaka.

1960 yılında J.-P. Sartre, yayımladığı Critique de la Raison Dialectique ile hem Marskçı düşünceye yaklaşır, hem de bu dü­şünceyle bir tartışmaya girer. Sartre'ın öne sürdüğü, tarihte, «öznesiz» sınıfsal hareketlerin diyalektiği, değildir. Hatta bu düşün­ceyi kuşkuyla ele alır. O, bu büyük yapıtında, her şeyden önce di­yalektiği, tekil eylemlerin bütünleşmesi olarak tanımlar. Bireyle­rin tarihle ilişkileridir onu ilgilendiren. Fakat öte yandan, bu ya­pıtta öne sürülen düşünceler Engels'in şu düşüncesini doğrular gibidir: «İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama ken­dilerini belirleyen belli bir ortam içinde». Sartre, bu yapıtta salt felsefesel bir çabaya girişir: Marksçılığı «bilmeye» bağlayan ve onunla bütünleştiren somut bir antropoloji kurmak. Varoluşçulu­ğu, Marksçılıkla birleştirmek, bütünleştimek istemektedir.

Marksçılık ya da Markscı araştırma insancıl bir boyut kazana­caktır (özne de yerleşecektir bu araştırma içine), yani varoluşsal tasarı girecektir onun içine, antropolojik bilginin temeli olarak. O zaman varoluşçuluğun varlık nedeni kalmayacaktır: özümsenmiş, aşılmış, felsefenin bütünleşen hareketi tarafından içine alın­mış olacaktır.

Sartre, Sözcükler (Les Mots) adlı yapıtıyla kendi yaşamıyla ve sürüklediği nevrozla ilgili bir şeyler açıklamıştı. Ama onun dü­şüncesinin geliştirdiği temaların, daha çok —benim henüz oku­madığım— Flaubert adlı üç ciltlik büyük incelemesinde bulundu­ğu söylenir.

1936 yıllarında Sartre bireyci bir kuram ve insan özgürlük­leri için düşünen, genç bir düşünürdür. Bilinç konusu başlıca ko­nusudur onun. İkinci Dünya Savaşı'na girer, tutsak düşer, bir­likte olmanın ve birlikte yaşamanın erdemlerini görmeye başlar.

İ941'de, bir direniş topluluğu kurar: «Sosyalizm ve Özgürlük», ama komünistlerce dışlanır, yalnız kalır. 1943'de, Paul Eluard ara­cılığıyla Lettres Françaises dergisiyle ilişki kurar. Savaştan sonra, Fransa'da tuhaf bir durum ortaya çıkmıştır: komünistler, ke­sinlikle Sovyet yanlısı, sosyalistlerse ABD yanlısıdırlar. Bu ayrılığın saçmalığını belirtir Sartre. 1946'da, Hindi Çini'nin bağımsız­lığı için harekete geçer. 1952 yılında Kore Savaşma karşı çıkar, anti-komünizmi şiddetle eleştirdiği halde, Sovyet'lerdeki bazı uy­gulamaları da çok ağır bir biçimde eleştirir: özellikle Stalinciliğin yapısını ve o dönemin toplama kamplarını. 1956'da Macaristan'a müdahaleye ve 1968'de Çekoslovakya'nın işgaline karşı çıkar. 1968 gençlik hareketlerine ve fabrikalardaki işçi hareketlerine katılır. En kuramsal konularda düşünen bir filozof ve bir eylemcidir aynı zamanda. Stalinciliğin eleştirisini, kendi ülkesinde başlamadan çok önce başlatır. İtalyan liberal komünist aydınlarıyla ilişki ku­rar.

1950'li yıllarda, kendini eleştirenlerce «sahte peygamberlik­le» ya da «pornografi» yazmakla suçlanan Sartre'ın, geçen yıl­lar boyunca düşünsel ağırlığı durmadan artar. Resmileşen aydın­ların elde edemedikleri manevi gücü o durmadan eleştiren ve kendini eleştiren düşüncesiyle elde edecektir. Sartre'ın, düşüncelerini kurduğu ilk dönemde, Lukacs, Sartre'cı hareketi «kapitalizmle sosyalizm arasında varolmayan üçüncü bir yolu aramak» olarak eleştirmişti. Aradan geçen yılların Lukacs'a değil, Sartre'a hak verdirdiğini söyleyeceğim. Üçüncü bir yolun varlığı bakımından değil: Lukacs'ın, Sartre'm bulunduğu yere yaklaşması açısından; hatta daha da önemlisi, sorunların 1945'lerde görüldüğü gibi, ko­lay yargılanır, kestirilip atılır çıkmaması bakımından. Her iki dünyanın karşılıklı konumlarından doğan, insanlığı ilgilendiren sorunların çok daha derinde yatan, kolay görünemez, ancak sü­rekli eleştiriyle varılacak kökleri olması bakımından.

«Göçmen» yaşamım içinde, elimin altında Sartre'ın tek bir kitabı —küçük bir kitabı— var sadece: Platdoyer pour les intellectuels (Aydınlar İçin Savunma). 1965 yılında Tokyo'da verilmiş, üç konferansın metni. O konferansların sonuncusu olan, Yazar bir aydın mıdır? adlı konuşma şu sözlerle bitiyor: ...dünyada olmak bizi ezmektedir ve öte yandan, hayatın mutlak bir değer olarak yaşanarak olumlanması ve bir özgürlüğe olan gereksinme herkese kendini duyurmakta.

«Bütünsel insan» ı bulmaya çalışan Sartre, bütün yaşamı ve düşüncesiyle, «bütünsel aydın» ı bulgulamaya çalıştı. Onun yaşa­mı «felsefenin, kendi gerçekleşmesi yoluyla, aşılması»nın çağımı­za yayılan bir örneğinden başka bir şey değil.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP