CUMHURİYET DÖNEMİMİZİN BİR FİLOZOFU HİLMİ ZİYA ÜLKEN
|
Necati ÖNER
Hilmi Ziya Ülken 190î'de İstanbul'da doğmuş, ilk öğrenimini Tefeyyüz mektebinde, orta öğrenimini İstanbul Sultanisinde yaptı. Yüksek öğrenimini mülkiye mektebinde gördü. îlk görevi İstanbul Edebiyat Fakültesinde coğrafya asistanlığıdır. Asistanlığı döneminde felsefe bölümünden ahlak, sosyoloji ve felsefe tarihi sertifikaları aldı. Çeşitli liselerde coğrafya ve felsefe öğretmenliği yaptı. 1933 deki üniversite ıslahatında üniversiteye Türk Medeniyeti doçenti olarak atandı.
Bu arada Türk Tefekkür Tarihi ve Sosyoloji dersleri verdi. 1941 de felsefe profesörlüğüne yükseltildi ve Sosyoloji ve Ahlak kürsüsüne atandı. 1948 de verdiği felsefe ve ahlak dersleri elinden alındı,; yalnız sosyoloji dersleri vermekle yetindi.
1954 de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde felsefe ve mantık kürsüsü başkanı olan Prof. Hamdi Ragıp Atademir'in milletvekili seçildiği için görevinden ayrıldığından bu kürsüye ek görevli olarak atandı. Felsefe dersi vermeyi çok arzu ettiği için bu görevi kabul ettiğim söylerdi. 1957 de ordinaryüs profesörlüğe yükseltildi. 1960 askeri harekatından sonra İstanbul Üniversitesi'nden çıkarılarak Ankara İlahiyat Fakültesine asıl görevli olarak atandı. 1973 de emekliye ayrılıncaya kadar adı geçen fakültede felsefe dersleri verdi. 5 Haziran 1974 de İstanbul'da vefat etti.Ben 1953 de İlahiyat Fakültesine felsefe ve mantık asistanı olarak girmiştim. 1954 de hocam rahmetli Hamdi Ragıp bey ayrılınca, Hilmi Ziya beyin asistanı oldum. Doktora çalışmamın yönetimini üzerine aldı, 1964 de doçent oluncaya kadar on yıl hocamın derslerini aralıksız takip ettim. O tarihlerde asistanlar hocaları ile beraber derslere dinleyici olarak girerlerdi. Bu usul asistanın yetişmesi için çok faydalı idi; hem bazı bilgileri tazeleniyor , hem de yeni bilgiler ediniyor ve hocanın öğretim uygulamasından yararlanılıyordu. Doktoramı yaptıktan sonra hoca bazan dersi bana verdirir kendisi de öğrenciler arasında oturup dinlerdi. Dersten sonra bana dersin değerlendirmesini yapardı. Bir öğretim üyesinin yetişmesi için uygulanan en iyi yoldu.
Evi İstanbul'da idi. Ayda iki defa gelir birer hafta kalıp derslerini yapardı. Derslerini vecd içerisinde anlatırdı. Adeta anlattığı konunun içinde yaşardı. Çok defa öğrenci seviyesinin üstüne çıkar, karşısında filozoflar varmış gibi derin felsefi tahlillere girerdi. On sene içerisinde bir defa olsun derse girmediğini görmedim.
Fakülte kurulları toplantısı ders saatine rastlarsa toplantıya katılmaz dersi tercih ederdi. Hasta olduğunda da dersi ihmal etmezdi; ateşli ateşli sınıfa girip dersverdiğini hatırlıyorum.
Hilmi Ziya bey gününün büyük bir kısmını felsefi bir atmosfer içinde geçirirdi; ya okur, ya yazar ya da felsefi sohbet yapardı. Yanında bulunanlara her fırsatta felsefeye dair problemleri anlatırdı. Ankara'ya geldiğinde kaldığı otelin lobisinde, ziyarete gelenlerle felsefe sohbetleri yapardı. Devamlı dinleyicileri vardı.
Geniş felsefe bilgisinin yanında tarih ve sanat'a da ilgi duyardı. Üç romanyayınlamıştı. Yağlıboya resim yapardı. Destan denemesi dahi yapmıştır. Hilmi Ziya bey çok yayın yapan bir yazardı. 70 kadar kitap ve yüzlerce makale yayınlamıştır. Onun eserlerini ayrı ayrı ele alıp incelemek çok uzun bir zaman çalışmayı gerekli kılar. Ben bu yazımda, Ülken felsefesinin ana hatlarını belirtmeğe çalışacağım.
Felsefenin her dalında - ontoloji, epistemoloji, ahlak- eser vermiştir. Eserlerinde bazı tekrarlar göze çarpar. Fakat dikkat edilirse bu tekrarlar evvelkinin aynı değildir; önceki fikir ya değişikliğe uğramış ya da az da olsa yeni bir şey ilave edilmiştir. Diğer taraftan ilk eserleri ile son eserleri arasında büyük fikir değişikliği vardır. Bu fark, onun sürekli okuyup düşünmesinin bir sonucudur. Felsefi düşüncesinin seyrini, kendisi 1936 da yayınladığı "Yirminci Asır Filozofları" adlı eseri ile 1968 de yayınladığı "Varlık ve Oluş" eserinde belirtmiştir.
Bunlara dayanarak fikri değişmesini şöyle özetleyebiliriz:
Eserlerini 1924 den itibaren yayınlamaya başlamış, yayın hayatı ölünceye kadar devam etmiştir. İlk eserlerinde Ziya Gökalp'in tesiriyle Durkheim'ci bir görüşe sahiptir. Sosyolojizmin çıkar bir yol olmadığım görmüş Mehmet İzzet'in etkisiyle Hegel'in mutlak idealizmini kabullenmiş, sonra Spinoza panteizmine meyletmiş ve Spînoza'yı "felsefî tipin kemali" olarak görmüştür. Ahlak sorunu ile çok meşgul olduğu için bu alandaki fikirlerini tabiatçı bir görüşle "Aşk Ahlakı" adlı eserinde açıklamıştır. Ahlakın ancak bilgimize giren gerçeklere ve tabiatın bütünlüğüne dayanabilir kanaatinde olan Ülken, Tabiatçı görüşte ne kadar ileri gittiğini şu cümle ile ifade eder: "Arif için tabiattan başka tapacak ve aşktan başka kanun yoktur.' Bu görüşün kendisini çıkmaza sokacağını sezerek, çıkış yolu olarak fenomonoloji ye meyleder. Aradığını burada da bulamadığından tarihi maddeciliği kabullenir. Bu konuda şöyle diyor: " Tarihi maddecilik tarihten ibaret olan alemin objektif izahına teşebbüstür ve bu günkü fizik ve biyoloji günden güne bunu teyide gitmektedir"
Ülken bu görüşlerinden 1940 h yılların sonuna doğru vaz geçmiş, "Varlık ve Oluş" da belirttiği gibi Eflatun'a dönmüş ve Schelling'e yakın bir hareket noktası bulmuştur. Önceden taraftarı olduğu tabiatçı görüş için 1958 de yayınladığı "Felsefeye Giriş" II de şöyle diyor: "Tabiatçılık gayretleri boşunadır. Varlığın kompleksleriniçözmekten ziyade zeka ile elverişli ve kullanılabilir bir hale getirmekten ibaret olan Tabiatçılık bizzat varlık karşısında felsefi endişemize cevap vermekten uzaktır."
Tarihi maddecilikle ilgili olarak da 1951 de yayınladığı "Tarihi Maddeciliğe Reddiye " adlı eseri ile, bu görüşü her alanda ele alarak reddetmektedir. 1940 lı yıllara kadar tecrübe dünyasının dışına çıkmayan ve bu açıdan felsefe sorunlarını ele alan Ulken'in dikkatini varlığın çift kutupluluğu çekiyor ve görünenin dışında, aşkın varlığa açılıyor. Hocamın köklü fikir değişikliğinin sebebi budur. 1948 de Amsterdam'da yapılan uluslararası felsefe kongresinde sunduğu "Varlığın İki Yüzü" adlı bildirisi felsefesinin yeni yönünü gösteriyordu.
"Bilgi ve Değer" adlı eserinde çift kutupluluğa yani varlığın iki yüzüne çeşitli alanlarda örnek veriyor: Bilgi teorisi bakımından : Tabiatın bilgisini edinirken bilgiyi ya sujeye göre veya objeye göre anlarız. Ya birini ya ötekini kavrarız. Halbuki asıl olan bunların birliğidir, ikisini birden görmek insan üstü bir varlık içindir. Evreni de ya zaman veya mekan içinde görürüz. Aslında bu varlık zaman ve mekan bütünüdür. Fizikte de bu ikilik vardır: Enerjiler bir manzarası ile dalga bir manzarası ile cisimdir. Biz bunlardan ancak birini kavrayabiliriz. , aynı anda ikisini birden kavrayamayız. Lauis de Broglie'in fikrine uyarak bunlar aynı gerçeğin iki manzarasıdır diyor. İnsan konusunda da bu iki kutupluluk vardır. İnsan ya sosyolojik yönden ya psikolojik yönden ele alınabilir.
Sosyoloji ferdi psikoloji toplumu ihmal eder. Matematikte de durum aynıdır. Nicelikler azalıp çoğalmadır. Bu da ya sürekli olur veya süreksiz. Çizgi hareket olması bakımından süreklidir fakat onu oluşturan parçalar var, bu bakımdan da süreksizdir. Sayı da öyle. Sayılar süreksizdir. Birbiri ile kesirlerle ayrılırlar, sonsuzca bölünebilirler. Böylece sonsuz küçük veya türevi bulunur. Türev sürekli niceliğin de son unsurudur. O halde türevde sürekli ve süreksiz birleşiyor.
Çeşitli alanlarda görülen bu çift kutupluluk yüzünden ,insan hep alternatifler karşısında bulunuyor. Yani bir seçme durumundadır. Halbuki çift kutupluluk aynı şeyin iki görünüşüdür. Birbirine zıt olan alternatifler aslında birdir. Bu bütünü akıl yoluyla kavrayamayız. Çünkü bunlar akıl dışıdır (irrationel). İşte çift kutupların birleştiği şeye "Dyade" diyor. Bu terimi Eflatun'dan aldığını söylüyor." gerek bilgi fenomeninde gerek başka varolanlar alanında gördüğümüz bu vasfa Dyade diyoruz Dyad'lar aslında zihnin icadettiğj_ müphem varlıklar değildir. İnsanın bütün varolanlar alanında ve bilgi fenomeninde rastladığı akıl dışı (irrationel) varlıklar , mantıki şemalarımıza doğrudan doğruya indirilmesi mümkün olmayan akıl dışı uçurumlar olduğunu görüyoruz."
Bu dyad'ların ancak aşkın bir varlıkla temellendirilebileceği kanaatindedir. Bu bakımdan aşkın varlık Ülken felsefesinde önemli bir yer alır.
" Bilgi fenomenini bir algı gibi değil suje- obje ikiliği halinde , yani dyade olarak almak zorundayız. Bu dyade akıl dışı paradoksal bir mahiyet gösteriyor. Bumünasebeti ancak onları kuşatan aşkın varlıkla kabullenebiliriz. Bilgi fenomenibütün başka varolanlar gibi duyu ve akıl alanını aşan bir kuşatanda,bir yücelende bir"aşanda" kendine temel bulabilir. İşte felsefenin asıl konusu bu kuşatan ve yücelenvarlıktır. Aristo'nun varlık olmak bakımından varlık dediği ve metafiziğe konuyaptığı şey budur."
"Allah sonsuz imkanlar sahasıdır. İçkin varlığın ve dünyanın kendine yetmez oluşu onun aşkın varlıkla, Allah'la kuşatılmasını zaruri kılar. Mutlak varlık bilinmez, anlaşılmaz, inanılır."
Felsefenin Allah,Alem ve İnsan diye üç esaslı konusu olduğunu belirterek bunlardan herhangi birisinin ortadan kaldırılmasıyla bütün varlık münasebetlerinin sarsılacağını ve felsefi görüşün geçerliliğini kaybedeceğini belirterek, düşüncetarihinde doğru düşüncenin sapmalarının, bu ağırlık merkezlerinden herhangi birinin ötekinde eritilmesinden ileri geldiğini belirtiyor. Mistisizm insanı Allah'da eritir, alemi inkar eder. Panteizm insan ve alemi Allah'la birleştirir. MateryalizmAllah'ı inkar eder ve insanı alem içinde eritir. Bu bakımdan adı geçen felsefelergeçersizdir.
Sağlam felsefe bu üç temeli göz önünde bulundurarak yapılabilir. Birini incelerken diğer ikisini de dikkate almak gerekir. Çünkü Olken'e göre varlık birbütündür, herhangi bir halini açıklama onun bütün içinde yerini göstermektir. İnsan ve alem akıl yolu ile bilinip anlaşılabilir. Allah aşkın varlık olduğu için bilinemez, anlaşılamaz ancak inanılınır.
Aşkınlık değerler alanında da bahis konusudur. "İnsan iş ve bilgi sistemleri şeklinde görülen faaliyetlerini aşkm değerlerle kuşatmadıkça, bizzat bu değerlertemelsiz kalır. Bir kişinin yalnız kendisi ve şimdiki hali için bilgi veya sanat eseri vücuda getirmesi mümkün değildir. Bunun için de her içkin değer bir aşkın değertarafından kuşatılır ve onsuz mevcut olmaz."
Bu aşkın değerleri mutlak aşkın varlığa bağlıyor: " Aşkın varlık mevcut olduğu içindir ki insani varhk( şuurlu-manevi varlık olarak) mümkündür, aksi takdirde ahlaki fiil inkar edilmiş, boşlukta ve sallantıda kalırdı Mutlak bir varlık sahası mevcut olduğu içindir ki insani nizam mümkündür ve insani bir nizam mevcut olduğu içindir ki ahlaki fiilleri gerçekleştirmemiz mümkündür. Ve onlar yalnız bu sayede ütopya olmaktan çıkar."
"Allah yoksa ahlakın ve cemiyetin manası yoktur, hepsi bir tesadüften ibaret kalır. Bizzat estetik düzen, ahlaki düzen, insani ideale İnanmak içtimai bir düzenin devam etmesi, Allah'a yani aşkın kuşatıcı varlığa inanmakla mümkündür."
Ülken felsefesinde aşkın varlık önemli yer tutar. Bilgiler ve değerlerin havada kalmaması, onların temellendirilmesi Aşkın bir varlığı gerektirir. "İçinde bulunduğumuz fenomenler alemini aşan, onu kuşatan (transandant) bir varlıksayesindedir ki biz tecrübelerimizin dünyasını temellendirebiliriz."
Hocanın çeşitli kitaplarında bahsettiği aşkın varlık'ın belirlenmesi pek seçik değil. Hem aşkın dyade'ler, aşkın değerler terimlerini kullanıyor, bu ifadelerden aşkın olanların çokluğu bahis konusu, hem de Aşkın mutlak varlık , Allah tekil terimlerini kullanıyor. Bu durumda, kendisi ifade etmese de Aşkın varlık alanında bir kademelerime olduğu anlayışına varıyorum. Yorumum şu: Aşkın varlıklar vardır; bunlar kademelidir. Birinci kademede dyade'ler ve değerler var. İkinci kademede onları kuşatan Mutlak Varlık yani Allah var.
Biz mutlak varlığı akılla kavrayamaz ve bilemeyiz. Mutlak Varlığı kabullenmemizi sağlayan yol inanmadır. Buna sevk eden metot ise sezgidir ve burada tecrübe dünyasında geçerli olan sezgiden farklı bir sezgi anlayışı var. " Aktüel sezgi zaman üstü mutlak varlığı kavrayamaz. Şuur halleri içinde değişmeyeni, zaman içinde lahzayı , hareket içinde sükunu kavrayacak bir başka yetiye ihtiyaç vardır. Yaşanmış tecrübe ile kavranan, gerçekle ideali birleştiren "virtüel sezgi" ye ihtiyaç vardır. Virtuel sezgi yaşanmış ve yaşanacak gerçek ve mümkün hallerin aynı lahzada, aynı şuur fiilinde kavranması demektir."
Hilmi Ziya Ülken'in eserlerinden anlayabildiğimiz kadanyla, felsefesinin ana hatları yukarıda belirttiğimiz gibidir. Bu fikirlerden şu sonuç çıkıyor:
1- İnsan bilgisi görelidir (rölatif) bir anda varlığın tam bilgisini elde edemez. Bu görelilik hem insan zihninin yapısından hem de varlıktan kaynaklanmaktadır. Varlık dyade paradoksal bir yapıdadır. İnsan daima iki alternatif karşısında bulunur. Bunlardan birini seçmek mecburiyetindedir. İnsanın zihni yapısı bu paradoksal hali kavrayamaz. Çünkü mantık yapısına aykırıdır. İki yüzlü olan varlıkların aynı anda ancak bir yüzü bilebilir.
2- Uyguladığımız değerlerin temeli aşkın, değişmez ve ideal değerlerdir. Bütün bunlar Aşkın ve Mutlak Varlık'la yani Allah'la kuşatılmıştır. Eğer Allah olmazsa, bilgi ve ahlak temellendirilemez ve insani nizam kurulamaz. Bu durumda Allah'la diğer varlıklar arasındaki bağ nasıl kurulmalıdır? Bu işi için hocamın kullandığı "kuşatma" kavramını nasıl yorumlamak gerekir? Çünkü kendisi bu hususa açıklık getirmiyor. Bu bağ ya panteist bir bağla olur veya hocamın ifade etmediği yaratma ve bilme fiili ile olur. Birinci şıkkı yani panteizmi eksik bir felsefe diye reddettiğini yukarıda belirtmiştim. Bu durumda ikinci şık kalıyor. Kanaatimce hocamın "kuşatma" kavramım yaratma ve bilme fiili olarak anlamak yerinde olur.