POZİTİVİZMİN ETİK KAVRAYIŞI ÜZERİNE BİR İNCELEME
|
Aydın GELMEZ
Bu çalışmanın amacı, kurdukları bilim tasarımıyla 20. Yüzyıl bilim felsefesi geleneği üzerinde büyük etkilerde bulunan ve Mantıkçı Pozitivistler, Neo-Pozitivistler gibi değişik adlarla anılan Viyana Çevresi düşünürlerinin bilime ve bilgiye ilişkin görüşlerini ele alarak, söz konusu görüşlerin etik felsefesine uygulanımı olan ve değer bildirimlerini anlamsız tümceler olarak kabul eden “duygucu etik kuram”ın aksayan yanlarını ortaya koymaktır.
Çağcıl bilinç bir günde doğmadı. Mevcut bilimsel, toplumsal bilincin ya da bilinçlerin oluşması için binlerce yıllık ağır ve sancılı süreçlerden geçti insanoğlu. Bilimler söz konusu olduğunda, en azından bilinenler kümesinin büyümesi ve bilimsel gelişmelerin teknoloji vasıtasıyla hayatımıza sirayet etmesi bakımından ilerlediğimiz söylenebilir. Yeni toplumsal ilişki formlarının ve bunlara ilişkin kuramların ortaya çıkmasıyla toplumsal bilincin geliştiği de gösterilebilir. Ancak, insanın ve insanî eylemlerin içinde oluştuğu koşulların biricikliği nedeniyle hep yeniden yüzleşmek zorunda kaldığımız bir soruya, “Ne yapmalıyım?” sorusuna bilgisel bir yanıt verme bakımından ne kadar ilerde olduğumuz o kadar da açık değil.
Söz konusu soru kapsam bakımından oldukça geniş olup, “Doğru eylem nedir?,” “Eylemlerde ilke görevini görecek bir ölçüt bulunabilir mi?” gibi pek çok soruyla yakından ilişkilidir; ki bunlar da en genel adıyla 'Etik'tir. Burada erdemlerden, değerlerden söz etmek kaçınılmazdır, zira kişiyi her tek etik sorunda belirli bir eyleme iten ya da alıkoyan, değerleridir. Bu çerçevede tekrar dile getirecek olursak, insanlık tarihinin en önemli sorunlarından biri, belki en önemlisi, değer problemidir. Felsefe cephesinde, “Değerlerin kendileri insanlardan bağımsız olarak var mıdır?,” “Yoksa değerler, insan aklının 'kanatlı at,' 'altın dağ' türünde kurgusal ürünleri midir?,” “Kişiden kişiye, toplumdan topluma, aynı toplumun ya da kişinin farklı uğraklarında değişirler mi?,” “Bilgileri edinilebilir mi?,” gibi sorular çerçevesinde sürdürülmektedir tartışma.
Gerek çağımızın insanlık tarihinin en büyük katliamlarına, hak ihlallerine tanıklık etmiş olmasının, gerek “uygar” ülkelerin gelişmekte olan ülkeleri baskı altında tutma politikalarının bir aracı olarak (insan hakları örneğinde olduğu gibi) etiği kullanmalarının sonucu olarak etiğe ilişkin tartışmalar hayli revaçta. “Tartışım etiği,” “Düşünce ve ilgi etiği,” gibi çeşitli adlar altında pek çok etik anlayış ortaya çıkıyor; genel olarak bu etik anlayışların dayandırıldıkları temel ise değerler söz konusu olduğunda bilginin mümkün olmadığı savı. Zira söz konusu anlayışlar etiğe sırf epistemolojik bir perspektiften bakıyorlar; sonuçta etik bilgi yok sayılarak rafa kaldırılıyor ve etik sorunların çözümleri “konsensus”larda aranıyor.
Bu gün etiği, insanın bilgi dağarının dışına iten, etik tümceleri metafizik sayan yaklaşımların başında, Mantıkçı Pozitivizm ve onun etikteki uzantısı diyebileceğimiz “duyguculuk” (emotivism) gelmektedir.
20. yüzyılın başında uğraşlarına "gizemli bilimler" adını veren ve piramitlerin sırları, “Bermuda şeytan üçgeni” gibi konuları nesne edinen bir akımın ortaya çıkması, ardından Wittgenstein'ın Tractatus'ta “doğru tümcelerin toplamının doğa bilimi” (Tractatus 4.11) olduğunu ilan etmesi Viyanalı bilim adamı ve felsefecilerden oluşan bir grup akademisyeni bilim ve metafiziği birbirinden ayıracak bir ölçüt arayışına yöneltir. Aralarında Moritz Schlick, Rudolf Carnap, Hans Hahn, Otto Neurath gibi isimler vardır. 1929 yılında yayınladıkları “Bilimsel Dünya Kavrayışı: Viyana Çevresi” başlıklı manifestolarında kendilerini ilk kez bir “çevre” olarak ilan ederler. Carnap, Hahn ve Neurath tarafından kaleme alınan broşür, kısaca, grubun felsefi duruşunu, kendilerince bilim felsefesi için problem olarak gördüklerinin gözden geçirilmesini ve kendilerini tarihsel olarak nerede konumlandırdıklarını içerir. Epikuros’tan Wittgenstein’a bir çok filozof selefler olarak sıralanır. “Temel amaçlar bilimlere sağlam bir zemin sağlamak ve tüm metafiziğin anlamsızlığını göstermektir. Bu amaçları gerçekleştirmek için kullanılacak yöntem tüm kavram ve önermelerin mantıksal çözümlemesidir.” (Weinberg,2002:1).
Broşürün en az iki belirgin özelliği vardır. Birincisi deneyci ve pozitivisttir: Yalnızca doğrudan verilmiş olana dayanan deneyimden çıkan, bilgi olarak kabul edilir. Meşru bilimin sınırlarını oluşturan budur. İkincisi, belirli bir metodun yani mantıksal çözümlemenin kullanılması göze çarpar. Bilimsel çalışmanın amacı, mantıksal çözümlemeyi empirik içeriğe uygulayarak birleşmiş bilime ulaşmaktır. Viyana Çevresi’ni 19. yüzyıl pozitivistlerinden ayıran da bu mantıksal bakış açısıdır.
Comte’un Pozitif felsefesinin üç belirgin özelliği vardır ve bunlardan yalnızca biri Viyana Çevresi’nin öğretisinde korunur. Comte için gerçekten bilimsel olanın temel ölçütü bilginin insan ilgileri bakımından değeridir. Düşünce sorunlarına tarihsel olarak yaklaşıma önem verir. Ve son olarak empirik yöntemin kuşatıcılığını öne sürer ve şiddetle savunur. Yalnızca bu sonuncu özellik Viyana Çevresi’yle ilişkilidir. Kabul edilmelidir ki bu bağ çok da büyük değildir. Comte’un metafiziği reddinin temelinde de metafiziğin yararsız oluşu ve çözülemez problemlere yol açması yatar. Oysa Viyana Çevresi’nin metafiziği reddi bambaşka bir temeldedir. Metafizik savların özelliği yarasız ya da kanıtlanamaz oluşları değil, anlamsız oluşlarıdır. (Weinberg,2002:6) Dolayısıyla metafizik insan aklının çözemeyeceği sorunlarla uğraştığı için değil böyle bir iş hiç olmadığı için terk edilir.(Schlick, 1959:56)
Viyana Çevresi’ne göre mantık ve matematik öz-yeterli disiplinlerdir. Geçerlikleri deneyime dayanmaz, bu anlamda a priori'dirler ve gerçeklik hakkında bir şey ileri sürmezler. Saf mantık yalnızca sembolik sistem içindeki yasaları oluşturur, empirik dünyanın yasalarını değil. Matematiğin önermeleri sintetik değil, analitiktir. Doğrulukları ve yanlışlıkları, onları oluşturan kavramlar temelinde bilinebilir.
Açıktır ki mantığın ve matematiğin bağımsız geçerliği fikri Viyana Çevresi’nden çok önce düşünülmüştür. Ancak bu bakış empirizmden değil rasyonalizmden gelmiştir. Viyana çevresi bu bakımdan bir ilktir. Önceki empirizmin tüm bilgi ve bilimi geçerliğin tek zemini olarak deneyden türetme çabası böylece terk edilir.(Kraft,1953:20-23)
Matematiğin kuramsal inşası için bir araç olarak geliştirilen yeni mantık, Viyana Çevresi’nde bilim dilinin mantıksal çözümlemesinin aracına dönüşür. Bilimsel bilginin mantıksal yapısını araştırmak demek, bilim önermelerinin ve kavramlarının mantıksal bağıntılarını araştırmaktır. Yani bazı kavramların başka kavramları nasıl içerdiğini ve bazı önermelerin diğerlerinden nasıl türetilebilir olduğunu araştırmaktır. Bu tür bir araştırma kavramların, önermelerin, hipotezlerin, bilimsel tezlerin mantıksal çözümlemesidir. Bu araştırma türünde, “tanımları farklı B1 ve B2 gibi iki kavram eş anlamlı olabilir mi?”, S2 gibi bir önerme S1 gibi bir önermenin mantıksal sonucu olabilir mi?” gibi sorular sorulur. Bu sorular epistemolojiyi ve aslında genel olarak felsefeyi oluşturur. (Kraft,1953:26)
Bilgi ancak bir dil içinde formüle edilebileceği içindir ki bilimsel bilginin mantıksal çözümlemesi dilsel ifadelere uygulanmalıdır. Dolayısıyla dilsel çözümleme bilimin mantığının asıl alanını oluşturur.
Dil bir işaretler sistemidir. Bu işaretler sesler, yazılar ve hatta mimiklerdir. Öte yandan bu işaretlerin kendileri ötesinde anlamları vardır. Temsil ettikleri kavramsal ve önerme anlamlarına göndermede bulunurlar. Bu çerçevede dile iki perspektiften bakılabilir: Dilin temsil etme işlevine yoğunlaşılabilir ya da dilin temsil etme formuna yoğunlaşılabilir. Birinci bakış işaretlerin anlamları ile yani semantik işlevleri ile ilgilenir. İkinci bakış ise işaretlerin kombinasyonu ile yani sözdizim kuralları ile , dolayısıyla, gramerle ilgilenir.
Viyana Çevresi düşünürleri de Wittgenstein gibi dilin ve dünyanın ortaklaşa sahip olması gerekeninin mantıksal form olduğunu düşünürler. Ancak Wittgenstein bir dil hakkında bir sav ileri sürmenin bir üst dil gerektireceğini , bu üst dil hakkında bir sav ileri sürmenin de başka bir üst dil gerektireceğini söyleyerek bu mantıksal form hakkında konuşmanın olanaksız olduğunu onun kendisini “gösterdiğini” ileri sürmüştür. Öte yandan Carnap’a göre “dil hakkında bir teori ileri sürmek mümkündür (Ural,1993:62).” Çünkü bu teori ortaya konurken kullanılan dil üst-dil değil o dilin bir parçasıdır. Böylece üst dil alt dile dönüşür ve dilin mantıksal yapısının araştırılmasının önü açılır. (Kraft,1953:30)
Bir sözcüğün anlamı tanımla belirtilebilir, yani onu anlamları zaten verili başka sözcüklerle betimleyerek. Fakat bu sözcüklerle tanımlamanın dayanması gereken bir son nokta vardır. Bu nokta, anlamları başka sözcüklerle tanımlanamaz olan pirimitif kavramlardır. Anlamları sadece gösterme yoluyla belirlenir. Bu durum “kırmızı”, “soğuk” gibi sözcüklerde bir güçlük çıkarmaz ama “çünkü”, “hemen”, “şans” gibi sözcükleri anlaşılır kılmak için bu sözcüklerin kullanıldığı karmaşık durumları, kullanılma tarzlarının gösterilmesi gerekir.
Bu “kullanılma tarzı” ifadesi bir önermeye uygulandığında, onun doğru yada yanlış olduğu koşullara eş değer olan, onunla işaret edilen olgu durumu anlamına gelir. Viyana Çevresi’nin sloganlaşmış “bir önermenin anlamı onun doğrulama yöntemidir” ifadesi bu perspektife dayanır.
Burada söz konusu olan edimsel doğrulama değil olası doğrulamadır. Edimsel doğrulama bir önermenin doğruluğunu belirler, ama mantıksal olarak olanaklı doğrulama anlamı belirlemek için yeterlidir. Bir önermenin hangi koşullar altında doğrulanabileceğini biliyorsak onun anlamın biliyoruz demektir. “Ayın öteki yüzünde bin metre yüksekliğinde bir dağ vardır” önermesini doğrulayamayız ama bu onun anlamsız olduğunu göstermez. Onun doğrulanmasını olanaksız kılan geçici empirik koşullardır, mantıksal olanaksızlıklar değil. Öte yandan “kendinde bir dünya vardır ve bilinmesi olanaksızdır,” tümcesi gerçek bir içerikten yoksundur. İçindeki sözcükler anlamlı olsa da söz konusu dünyanın bilinebilirliğini reddetmek böyle bir dünyanın varolup olmadığını araştırmayı olanaksız kılar.(Kraft,1953:31-32)