TARİHİN SONUNUN ELEŞTİRİSİ

Ali Osman GÜNDOGAN

Bir uygarlığın bilim, politika, sanayi ve ekonomi alanlarında ideal formunu kazanması oldukça uzun bir süreci gerektirir. İdeal forma ulaşmış olan bir uygarlık ise çoğu kere formunu devam ettirmekte güçlük çeker. Ya İbn-i Halduncu bir anlayışla yükselişini tamamlayan bir uygarlık çöküş şartlarını da hazırlar ya Spengler'in kültür, Toynbee'nin de uygarlık için yaptığı tahlilin işaret ettiğine göre bir kültür ya da uygarlık yerini başka bir kültüre ya da uygarlığa bırakır veya Paul Kennedy'nin anlayışıyla her zaman için yükselen ve çöken güçler bulunur. Yani hiçbir zaman tek başına bir uygarlık doğrusal bir evrim çizgisiyle sonsuza uzayamaz; aksine tarih boyunca oluşmuş bütün kültürler ve uygarlıklar, devamlı surette zenginleşerek ilerleyen bir dünya uygarlığı meydana getirirler. Bu anlamda hiçbir ideoloji ya da uygarlık tek başına tarihin sonunu oluşturamaz.

İlkçağda Grek uygarlığının hemen ardından İslâm uygarlığı, uzun bir hazırlık döneminden sonra 9.yüzyıl ile 13.yüzyıllar arasında ideal formunu kazandı. İslâm Uygarlığı, birden bire ortaya çıkmadL Nitekim, İslâmiyeti kabul eden çeşitli milletlere mensup insanların oluşturdukları zengin kültür, ilkçağ Yunan eserlerinin Arapçaya tercüme edilmesi ve Kur'an'dan kaynaklanan etkiler birleşince İslâm Uygarlığının oluşması için gerekli şartlar ve zemin oluştu. Ancak bu uygarlık sürekli olamadı. Çünkü, pozitif bilim anlayışından uzaklaşılması, özellikle felsefeye karşı olumsuz bir tavrın oluşması, İslâm Uygarlığının egemen topraklart üzerinde istilâların olması ve bilim yerleri ve kütüphanelerin bundan zarar görmesi gibi sebepler yüzünden 14.yüzyil ile birlikte dinamizm gittikçe ortadan kalktığı için İslâm Uygarlığı da yerini başka bir uygarlığa bırakmaya başladı. Bu uygarlık, batıda Rönesans ve Reform hareketleri ile başlayan Batı Uygarlığı idi. Ortaçağın hemen sonrasında batıda rönesans ve reform hareketleri ile birlikte başlayan uyanış Bacon'un, Descartes'in ve Newton' un katkılarıyla yeni bir ivme kazandı.

Bacon'un "Egemen oimak için bilmek gerekir" şeklindeki önermesi, Descartes'in mekanistik evren anlayışı ve Newton'un fiziği batıda bir bilim anlayışının doğmasında etkili oldu. 18.yüzyıl Aydınlanma Çağı batı insanına Kant' m etkisiyle aklını kullanmayı, aklın sınırlarını, eleştiriyi öğretti. Ortaçağ İslâm bilim ve felsefesinin batıya geçmesiyle de birlikte artık hem bilimde, hem felsefede batı, gelişmesine tam anlamıyla devam etmeye başladı. Özellikle bilimin gelişmesi ve buna paralel olarak da sanayi ve teknolojinin gelişmesi toplumlarda önemli derecede sayılabilecek ekonomik ve sosyal dönüşümlere yol açtı. Bu ekonomik dönüşümler kapitalizm, sosyal dönüşümler de demokrasi lehine gelişmelere sebep oldu. Batı'da bir tarafta hem ekonomide hem politikada liberalist bir anlayış egemen olurken, diğer tarafta da Marxizm lehinde gelişmeler ortaya çıktı. Avrupa'da özellikle İngiltere ve Fransa önderliğinde bir liberal taraf, Rusya liderliğinde de kominist taraf oluştu. Almanya II.Dünya Savaşı öncesinde Hitler'in faşist uygulamalarıyla savaşa girdi ve savaşı kaybedince Hitler ile birlikte faşizm de iflas etti. Avrupa, kendisine çok uzakta ama kendi çocuğu diyebileceğimiz bir Amerikan Uygarlığının doğuşuna da sebep oldu ve Amerika'daki ilerleme Avrupa'yı gölgede bıraktı. 1980'li yılların sonuna geündiğinde de S.S.C.B. dağılınca Japonya bir kenara bırakılacak olursa, Avrupa ile birlikte A.B.D.'nin ekonomik ve politik uygulamaları tek uygulama biçimleri olarak algılanmaya başlandılar. Hatta S.S.Ç.B.'nin çöküşü bir bakıma batının ekonomik ve politik zaferi olarak değerlendirildi ve kapitalizm, ile demokrasi insanoğlunun bilinç alanında beşerö yönetim biçimi olarak tarihin sonunu oluşturur denildi. Ekonomide kapitalizm, politikada demokrasi olarak ortaya çıkan liberalizmin yönetim biçimi olarak tarihin sonunu oluşturduğu tezi Japon asıllı Amerikalı F.Fukuyama tarafından savunuldu . Ona göre bu yönetim biçimi evrensel, zorunlu ve son bir yönetim biçimiydi. Çünkü O'na göre, modern tabiat bilimlerinin gelişmesi ekonomide kapitalizmi, kapitalizm de demokrasiyi zorunlu kılmakta ve ayrıca insanlar arasındaki Hegel'in ifadesiyle "kabul görme mücadelesi" en iyi biçimde demokratik devlette çözüme kavuşmaktadır. Bunların yanında O'na göre liberalizmin alternatifi olan faşizm ve komünizm gibi ideolojiler iflas etmişlerdir ve din ile milliyetçilik de liberalizme alternatif olamayacaklardır.

Aslına bakılacak olursa son, evrqnsel ve zorunlu olan bir yönetim biçimi, toplumların bütün çelişkilerini çözen ve insanın insanla, tabiatla ve toplumla olan sorunlarını da halleden bir yönetim biçimi olmalıdır. Batıda gelişen bilimin madde üzerinde çok başarılı olduğunu kabul etmemek haksızlık olur. Ancak özellikle determinist ve mekanistik tabiat bilimi anlayışı sosyal bilimler alanına da aynen yansıdığı için insanın dünyası ile ilgili bir basandan söz etmek pek mümkün değildir. Nitekim batıda gelişen bilimci zihniyet insanın iradesini, duygularını, heyecanlarını bir kenara itmiş ve "...temelden sağlıksız teknoölojiler, kurumlar ve hayat tarzları üretmiştir" .

Önemli olan rasyonel bilgi, nesnellik ve nicelik olduğu için insanö değerler ortadan kalkma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş, tabiata egemen olup onu sömürmek esas olmuştur. Böyle bir bilimci anlayış, üst seviyeden bir prensiple kontrol edilmediği için bilim, insanların her türlü amacı için bir araç konumuna düşebilmiştir. Böyle bir aracın da, insanların problemlerine bazı yeni problemler eklediği gibi olumsuz durumlar ortaya çıkmıştır. Bu olumsuz durumlar özellikle ekonomi, askerî ve sağlık alanlarında kendini göstermektedir, denilebilir. Nitekim açlık, sömürü, ekonomik bağımlılık, nükleer tehdit, çevre kirliliği, savaş tehdidi düne göre bugün daha fazladır ve sağlığımız tehdit altındadır. İnsanlar bu tehlikelere ve doğabilecek bunalımlara karşı yeni çözüm yolları ve alternatifler deneyeceklerdir. Liberalizm, başarıyla uygulanmakta olduğu ülkelerde bile problemleri çözemediğine, hatta bazı problemlere kaynaklık ettiğine göre, son yönetim biçimi olmayacaktır.

Fukuyama'nın tezine göre liberal demokrasi ve kapitalizmin kaynaklan genellikle hep batıda bulunmaktadır ve liberalizm evrensel, zorunlu ve son yönetim biçimi olmakla bütün insanlığı kucaklayacak homojen bir insanlık ve kültür oluşturacaktır. Dünyayı düne göre bugün daha fazla problemli bir hale getiren ve insanlık zihnî, ruhî ve toplumsal bir bunalım yaşarken, bu bunalımlara çözüm üretmekte acze düşen bir yönetim biçimi nasıl evrensel, zorunlu ve son yönetim biçimi olacaktır? Aslında Batı Uygarlığı ideal formuna ulaşmıştır. İdeal formuna ulaşan bir uygarlık varlığını devam ettirebilmek için, dinamizmini kaybetmeden yeni paradigmalar üreterek kendi kendine alternatif olmalıdır.

Şayet yeni paradigmalar üretmek ve alternatifi yine kendisi olmak yolunda başarılı olunamıyorsa, çöküş hemen hemen kaçınılmaz olacaktır. Ama bu çöküş bütün insanlığın çöküşü değildir. Çünkü dünyanın başka bölgelerinde yeni bir uygarlık ışığı muhakkak surette yanacaktır. Avrupa ülkeleri ve A.B.D. bu tarihî gerçeğin bilincindedirler. Hatta 20.yüzyılın başlarında Toynbee, bu uyarıyı yapmıştı. Fukuyama' ya göre batının bugünkü geldiği ideolojik aşama sondur. Bu, bir bakıma batı uygarlığının insanlık adına son uygarlığı temsil etmesi anlamına da gelmektedir. Oysa Toynbee'ye göre son uygarlık yoktur. "Uygarlık bir harekettir, bir durum değil bir yolculuktur" Toynbee'ye göre hiçbir uygarlık, uygarlık idealini tam olarak gerçekleştiremez. Her uygarlık kendisinden sonra gelenle ilişki içinde olacaktır. Bu anlamda uygarlıklar "insanlığın büyük, müşterek ve tek arzusu yolunda belirli adımlar'dır". Halbuki Fukuyama'nın tezi, insanlığın büyük bir bölümünü dışta bırakarak, "bir uygarlığın, bir kültür ve değerler sisteminin kendi perceresinden evreni yorumlamasıdır" denilebilir. Hatta Hegel'e dayanarak ortaya konulmaya çalışılan kabul görme mücadelesinin ortaya çıkardığı köle-efendi ilişkisi, insan varlığının "bilinçlenme durumunun ve bununla birlikte bireylerin birbirlerinin varolma güçlerinin etkinliğinin bilincine varmalarının, böylece "kişi" evriminin oluşmasının, ayrıca bireylerin (özne-nesne) olarak ilişkilerinin tarihsel bir başlangıcını göstermesi" bakımından önemli olmasına rağmen şu iki endişeyi de ortaya çıkarmaktadır:

1) Kabul görme muadelesi, batı toplumlarına has şövalyelik ve derebeylik uygulamalarını hatırlatmaktadır. Bu uygulamaların bütün toplumlarda görülen uygulamalar olmadığı için bütün bir insanlığa genellenmesi yanlıştır. Nitekim bazı toplumların kültürlerinde ölümden korkup köle olarak yaşamaktansa kahramanca ölmek tercih edilmektedir.

2) Eğer yukarıdaki somut örneklerin kabul görme mücadelesiyle ilişkisi yoktur denilecek olursa, kabul görme mücadelesinin teorik bir izah olduğu düşünülecektir. Nitekim Hegel'in tarih felsefesi, spekülatif bir felsefedir ve olgusal yönü pek yoktur. Durum böyle olunca, olgusal bir sonucu olgusal olmayan bir nedene indirgemek gibi sakıncalı bir durum ortaya çıkmaktadır.

İnsanlar arasında bir mücadele olduğu, bu mücadelenin toplumlar arasında, kültürler arasında da bulunduğu bir gerçektir. Bugün toplumlar ve kültürler arasındaki mücadele, başka toplumları ve kültürleri egemenlik altına almak isteyen emperyalizmi ortaya çıkarmaktadır. Liberal demokrasinin evrenselleşmesi de, bu emperyalizm tehlikesini önlemekten uzak görünmektedir. Çünkü toplumlar, birbirlerinden kültürlerinin farklı oluşundan ötürü ayrılırlar. İnsanlık tarihini bir kültür tarihi olarak değerlendiren ve tarihi de bir kültürler mezarlığı olarak gören Spengler de, Toynbee'nin yaklaşımına uygun olarak, Fukuyama'nın tarihin sonu anlamında bir tarihsel sondan bahsedilemeyeceği düşüncesindedir. Spengler de, 2O.yüzyılın başında Avrupa'nın bir çöküş devrini yaşadığına inanır. Çünkü O' na göre "büyük sanat ve metafizik çalışmaları hariç tutan sadece katıksız, genişletici bir tesire sahip bir yüzyıl -açıkça söyleyelim, dünya şehri fikrine tamamen uyan dinsiz bir devir- çöküş devridir"

Hatta Spengler'in yaşadığı dönem (1880-1936), "tamamlanmış bir kültürün kış mevsiminin başadır . Öyleyse O'na göre bir kültür doğar, büyür, gelişir ve sonunda ölür, yerine başka bir kültür filizlenmeye başlar. Ancak bir kültürün içteki gelişmesini tamamladıktan sonra, dışa dönük bir ilerleme sürecine girdiği anda yok olma tehlikesi de başlamıştır. Avrupa ve A.B.D. kültür devrinden uygarlık devrine geçmiştir. Yani artık onlar dışa dönük bir gelişme içindedirler, hatta bu gelişme bile sona ermek üzeredir.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP