Freud ve Lacan - 2

Kesin ve açık bir ileri sürüş söz konusu burada. Öz nesnesinin bilimi olduğuna göre, psikanaliz gerçekten bir bilimdir ve aynı zamanda, bütün öteki bilimlerin yapısı uyarınca da bir bilimdir (olmalıdır]. Yani özgül bir pratik içinde, nesnesinin bilgisini ve dönüşüme uğratılmasını olanaklı kılan bir kurama ve tekniğe (yönteme) sahip olmalıdır. Her kurulmuş gerçek bilimde görüldüğü gibi pratik, bilimin mutlak bir öğesi değil, kuramsal olarak bağımlı bir uğrağıdır ve bu uğrakta, yöntem haline gelmiş kuram (teknik), kendi öz nesnesiyle (bilinçdışı), kuramsal (bilgi) ya da pratik (tedavi) ilişki içine girer.

Bu tez doğruysa, itiraf edilen hastalık ile profesyonel gizliliğin öznellikler-arasına ilişkin karşılıklı kutsal vaatlerde bulundukları zemini oluşturan ve güven duygusuyla donanmış olan çiftin [hasta ve psikanalizci] mahremiyetine girmek için can atan yorumcuların ve filozofların bütün dikkatlerini çevirdikleri psikanaliz pratiği (tedavi), psikanalizin sırlarını değil; gerçekliğinin ancak bir bölümünü, pratikte var olan bölümünü elinde tutuyor demektir; yani, kuramsal sırlarını elinde tutmuyor demektir. Bu tez doğruysa, teknik ve yöntem de, psikanalizin sırlarını elinde tutmuyor ya da ancak, her yöntem gibi pratikten değil ama kuramdan aldığı yetkiyle [kuramı temsil ettiği ölçüde! elinde tutuyor demektir. Her bilimsel bilgi dalında olduğu gibi, bu sırları elinde tutan yalnızca kuramdır.

Freud, bir kuramcı olduğunu kitaplarında belki yüz kere söylemiş; bilimsellik bakımından, psikanalizi Galileo'dan kaynaklanan fizikle karşılaştırmış; psikanaliz pratiğinin (tedavi) ve tekniğinin (psikanaliz yöntemi), yalnızca, bilimsel bir kuram üzerinde temellenmesinden ötürü haslık taşıdıklarını tekrarlayıp durmuştur. Hatta, verimli bir pratiğin ve tekniğin bile, bilimsel sıfatını hak edebilmesi için, bir kuramın, pratik ve tekniğe, yalnızca lafta değil kesin bir temellendirmeyle bu hakkı vermesinin gerektiğini her zaman söylemiştir.

Lacan'ın ilk sözü, Freud'un bu söylediklerini harfi harfine kabullenmekten ve onlardan sonuç çıkarmaktan başka şey değildir. Yani, teknik ve pratik gibi bütün öteki uğrakların da yasal bir biçimde içinden türedikleri kuramı aramak, ayırt etmek ve saptamak için Freud'a dönmek söz konusudur burada.

Freud'a dönmek! Kaynaklara yönelen bu yeni dönüşün gereği ne? Lacan, Husserl'in Galileo ya da Thales'e döndüğü gibi bir doğuşu, tam doğum anında yakalamak için dönmüyor Freud'a. Yani, toprak yüzüne fışkıran her kaynak gibi, ancak doğum anında, doğuşunun katışıksız anında; bilim-olmayandan bilime götüren katışıksız geçişte aranan felsefi-dinsel katışıksızlık önyargısını gerçekleştirmek [yerine getirmek, gerçeklemek) için dönmüyor Freud'a. Lacan için bu geçiş, katışıksız değildir; henüz katı-şıklıdır: katışıksızlık, bu geçişten sonra gerçekleşir ve henüz «çamurlu» olan geçişte bulunmaz (saydammış, yani masummuş gibi görünmeye çalışan yeni doğmuş suda, geçmişinin çamuru, asıltı halindedir). Freud'a dönmek, Freud'un kendisinde iyice yerine oturmuş, temellenmiş, pekişmiş kurama, olgunlaşmış, düşünülmüş, dayandırılmış, doğrulanmış kurama, yuvasını kurmak, yöntemini ortaya koymak pratiğini türetmek için yaşamın içine yerleşmiş (pratik yaşam da dahil olmak üzere) ve hayli gelişmiş kurama dönmek demektir. Freud'a dönüş, Freud'un doğumuna bir dönüş değildir; olgunluğuna bir dönüştür. Freud'un gençliği, henüz-bilim-olmayandan bilime ulaştıran o heyecan verici geçiş (İsteri Üzerine İncelemeler'e —1895— kadar süren ve Charcot, Bernheim, Breuer'le olan ilişkilerini kapsayan dönem), bizi ilgilendirebilir kuşkusuz; ama tamamen başka bir açıdan; yani, bir bilimin arkeolojisinin bir örneği ya da olgunluğun kendisinin ve ortaya çıkışının zamanını iyice saptamayı sağlayan bir belirti, yani olgunlaşmamışlığın olumsuz belirtisi olarak ilgimizi çekebilir. Bir bilimin gençliği, olgunluk çağıdır onun; yaşadığı Önyargıların yaşını edindiğinden bu çağdan önce yaşlanmıştır ve tıpkı, önyargıları ve bundan ötürü ana-babasının yaşını yaşayan çocuğa benzer.

Genç ve dolayısıyla olgun bir kuramın, çocukluğa, yani büyüklerinin ve onların çocuklarının önyargılarına düşebileceğini [dönebileceğini] tüm psikanaliz tarihi kanıtlamaktadır. Lacan'ın ilan ettiği Freud'a dönüşün derin anlamı buradadır işte. Freud' un kuramının olgunluğuna; çocukluğuna değil de, gerçek gençliği olan olgunluk çağına, dönebilmemiz için, Freud'a dönmemiz gereklidir. Kuramsal çocukçalığı; çağdaş psikanalizin büyük bir bölümüne ve özellikle Amerikan psikanalizine iyice yararlandıkları avantajlar sağlayan terk edişlere yol açan çocukluğa düşmeyi aşıp geçerek Freud'a dönmemiz gereklidir.

Bu çocukluğa düşüşün, fenomenologların hemen anlayacağa bir adı vardır: ruhbilimcilik; ya da Marksçıların çok kolayca anlayacağı bir başka adı vardır: pragmacılık. Psikanalizin çağdaş tarihi, Lacan'ın yargısını doğrulamaktadır. Batı aklı (bilimsel akıl kadar, hukuksal, dinsel, ahlaksal ve siyasal akıl da), yıllarca süren küçümseme ve aşağılamadan (başarı sağlanamayınca her zaman el altında olan araçlardır bunlar) sonra, psikanaliz ile barış içinde yanyana yaşama anlaşmasına, psikanalizi, kendi bilimlerine ve mitoslarına; davranışçı (Dalbiez) ya da fenomonolojik (Merleau-Ponty) ya da varoluşçu (Sartre) ruhbilime; şu ya da bu ölçüde Jackson'cu bionörolojiye (Ey); «kültüralist» ya da «antropolojik» tipten «sosyoloji»ye (ABD'de egemendir: Kardiner, M. Mead, vs.) ve felsefeye (bkz. Sartre'ın «varoluşsal psikanalizi», Binswanger!in «Daseinsanalyse»i. vs.) katmak koşuluyla rıza gösterdi ancak. Kuramsal ghetto'larından nihayet dışarı çıkabildikleri; ruhbilimin, nörolojinin, psikiyatrinin, tıbbın, sosyolojinin, antropolojinin ve felsefenin oluşturduğu büyük ailenin tüm haklara sahip bir üyesi olarak «benimsendikleri» için çok sevinçli ve mutlu olan psikanalistler, bu karman çormanlığı; hayali bağlara dayanan ama aslında gerçek iktidarlarla kurulmuş olan uyuşma ittifakları pahasına resmen bir bilgi dalı olarak kabul edilen psikanalizin bu mitoslaştırılmasını onaylamaktan geri kalmadılar. Bu psikanalistler pratik başarılarının üzerine, onyıllar süren aşağılanmalardan ve sürgünlerden sonra nihayet, adam yerine konma; bilim, tıp ve felsefe dünyasında adlarını geçirebilme hakkını sağlayan bu «kuramsal» kabullenilmenin etiketini yapıştırarak büyük mutluluk duydular. Bu psikanalistler, bu dünyanın şan ve şerefini, aşağılamalarına yeğ tutarak, en sonunda, kendi söylediklerine geldiğine inanmışlar (oysa şan ve şerefe kapılarak bu dünyanın söylediklerine, en sonunda, psikanalistlerin kendileri geliyorlardı) ve böylece bu ittifakın kuşkulu yanından işkillenmemişlerdi.

Bu psikanalistler, bir bilimin bilim olabilmesi için kendisinin öz nesnesine (kendisinin ve yalnızca kendisinin olan bir nesneye) sahip olma konusunda tam anlamıyla hak iddia edebilmesi gerektiğini; bir başka bilimin, ödünç verdiği, elden çıkardığı, terk ettiği bir nesnenin zar zor yeten bir parçasına; patron karnını doyurduktan sonra geri kalanla mutfakta keyfince yiyecek bir şeyler hazırlar gibi nesne artıklarına, bu nesnenin «yanları»ndan birine, sahip olma konusunda hak iddia etmenin yetmeyeceğini unutuyorlardı. Gerçekten de, psikanalizin tümü, çocukluğun ilk yıllarının davranışçı ya da Pavlovcu «koşullanmaları» ndan başka bir şey değilse; Freud tarafından oral, anal ve jenital, örtüklük ve ergenlik terimleri ile belirtilen aşamaların diyalektiğine indirgenebiliyorsa; ve nihayet Hegelci çatışmanın, fenomenolojik öteki-için'in ya da Heideggerci varlığın «uçurumu»nun köksel deneyinden [yaşanmasından] başka şey değilse; eğer bütün psikanaliz, nörolojinin, biyolojinin, ruhbilimin, antropolojinin ve felsefenin artıklarının hale yola sokulmasıysa, psikanalizi bu bilgi dallarından gerektiği gibi ayıran ve onu tam anlamıyla bir bilim haline getiren kendi özgül nesnesi olarak ne kalmaktadır geriye?3 Lacan, işte burada, psikanalizin kuramsal yorumlarının büyük bir bölümünü bugün egemenliğinde tutan bu «indirgemelere» ve sapmalara karşı yine psikanalizin indirgenmezliğini, onun, nesnesinin indirgenmezliği'nden başka şey olmayan indirgenmezliğini savunmak için işe karışır. Bu savunmayı yapabilmek için, yukarda saydığım bilgi dallarının doymak bilmez konukseverliğinin bütün saldırılarını püskürtecek olağanüstü bir külyutmazlık ve ayakdiremenin gerekli olduğundan kuşku duyamayız. Yeni ve özel bir bilimin ortaya çıkmasının yarattığı güvenlik (kuramsal, ahlaksal, toplumsal ekonomik) gereksinimini, yani dengelerini ve huzurlarını kaybetme tehdidi altında kalan meslek kuruluşlarının (ki bunların statüsü kaynaşmış biçimde bilimsel-mesleki-hukuksal-ekonomiktir) tedirginliğini; bu yeni bilimin, herkesi, yalnızca kendi bilgi dalı üzerinde değil, bu dala inanmasına yol açan nedenler üzerinde de düşünmeye, yani onlardan kuşku duymaya zorladığını; pek inanılmasa bile böyle bir bilimin ortaya çıkışının mevcut sınırları bozma ve bundan ötürü de çeşitli bilim dallarının statu-quo'sunu değişikliğe uğratma tehlikesini yarattığını bir kez bile görmüş olan bir kimse, kuşku duyamaz bundan. Gözünü dört açmaksızın ve suçlamaksızın yaşayamayan ve ayakta kalamayan Lacan’ın dilindeki gemlenmiş tutku ve tutkulu gerilim, buradan kaynaklanmaktadır. Tehdit altındaki yapıların ve meslek kuruluşlarının ezici gücü dolayısıyla, daha önce vurmak ve en azından, vuruşlara maruz kalmadan önce vuruyor gibi görünerek düşmanı, vuruşlarıyla kendisini ezmekten caydıran bir kuşatılmış öncünün dilidir bu. Lacan’ın, bilimsel girişimine tepeden tırnağa yabancı filozofların (Hegel, Heidegger) sağladığı güvenliğe, saygılı davranmaları için bazılarının suratlarına fırlatılan korkutucu tanıklar ya da bazılarına güven vermek ve hocalık etmek için, düşüncesinin doğal bir müttefiki olabilecek bir nesnelliğin tanıkları olarak çoğunlukla paradoksal bir biçimde baş vurması da bundan ötürüdür. Bu baş vurmanın, yalnızca doktorlara yönelik olan içerden bir söylemi temellendirmek için gerekli olduğu aşağı yukarı kesindir ve bunu kökten suçlamak için genellikle tıp öğreniminin kuramsal zayıflığından da, en iyi hekimlerin kuram bakımından çektikleri yoksunluktan da habersiz olmak gerekir. Bazılarının gözünde Lacan’ın (tepeden tırnağa «Parizyen» bir büyülenmeyi olduğu kadar bir gerçek iletişimin törensel yanını da oluşturabilecek davranışların; susmanın ve ağır başlılığın yer aldığı içrek bir tapınışın baş rahibi, «Obabaşı», «Psikanaliz'in Gongorası»4 olan Lacan’ın) bütün etkisini ve büyüsünü; bazılarının gözünde ise, (bunlar, özellikle bilginler ve filozoflardır), «göz boyamacı» yanını, acayipliğini ve «içrekliği»ni oluşturan dilinden söz ettiğime göre, bu dilin, Lacan’ın pedagojik görevi ile ilişkili olduğunu belirtmeliyim. Gerçekten de, bilinçdışı kuramını, psikanaliz yapan ya da psikanalizden geçen hekimlere öğretmek durumunda olan Lacan, konuşmasındaki ustalıklarla, herkesin bildiği gibi en derin özünde «witz», cinas, başarılı ya da başarısız eğretilemeden başka şey olmayan bilinçdışı dilinin pandomime dayanan eşdeğerlisini, yani ister psikanalizci ister psikanalizden geçen olsunlar, onlara, yaşamış oldukları deneyin eşdeğerlisini vermektedir.

Bu dilin ideolojik ve eğitsel koşullarını kavramak (yani, tarihsel ve kuramsal dışsallıktan onun pedagojik «içselliğini» ayıran mesafeyi görebilmek), nesnel anlamını ve kapsamını ayırt edebilmek ve benimsediği amacı bilip tanımak için yeterlidir. Bu amaç, tüm nesnesini oluşturan bilinçdışını ve onun «yasaları» m bugün elden geldiğince sağlam ve tutarlı bir biçimde tanımlayarak Freud'un buluşuna, layık olduğu kuramsal kavramları sağlamaktır.

II

Psikanalizin nesnesi nedir? Bu nesne, psikanaliz tekniğinin tedavi pratiğinde ele aldığı şeydir; yani, tedavinin kendisi değildir; önüne gelen fenornenolojinin ya da ahlakın, aradığını kolayca bulduğu o sözde ikili durum da değildir. Bu nesne, doğumdan Oidipus'un ortadan kaldırılmasına kadar süren ve bir kadın ile bir erkekten türeyen hayvan yavrusunu, bir insan yavrusuna dönüştüren olağanüstü serüvenin, canlı kalmış yetişkinde süregiden “etkileri” dir.

İnsanın yavrulamasının dünyaya getirdiği küçük biyolojik varlığın insanlaşmasının «etkileri» nden biri: psikanalizin, bildiğimiz bilinçdışı adını taşıyan nesnesi, işte burada, tam yerindedir.

1 | 2 | 3 | 4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP