Freud ve Lacan - 3
|
Bu küçük biyolojik varlığın canlı kalması [yaşayakalması] ve hem de, kurt ya da ayı yavrusu haline gelmiş bir «kurt-çocuk» (XVIII. yüzyılda prens saraylarında gösteriliyordu bunlar) olarak değil de, insan yavrusu olarak (yani çoğu insansal nitelik taşıyan; insanlaşmadaki başarısızlığın cezası olan bütün çocukluk ölümlerinin hepsini atlatarak) ayakta kalması, bütün yetişkin insanların geçirmek zorunda kaldıkları bir sınavdır ve bu insanlar, hiçbir zaman bellekyitimine uğramadan ve varlıklarının derinliklerinde, yani en bağırıp çağıran kesiminde, insan dişinden başka bir ötedünyası bulunmayan çifte ama yine de tek, bilinçdışı ama yine de sözsel bir söylemle, yani «İmleyen Zincir» in alanıyla karşılaşırız. De Saussure'ün ve ondan kaynaklanan dilbilimin en önemli edinçleri de işte böylece, öznenin sözsel söyleminin olduğu kadar bilinçdışının söyleminin sürecini ve bunların arasındaki ilişkiyi, yani ilişkilerine özdeş olan ilişki yokluğunu; kısacası çift kat edilmelerini ve yerlerinden oynatılmalarını kavramada, hak ettiği yeri almağa başladı. Ayrıca, bilinçdışının, bütün felsefi-idealist yorumlanımları; bilinçdışının ikincil bilinç, kötü niyet [bilmezlenme] (Sartre), geçerliği olmayan bir yapının kanserli kalıntısı ya da anlam-olmayan olarak yorumlanması (Merleau-Ponty); yine bilinçdışının biyolojik temelli bir en ilk «İd» (Jung) olarak yapılmış bütün yorumlarının gerçek yüzü ortaya çıkıyordu; yani bunların bir kuram başlangıcı değil de hükümsüz «kuramlar», ideolojik yanlış anlamalar olduğu görülüyordu.
Bundan sonra yapılması gereken (kaba bir şemacılık yapmaya mecburum; bu kadar kısa bir yazıda nasıl kaçınabilirim bundan?), psikanaliz yorumu pratiğinde karşılaşılan Dilin biçimsel [formel] yapısının ve «mekanizmaları»nın bu önceliği'nin taşıdığı anlamı, bu pratiğin temeline olan ilişkisinde tanımlamaktı; nesnesini, yani insanın hayvan yavrusunu, erkek ya da kadına dönüştüren mecburi «insanlaştırmadan» geçip de sağ kalanlarda hâlâ görülen «etkileri» tanımlamaktı. Bu soruna cevap vermek için psikanaliz pratiğinin biricik nesnesi ve aracı olan Dil olgusunun önceliğinden söz etmek yetmez. Tedavide ortaya çıkan her şey (susma, ritimleri ve duraklamaları da dahil), Dilde ve Dille ortaya çıkar. Ama tedavide, psikanaliz pratiğinin hem ilk maddesi hem de etkilerinin üretilmesinin aracı (Lacan buna, «boş sözden», «dolu söze» geçiş der) olarak Dilin olgusal rolünün, niçin ve nasıl, ancak nesnesinde (ki bu nesne son kertede hem bu pratiği hem de tekniği temellendirir) ilkece temellenmiş olduğu içindir ki, somut olarak (fiilen) psikanaliz pratiğinde de temellenebildiğini ve burada bir bilim söz konusu olduğuna göre de, nesnesinin kuramında temellenebildiğini ilkece göstermek gerekir.
Lacan'ın yapıtının en özgün yanı, buluşu; hiç kuşkusuz burada yatar. En sınır durumunda tam anlamıyla katışıksız biyolojik olan varlıktan insansal varlığa (insan çocuğu) geçişin, Kültür Yasası diye adlandıracağım Düzen Yasası içinde gerçekleştiğini ve bu Düzen Yasasının, biçimsel [formel] özü bakımından Dilin düzeni ile karıştığını gösterdi Lacan. İlk bakışta bilmece gibi gelen bu formülden ne anlamamız gerekir? İlkin şunu anlamalıyız: Bu geçişin bütünü, geri dönüşlü ve yinelemeli bir Dil biçimi içinde, tedavi durumundaki yetişkinin ya da çocuğun Dilinde belirtilmiş olarak; bütün insan düzeninin, yani her insan rolünün içine yerleştiği ve sunulduğu [verildiği] Dil yasasında belirtilmiş, belirlenmiş, yeri saptanmış olarak kavranabilir ancak. Daha sonra da şunu anlamalıyız: Tedavi dilinin bu belirlemesinde, düzenin, bu geçişteki; Kültür Yasasının insanlaştırmadaki mutlak etkililiğinin hâlâ yinelenen, sürüp giden varlığı [bulunuşu] kendini göstermektedir.
Bunu birkaç sözcükle açıklamak için, sözünü ettiğimiz geçisin iki büyük uğrağına değineceğim. 1) Oidipus öncesi, ikili bağıntı uğrağı. Bu uğrakta çocuk, yalnızca bir ikinci-benlikle; yaşamını ortaya çıkışı (da!) ve ortada bulunmayışı (fort!)5 ile kesintilere uğratan annesiyle ilgilendiği için bu ikili bağıntıyı, benliğin imgelemsel büyülenişi kipi içinde yaşar ve bu durumda çocuk kendisi, ilk narkisçe [narcissique] özdeşleşme içinde şu başkası, herhangi bir başkası, her başkası, bütün başkalardır; ve ne başkası ne de kendisi karşısında, üçüncü kişinin nesnelleştirici mesafesini alamaz; 2) Oidipus uğrağı. Bu uğrakta, üçüncü kişi (baba) ortaya çıktığı, bütünü altüst edip büyülenmeleri bozarak ikili büyülenmenin sağladığı imgelemsel doyumun içine bir yabancı gibi girdiğinde, ikili yapı üzerinde bir üçlü yapı oluşur ve bu, çocuğu, Lacan'ın Simgesel Düzen dediği şeyin içine sokar; yani, ben, sen o demesini sağlayacak ve böylece bu küçük yavruya, yetişkin üçüncü kişilerin dünyasında kendini bir insan çocuğu olarak konumlama olanağım yerecek olan nesnelleştirici Dilin düzeni içine sokar.
Demek ki iki büyük uğrak söz konusu: 1) (Oidipus-öncesi) İmgeselin uğrağı; 2) Simgeselin uğrağı (Oidipus çözüme ulaşmıştır) ya da başka bir deyişle, simgesel kullanılışı içinde tanınmış ama henüz bilgisi edinilmemiş nesnelliğin uğrağı (nesnelliğin bilgisi bambaşka bir «dönem»de ve başka bir pratikte ortaya çıkar). Lacan'ın aydınlattığı çok önemli nokta da şudur: Bu iki uğrak, bir tek Yasanın, Simgeselin Yasası'nın egemenliğindedir. Biraz yukarda, daha kolay anlaşılsın diye, simgeselden önce geldiğini, ondan ayrı olduğunu söylediğim imgelemsel uğrak (yani küçük çocuğun, simgesel bağıntı olduğunu; bir insan yavrusunun bir insan annesi ile bağıntısı olarak tanımadığı ve yalnızca bir insanla -anne- dolayımsız bağıntısını yaşadığı bu ilk an) da kendi diyalektiğinde, Simgesel Düzenin diyalektiği tarafından; yani insansal Düzenin, insansal normun (kuralın) diyalektiği tarafından damgalanmış, yapılaştırılmıştır (beslenme ve temiz tutmanın zamansal ritimlerinin; davranışların, somut tanıma tavırlarının normları; kabullenmeler, reddetmeler, çocuğa evet ya da hayır demeler, verici ya da yoksun bırakıcı belirlemeler yapan Yasanın ve Hak Düzeninin kullandığı bozuk paradan, ampirik kipliklerden başka şey değildir) ve bu, imleyenin Düzeni altında, yani Dilin düzenine biçimsel olarak özdeş bir Düzen içinde gerçekleşmektedir6.
Lacan, Freud'un yüzeysel ya da güdümlendirilmiş biçimde okunmasının bize, mutlu ve yasasız çocukluk, «çok şekilli sapıklık» m cenneti, insan vücudunun belli bölümlerine, hayati önem taşıyan yerlere (oral, anal, jenital)7 bağlı ve yalnızca biyolojik yanı ağır basan dönemlerle vurgulanmış bir tür doğa durumu gibi kavram ve bilgilerden başka bir şey vermediği yerde; doğacak her insan yavrusunu daha doğumundan önce bekleyen ve ilk ağlayışıyla birlikte onu ele geçiren ve böylece ona hem yerini hem rolünü veren, yani belirlenmiş yazgısını yükleyen Düzenin, Yasanın etkililiğinin bulunduğunu ileri sürer ve gösterir. İnsan yavrusunun aşıp geçtiği bütün dönemler, insansal verme [atfetme], iletişim ve iletişimsizlik kuralının, Yasanın yönetimi altındadır; bu yavrunun «doyumları» da, herkes tarafından ve özellikle bilmeyenler tarafından bilinmesi zorunlu olan, ama herkes tarafından ve özellikle kendisine en fazla bağlı olanlar tarafından yolundan saptırılabilen ya da çiğnenebilen Yasanın, yani insansal Yasanın silinmez ve kurucu damgasını taşır. Bundan ötürü, çocukluk çağının bütün örselenmelerini (traumatisme'lerini) yalnızca biyolojik «boşa çıkmalarsın [duyumsuzluğa uğramaların] dengesine indirgemek ilkece yanlıştır; çünkü, onlara ilişkin olan Yasa, bir Yasa olarak bütün içerikleri soyutlar; Yasa olarak yalnızca, bu soyutlamada ve bu soyutlamayla varoluşur ve insan yavrusu bu kurala, ilk soluk alışında boyun eğer ve edinir onu8. Bu, yaşayan bir baba olmadığı zaman bile Babanın (ki Yasadır) resmi varlığının [bulunmaklığının] ve bundan ötürü de insansal imleyenin Düzeninin, yani Kültür Yasasının başlangıcıdır ve her zaman başlangıcı olmuştur; her söylemin mutlak önkoşulu olan söylemdir bu; her sözsel söylemde yukarda var olan [bulunan], yani derinlerde bulunmayan söylemdir; Başkasının (Ötekinin) söylemidir, bu Düzenin ta kendisi olan büyük Üçüncükişinin söylemidir; bilinçdışının söylemidir. Her insan varlığında, bu varlığın özel söyleminin kendi öz yerini aradığı, arayıp ıskaladığı, ıskalarken, kendi imgelemsel büyülenmelerinin zorlayışında, sahteciliğinde suç-ortaklığında ve yadsıyışında, kendi öz yerini; demirleme yerine kendini bağlayan öz demirini bulduğu mutlak yerdir.
Öyle ki, Oidipus döneminde, belli bir cinsiyet taşıyan çocuk, imgelemsel fantasmalarını, Simgeselin sınavından geçirerek cinsiyet taşıyan insan çocuğu (erkek, kadın) haline gelir ve her şey «yolunda giderse» ne ise o olur ve o olmayı kabullenir en sonunda; yetişkinler dünyasında çocuk haklarına sahip olan ve her çocuk gibi günün birinde tıpkı «babası gibi», yani bir karısı (yalnızca bir annesi değil) olan bir erkek insan kişisi ya da tıpkı «annesi gibi», yani bir kocası (yalnızca bir babası değil) olan bir dişi insan kişisi olmanın bütün hakkını edinen oğlan ya da kız çocuğu haline gelir ve bunu öylece kabullenir. İnsan çocukluğuna yönelen uzun cebri yürüyüşün hedefinden başka şey değildir bu.
Bu en son dramın daha önceden biçimlenmiş bir dil malzemesi içinde oynanması ve bu dilin, Oidipus evresinde, Babanın simgesi [remzi], hakkın simgesi, Yasanın simgesi, her tür Hakkın fantasmasal imgesi olan phallus imlemi çevresinde merkezlenmesi ve düzenlenmesi; evet bu düzenlenme, şaşırtıcı ve keyfi bir şey olarak görünebilir, ama bütün psikanalizciler, bir deney olgusu olduğuna tanıklık ederler bunun.
Oidipus'un son aşaması, yani «iğdiş edilme», bu konuda bir fikir verebilir bize. Oğlan çocuğu, iğdiş edilmenin trajik ve yararlı durumunu yaşayıp çözüme ulaştırarak babası gibi aynı Hakka (phallus'a) ve özellikle babasının annesi üzerindeki Hakkına (ki annesinin, hem oğlan çocuk için anne hem de baba için karı olarak bir çifte kullanımın hoşgörülrnez durumu içinde bulunduğu ortaya çıkmıştır) sahip olmamayı kabullenir; ama, babasıyla aynı hakka sahip olmadığını kabullenerek de, daha sonraları, yetişkin olduğu zaman günün birinde, gerekli «araçlar»dan yoksun olduğu için o gün kendisine verilmemiş olan hakka sahip olma güvencesini kazanmış olur. Oğlan çocuğunun, çok «uslu», davranıp büyümesini bilirse, büyüyecek olan bir ufak hakkı vardır yalnızca. Öte yandan, küçük kız çocuğu da, iğdiş edilmenin trajik ve yararlı durumunu yaşayıp yüklenerek annesinin sahip olduğu aynı hakka sahip olmamayı kabullenir; demek ki, kadın olduğu halde ve kadın olmasından ötürü annesinde o (phallus) olmadığı için babasının sahip olduğu aynı hakka (phallus) sahip olmadığını ve aynı zamanda annesinin sahip olduğu hakka da sahip olmadığını, yani henüz annesi gibi bir kadın olmadığını katmerli olarak kabullenir. Ama buna karşılık ufak hakkını elde eder. Yani küçük kız hakkını ve Düzen Yasasını kabullenerek; yani gerektiğinde yasayı saptırmak için çok uslu davranmaksızın ama bu yasaya yine de boyun eğerek büyümesini bilirse, büyük bir hakkın kendisine tanınacağı vaadini almış [kazanmış] olur.
İster İmgelemselin ikili büyülenme uğrağı (1), ister simgesel Düzenin (2) içine yerleştirilmenin yaşanan tanınması (Oidipus) uğrağı olsun, her iki durumda da, geçişin bütün diyalektiği, enderin özünde, biçimsel [formel] yasalarını, yani biçimsel kavramını dilbilimin verdiği insansal Düzenin, Simgeselin mührüyle damgalanmıştır.
Böylece, psikanaliz kuramı, her bilimi, katışıksız bir soyut kurgu [spekülasyon] değil de bir bilim yapan şeyi sunuyor bize; yani nesnesinin biçimsel özünün tanımını, somut nesnelerine yönelik herhangi bir pratik ve teknik uygulamanın olanağının koşulunu veriyor. Böylece, psikanaliz kuramı, Politzer'in, bu bilimden, «somutun» bilimi; gerçek «somut ruhbilim» olmasını isteyip (psikanalizin devrimci kapsamını Fransa'da ilk kavrayan Politzer'dir), bilinçdışı, Oidipus kompleksi, iğdiş edilme kompleksi, vs., gibi soyutlamalarından dolayı sitemlerde bulunurken bir örneğini verdiği klasik idealist çatışkılardan [antinomilerden] sıyrılabilir.
Politzer, psikanaliz, soyut ve metafizik bir ruhbilimde yabancılaşmış «somut» tan başka şey olmayan bu soyutlamalara takılıp kalırsa, nasıl olur da, olmak istediği ve olabileceği somutun bilimi olduğunu iddia edebilir? diyordu. Oysa gerçekte, hiçbir bilim soyutlamadan vazgeçemez; hiçbir bilim, «pratik»inde (dikkat edelim: bilimin kuramsal pratiği değil, ama somut uygulanımının pratiğidir bu) bireysel «dramlar»dan yani tekil ve benzeri olmayan çeşitlenmelerden başka şeyle uğraşmasa bile vazgeçmez soyutlamadan. Lacan'ın Freud'dan geçerek düşündüğü (Lacan, bilimselliğimizin; var olabilecek biricik bilimselliğin biçimini kazandırdığı Freud'un kavramlarından başka şey düşünmez) psikanaliz «soyutlamaları», nesnelerinin kavramları olarak kendilerinde soyutlanmalarının zorunluğunun belirtisini, ölçüsünü ve temelini taşıdıkları; yani «somut»a olan ilişkilerinin (oranlarının) ölçüsünü ve dolayısıyla yaygın olarak psikanaliz pratiği (tedavi) diye adlandırılan uygulananlarının somutuna olan öz ilişkilerinin (oranlarının) ölçüsünü taşıdıkları ölçüde nesnelerinin halis bilimsel kavramlarıdırlar.
Bundan sonra yapılması gereken (kaba bir şemacılık yapmaya mecburum; bu kadar kısa bir yazıda nasıl kaçınabilirim bundan?), psikanaliz yorumu pratiğinde karşılaşılan Dilin biçimsel [formel] yapısının ve «mekanizmaları»nın bu önceliği'nin taşıdığı anlamı, bu pratiğin temeline olan ilişkisinde tanımlamaktı; nesnesini, yani insanın hayvan yavrusunu, erkek ya da kadına dönüştüren mecburi «insanlaştırmadan» geçip de sağ kalanlarda hâlâ görülen «etkileri» tanımlamaktı. Bu soruna cevap vermek için psikanaliz pratiğinin biricik nesnesi ve aracı olan Dil olgusunun önceliğinden söz etmek yetmez. Tedavide ortaya çıkan her şey (susma, ritimleri ve duraklamaları da dahil), Dilde ve Dille ortaya çıkar. Ama tedavide, psikanaliz pratiğinin hem ilk maddesi hem de etkilerinin üretilmesinin aracı (Lacan buna, «boş sözden», «dolu söze» geçiş der) olarak Dilin olgusal rolünün, niçin ve nasıl, ancak nesnesinde (ki bu nesne son kertede hem bu pratiği hem de tekniği temellendirir) ilkece temellenmiş olduğu içindir ki, somut olarak (fiilen) psikanaliz pratiğinde de temellenebildiğini ve burada bir bilim söz konusu olduğuna göre de, nesnesinin kuramında temellenebildiğini ilkece göstermek gerekir.
Lacan'ın yapıtının en özgün yanı, buluşu; hiç kuşkusuz burada yatar. En sınır durumunda tam anlamıyla katışıksız biyolojik olan varlıktan insansal varlığa (insan çocuğu) geçişin, Kültür Yasası diye adlandıracağım Düzen Yasası içinde gerçekleştiğini ve bu Düzen Yasasının, biçimsel [formel] özü bakımından Dilin düzeni ile karıştığını gösterdi Lacan. İlk bakışta bilmece gibi gelen bu formülden ne anlamamız gerekir? İlkin şunu anlamalıyız: Bu geçişin bütünü, geri dönüşlü ve yinelemeli bir Dil biçimi içinde, tedavi durumundaki yetişkinin ya da çocuğun Dilinde belirtilmiş olarak; bütün insan düzeninin, yani her insan rolünün içine yerleştiği ve sunulduğu [verildiği] Dil yasasında belirtilmiş, belirlenmiş, yeri saptanmış olarak kavranabilir ancak. Daha sonra da şunu anlamalıyız: Tedavi dilinin bu belirlemesinde, düzenin, bu geçişteki; Kültür Yasasının insanlaştırmadaki mutlak etkililiğinin hâlâ yinelenen, sürüp giden varlığı [bulunuşu] kendini göstermektedir.
Bunu birkaç sözcükle açıklamak için, sözünü ettiğimiz geçisin iki büyük uğrağına değineceğim. 1) Oidipus öncesi, ikili bağıntı uğrağı. Bu uğrakta çocuk, yalnızca bir ikinci-benlikle; yaşamını ortaya çıkışı (da!) ve ortada bulunmayışı (fort!)5 ile kesintilere uğratan annesiyle ilgilendiği için bu ikili bağıntıyı, benliğin imgelemsel büyülenişi kipi içinde yaşar ve bu durumda çocuk kendisi, ilk narkisçe [narcissique] özdeşleşme içinde şu başkası, herhangi bir başkası, her başkası, bütün başkalardır; ve ne başkası ne de kendisi karşısında, üçüncü kişinin nesnelleştirici mesafesini alamaz; 2) Oidipus uğrağı. Bu uğrakta, üçüncü kişi (baba) ortaya çıktığı, bütünü altüst edip büyülenmeleri bozarak ikili büyülenmenin sağladığı imgelemsel doyumun içine bir yabancı gibi girdiğinde, ikili yapı üzerinde bir üçlü yapı oluşur ve bu, çocuğu, Lacan'ın Simgesel Düzen dediği şeyin içine sokar; yani, ben, sen o demesini sağlayacak ve böylece bu küçük yavruya, yetişkin üçüncü kişilerin dünyasında kendini bir insan çocuğu olarak konumlama olanağım yerecek olan nesnelleştirici Dilin düzeni içine sokar.
Demek ki iki büyük uğrak söz konusu: 1) (Oidipus-öncesi) İmgeselin uğrağı; 2) Simgeselin uğrağı (Oidipus çözüme ulaşmıştır) ya da başka bir deyişle, simgesel kullanılışı içinde tanınmış ama henüz bilgisi edinilmemiş nesnelliğin uğrağı (nesnelliğin bilgisi bambaşka bir «dönem»de ve başka bir pratikte ortaya çıkar). Lacan'ın aydınlattığı çok önemli nokta da şudur: Bu iki uğrak, bir tek Yasanın, Simgeselin Yasası'nın egemenliğindedir. Biraz yukarda, daha kolay anlaşılsın diye, simgeselden önce geldiğini, ondan ayrı olduğunu söylediğim imgelemsel uğrak (yani küçük çocuğun, simgesel bağıntı olduğunu; bir insan yavrusunun bir insan annesi ile bağıntısı olarak tanımadığı ve yalnızca bir insanla -anne- dolayımsız bağıntısını yaşadığı bu ilk an) da kendi diyalektiğinde, Simgesel Düzenin diyalektiği tarafından; yani insansal Düzenin, insansal normun (kuralın) diyalektiği tarafından damgalanmış, yapılaştırılmıştır (beslenme ve temiz tutmanın zamansal ritimlerinin; davranışların, somut tanıma tavırlarının normları; kabullenmeler, reddetmeler, çocuğa evet ya da hayır demeler, verici ya da yoksun bırakıcı belirlemeler yapan Yasanın ve Hak Düzeninin kullandığı bozuk paradan, ampirik kipliklerden başka şey değildir) ve bu, imleyenin Düzeni altında, yani Dilin düzenine biçimsel olarak özdeş bir Düzen içinde gerçekleşmektedir6.
Lacan, Freud'un yüzeysel ya da güdümlendirilmiş biçimde okunmasının bize, mutlu ve yasasız çocukluk, «çok şekilli sapıklık» m cenneti, insan vücudunun belli bölümlerine, hayati önem taşıyan yerlere (oral, anal, jenital)7 bağlı ve yalnızca biyolojik yanı ağır basan dönemlerle vurgulanmış bir tür doğa durumu gibi kavram ve bilgilerden başka bir şey vermediği yerde; doğacak her insan yavrusunu daha doğumundan önce bekleyen ve ilk ağlayışıyla birlikte onu ele geçiren ve böylece ona hem yerini hem rolünü veren, yani belirlenmiş yazgısını yükleyen Düzenin, Yasanın etkililiğinin bulunduğunu ileri sürer ve gösterir. İnsan yavrusunun aşıp geçtiği bütün dönemler, insansal verme [atfetme], iletişim ve iletişimsizlik kuralının, Yasanın yönetimi altındadır; bu yavrunun «doyumları» da, herkes tarafından ve özellikle bilmeyenler tarafından bilinmesi zorunlu olan, ama herkes tarafından ve özellikle kendisine en fazla bağlı olanlar tarafından yolundan saptırılabilen ya da çiğnenebilen Yasanın, yani insansal Yasanın silinmez ve kurucu damgasını taşır. Bundan ötürü, çocukluk çağının bütün örselenmelerini (traumatisme'lerini) yalnızca biyolojik «boşa çıkmalarsın [duyumsuzluğa uğramaların] dengesine indirgemek ilkece yanlıştır; çünkü, onlara ilişkin olan Yasa, bir Yasa olarak bütün içerikleri soyutlar; Yasa olarak yalnızca, bu soyutlamada ve bu soyutlamayla varoluşur ve insan yavrusu bu kurala, ilk soluk alışında boyun eğer ve edinir onu8. Bu, yaşayan bir baba olmadığı zaman bile Babanın (ki Yasadır) resmi varlığının [bulunmaklığının] ve bundan ötürü de insansal imleyenin Düzeninin, yani Kültür Yasasının başlangıcıdır ve her zaman başlangıcı olmuştur; her söylemin mutlak önkoşulu olan söylemdir bu; her sözsel söylemde yukarda var olan [bulunan], yani derinlerde bulunmayan söylemdir; Başkasının (Ötekinin) söylemidir, bu Düzenin ta kendisi olan büyük Üçüncükişinin söylemidir; bilinçdışının söylemidir. Her insan varlığında, bu varlığın özel söyleminin kendi öz yerini aradığı, arayıp ıskaladığı, ıskalarken, kendi imgelemsel büyülenmelerinin zorlayışında, sahteciliğinde suç-ortaklığında ve yadsıyışında, kendi öz yerini; demirleme yerine kendini bağlayan öz demirini bulduğu mutlak yerdir.
Öyle ki, Oidipus döneminde, belli bir cinsiyet taşıyan çocuk, imgelemsel fantasmalarını, Simgeselin sınavından geçirerek cinsiyet taşıyan insan çocuğu (erkek, kadın) haline gelir ve her şey «yolunda giderse» ne ise o olur ve o olmayı kabullenir en sonunda; yetişkinler dünyasında çocuk haklarına sahip olan ve her çocuk gibi günün birinde tıpkı «babası gibi», yani bir karısı (yalnızca bir annesi değil) olan bir erkek insan kişisi ya da tıpkı «annesi gibi», yani bir kocası (yalnızca bir babası değil) olan bir dişi insan kişisi olmanın bütün hakkını edinen oğlan ya da kız çocuğu haline gelir ve bunu öylece kabullenir. İnsan çocukluğuna yönelen uzun cebri yürüyüşün hedefinden başka şey değildir bu.
Bu en son dramın daha önceden biçimlenmiş bir dil malzemesi içinde oynanması ve bu dilin, Oidipus evresinde, Babanın simgesi [remzi], hakkın simgesi, Yasanın simgesi, her tür Hakkın fantasmasal imgesi olan phallus imlemi çevresinde merkezlenmesi ve düzenlenmesi; evet bu düzenlenme, şaşırtıcı ve keyfi bir şey olarak görünebilir, ama bütün psikanalizciler, bir deney olgusu olduğuna tanıklık ederler bunun.
Oidipus'un son aşaması, yani «iğdiş edilme», bu konuda bir fikir verebilir bize. Oğlan çocuğu, iğdiş edilmenin trajik ve yararlı durumunu yaşayıp çözüme ulaştırarak babası gibi aynı Hakka (phallus'a) ve özellikle babasının annesi üzerindeki Hakkına (ki annesinin, hem oğlan çocuk için anne hem de baba için karı olarak bir çifte kullanımın hoşgörülrnez durumu içinde bulunduğu ortaya çıkmıştır) sahip olmamayı kabullenir; ama, babasıyla aynı hakka sahip olmadığını kabullenerek de, daha sonraları, yetişkin olduğu zaman günün birinde, gerekli «araçlar»dan yoksun olduğu için o gün kendisine verilmemiş olan hakka sahip olma güvencesini kazanmış olur. Oğlan çocuğunun, çok «uslu», davranıp büyümesini bilirse, büyüyecek olan bir ufak hakkı vardır yalnızca. Öte yandan, küçük kız çocuğu da, iğdiş edilmenin trajik ve yararlı durumunu yaşayıp yüklenerek annesinin sahip olduğu aynı hakka sahip olmamayı kabullenir; demek ki, kadın olduğu halde ve kadın olmasından ötürü annesinde o (phallus) olmadığı için babasının sahip olduğu aynı hakka (phallus) sahip olmadığını ve aynı zamanda annesinin sahip olduğu hakka da sahip olmadığını, yani henüz annesi gibi bir kadın olmadığını katmerli olarak kabullenir. Ama buna karşılık ufak hakkını elde eder. Yani küçük kız hakkını ve Düzen Yasasını kabullenerek; yani gerektiğinde yasayı saptırmak için çok uslu davranmaksızın ama bu yasaya yine de boyun eğerek büyümesini bilirse, büyük bir hakkın kendisine tanınacağı vaadini almış [kazanmış] olur.
İster İmgelemselin ikili büyülenme uğrağı (1), ister simgesel Düzenin (2) içine yerleştirilmenin yaşanan tanınması (Oidipus) uğrağı olsun, her iki durumda da, geçişin bütün diyalektiği, enderin özünde, biçimsel [formel] yasalarını, yani biçimsel kavramını dilbilimin verdiği insansal Düzenin, Simgeselin mührüyle damgalanmıştır.
Böylece, psikanaliz kuramı, her bilimi, katışıksız bir soyut kurgu [spekülasyon] değil de bir bilim yapan şeyi sunuyor bize; yani nesnesinin biçimsel özünün tanımını, somut nesnelerine yönelik herhangi bir pratik ve teknik uygulamanın olanağının koşulunu veriyor. Böylece, psikanaliz kuramı, Politzer'in, bu bilimden, «somutun» bilimi; gerçek «somut ruhbilim» olmasını isteyip (psikanalizin devrimci kapsamını Fransa'da ilk kavrayan Politzer'dir), bilinçdışı, Oidipus kompleksi, iğdiş edilme kompleksi, vs., gibi soyutlamalarından dolayı sitemlerde bulunurken bir örneğini verdiği klasik idealist çatışkılardan [antinomilerden] sıyrılabilir.
Politzer, psikanaliz, soyut ve metafizik bir ruhbilimde yabancılaşmış «somut» tan başka şey olmayan bu soyutlamalara takılıp kalırsa, nasıl olur da, olmak istediği ve olabileceği somutun bilimi olduğunu iddia edebilir? diyordu. Oysa gerçekte, hiçbir bilim soyutlamadan vazgeçemez; hiçbir bilim, «pratik»inde (dikkat edelim: bilimin kuramsal pratiği değil, ama somut uygulanımının pratiğidir bu) bireysel «dramlar»dan yani tekil ve benzeri olmayan çeşitlenmelerden başka şeyle uğraşmasa bile vazgeçmez soyutlamadan. Lacan'ın Freud'dan geçerek düşündüğü (Lacan, bilimselliğimizin; var olabilecek biricik bilimselliğin biçimini kazandırdığı Freud'un kavramlarından başka şey düşünmez) psikanaliz «soyutlamaları», nesnelerinin kavramları olarak kendilerinde soyutlanmalarının zorunluğunun belirtisini, ölçüsünü ve temelini taşıdıkları; yani «somut»a olan ilişkilerinin (oranlarının) ölçüsünü ve dolayısıyla yaygın olarak psikanaliz pratiği (tedavi) diye adlandırılan uygulananlarının somutuna olan öz ilişkilerinin (oranlarının) ölçüsünü taşıdıkları ölçüde nesnelerinin halis bilimsel kavramlarıdırlar.