Postmodern Dil Durumu - 4

Böyle verilmiş bir anlam düzeni’ne bağlanmakla, sözmerkezcilik, gösteren olarak sözcükleri, bağımsız hiçbir varoluşa sahip olmayan şeyler olarak görür. Kendi başına gösteren, ne anlam ne de anlam yanıltısı meydana getirme yeterliğinden yoksun, kısıtlanmış varoluş içerisinde, ikincil bir şeydir. Oysa Derrida, yalnızca gösteren’in değil, gösterilen’in de ikincil olduğunu, bütün anlamlama terimlerinin ikincil olduğunu ileri sürerek; gösteren ile gösterilen arasında mutlak bir ayrım yapılamayacağını, her ikisinin de, bağıntılı oldukları bütün diğer anlamlama ögelerinin izlerini taşıdığını belirterek, bu anlayışa karşı çıkar. Kaldı ki, her gösterilen daima zaten bir gösteren olarak işlevde bulunur. Gösterenden bağımsız hiçbir gösterilen yoktur. Kendisini belirtmekte kullanılan belirtimlerden yalıtıla bilecek hiçbir anlam yoktur. Bu da, dilde, gösterenler dizgesinden kaçamayacağımız anlamına gelir. Dili oluşturan, anlamlayıcı ögelerin birbirinin yerini alma, birbirinin yerine geçme oyunundan kaçan, bu oyuna yakalanmayan tek bir gösterilen yoktur.

Derrida, anlamın, anlamlama ediminden ne önce ne de sonra olduğunu ileri sürmekle; gösterge dizgesi, sözmerkezci kısıtlamadan bağımsız kılındığında ulaşılacak konumu belirtmiş olur. Anlamın önceliğinin reddedilmesi, “neşeli bir anlam yaratma süreci”ne götürür. Dil, dil-dışı kendiliklerin özellikleri tarafından şekillendirilemez ve dil-dışı bir dünyayı yansıtmaya zorlanamaz. Dil kısıtlanmamış bir oyun türü olarak işler. Anlamın belirlenimliliği de, göstergelerin özgür oyununun, anlaşılırlığını dilin transcendental düzenliliklerinden alan bir söylem içerisinde yapma bi çimde kısıtlanmasıdır; bu, dil-dışı bir ögenin dayattığı zorlayıcı bir kısıtlama değildir. Dilde dil-dışı bir dünyayı temsil etmek mümkün olsa da; dil, özünde, böyle bir amaç taşımayan, göstergelerin özgür oyunu’dur.

Rorty’nin belirttiği gibi, böyle bir amaç olsa bile, dil-dışı dünyayı temsil etme girişimi, bir vokabüleri seçme sorunudur ve anlamı bulgulamaktan çok, anlamı yaratmaktır, dolayısıyla gerçekliği bulmaktan çok, onu icat etmektir. 27

Kaldı ki, göstergenin keyfi doğasından yola çıkmış olsak bile, yine de göstergeleri, kararla ilk ve son defa tesis edilmiş ve katı uzlaşımlarla yönetilen şeyler olarak görme eğilimini bir yana bırakmalıyız. Biçimin, anlamın zorunlu ve yeterli belirleyicisi olmaması, anlam üretiminin sürekli bir koşuludur. Göstergenin bir arke veya telos, köken veya amaç tarafından yönetilmeyen kendine ait bir yaşamı vardır ve göstergenin özel söylem tiplerindeki kullanımını yöneten uzlaşımlar, gölge-fenomenlerdir, gelip geçici kültürel ürünlerdir. Bu durumda kendisiyle öz deş bir anlam bütünlüğü talebi, bir yanılsama olacaktır. Anlam, tarihsel olarak, ayrımların bir örülüşü şeklinde tesis edilen dizge’nin bir “etki”sidir.

Derrida’nın yaklaşımı, sonuçta, “hata içermeyen, hakikat içermeyen ve kökeni olmayan bir göstergeler dünyası”nın kabulüne çıkar. Anlamın Özgür oyunu’na kapı açan bu belirlenimsizlik, özneyi etkin bir yorumlama sürecinin içersine sokar. Söz- merkezci bilincin kapalı dizgesinden, etkin yorumlama’nın özgür alanına çıkan yolu bize açan da ayıram’dır. Derrida, hem dizgeyi yönlendirip organize eden, hem de dizgenin işleyişini sınırlandıran transcentendal merkezi çekip çıkarmakla, göstergelerin ayrımsal oyununu özgür kılmıştır. Bu dil durumunun yolaçtığı sonuç, anlamın nihai olarak karara varılamaz kalmasıdır. Her gösterge, anlamını diğeri ile olan bağıntısından alıyorsa ve bu göstergelerin birbiriyle nasıl bağıntılandığını belirleyecek hiçbir olgu bulunmuyorsa; bu durumda en dolaysız söz edimi bile çeşitli şekillerde anlamlandırılmaya
/yorumlanmaya açıktır ve hep kendinde bir anlam fazlalığı taşıyabilir.

Böylece anlam, yorum haline gelir ve yorumlar çokluğu içerisinde, hiçbir yorum nihai yorum olma iddiasında bulunamaz. Hiçbir anlamın sabit kılınamadığı veya karara bağlanamadığı bir dil durumunda, yorum etkinliği sonsuzca sürer.

Bu belirlenimsizliği ve bunun ardında duran parçalılığı (anlamın, birbirinin yerini alan gösterenler zinciri içerisinde dağılıp parçalanmasını) aşmanın yolu yok mudur?

Bu soru, bizi, “yorumun iki çeşit yorumu” 28 arasındaki salınımın içine çeker: Bu yorumlardan birisi, göstergelerin düzeni ve oyun alanı dışında bulunan bir hakikati veya bir kökeni deşifre etmeye çalışır ve deşifre etme hayali görür; diğeri ise oyunu onaylar ve bizzat yorumun etkin, yaratıcı işlevini kabul eder ve geriye bakmaksızın neşeyle ilerler, oyunun kökenini ve amacını kaale almaz. Herhangi bir dizge için ve bu dizgeden çıkan yorumlar için, nihai ve mutlak hiçbir haklı çıkarmanın (justification) bulunmadığı yerde; sonuçların, kendisine karşılık gelmesi gereken hiçbir şey bulunmadığı için, insan, elde edilebilecek herhangi bir sonuçtan çok, bizzat yorumlama etkinliğini değerlendirmeye yönelir. Bu yaklaşım, sınırsız geriye gitmenin (bir köken ve ya bir hakikat aramanın) acısı yerine; sınırsız yaratımın zevkini koymaya çalışır.

IV

Yorumun bu ikinci yorumu, postmodern dil durumunu karakterize eder genelde. Gösterenden gösterene denetlenemez bir gönderim zinciri içerisinde sürüp giden “anlamın özgür oyunu” durumudur bu. Anlamlama (signification), gerçekliği yok edildiği için, salt bir oyun etkinliğine dönüşmüş; yansızlaştırma ve kayıtsızlık ilkesine dayanan kod’un egemenliğinin bir sonucu olarak, her şey karara varılamaz hale gelmiştir. Belirlenim ortadan kalkmış, şimdi belirlenimsizlik hüküm sürmektedir. Anlam, dilin organize edici birliği içerisinde bir araya getirilemeyen; fakat parçalara ayrılıp dağılan göstergelerin çizgisel akışına tabi kılınmıştır. Bizzat kendisini yapı çözüme uğratan dilde, geriye kalan tek şey parçalarla oynamaktır.

Douglas Kellner’in belirttiği gibi, modernite’nin devrimi bir anlam devrimiydi; tarihin dialektiği, ekonomi veya arzu gibi güvenli palamarlarda temel bulan ve görünüşlerin yıkımını hedefleyen bir anlam devrimi. Gerçek olan’ı temsil etmeye/tasarımlamaya ve yorumlamaya çalışan teorik ve sanatsal tasarılarla yolalan bir devrim. Postmodernite ise, geniş ölçekli bir anlam yıkımı sürecidir: “Anlamla yaşayan anlamla ölür,” (Baudrillard). Postmodern dünya anlamdan yoksundur; o, teorilerin boşlukta yüzdüğü bir nihilism evrenidir. Anlam derinlik gerektirir, gizli bir boyut, görülmeyen ama yine de kararlı ve sabit bir dayanağı veya temeli gerektirir. Postmodern dünyada ise her şey görülebilir ve açıktır, saydamdır hatta açık-saçıktır, değişken ve kararsızdır. Postmodern sahnede, her an yeni bileşimlere ve dizilimlere giren ölü göstergeler ve donmuş biçimler dolanıp durur.

Postmodern dil durumu, özneyi, anlamlama oyunu ile baş- başa bırakır ve öznenin önüne kışkırtıcı, ayartıcı bir özgürlük alanı açar. Gelgelelim, bu alan bir gerçeksizlik alanıdır ve öz gürlük de negativ bir özgürlüktür; çünkü, gerisinde, dünyada tözsel hiçbir şeyin ne özne ne varlık ne değer, bulunmadığı düşüncesi yatar. Baudrillard’ın saptamasıyla30 modada güzel ve çirkinin, politikada sağ ve sol’un, medyanın her bildiriminde doğru ile yanılışın, nesnelerde yararlı ve yararsızın, anlamlamanın her düzeyinde doğa ile kültürün birbiriyle değiştirilebilir olması, bütün büyük humanist değer ölçütlerinin, ahlaki, este tik ve pratik yargıların oluşturduğu tüm uygarlık ölçütlerinin, imgeler ve göstergeler dizgesi içinde silinip süpürüldüğünün kanıtı olarak görülebilir.

Postmodern/postyapısalcı girişim, gösterilen’in statüsünü kırmakla, anlamın değerini düşürmüş; bunun karşı-olumu olarak bir gösteren fetişizmine yol açmıştır. Sonuç, gösteren’in şeyleşmesidir. Gösterilen’in gücünü kaybetmesi, gösteren’in bir gönderge olarak işlev görmesi sonucunu getirir. Gösterenler göndergeler olarak veya sözcükler şeyler olarak anlamlama yapmaktadırlar artık. Bizler, gündelik hayatı, sanki onun maddeselliği bir gösterenler ağı imiş gibi deneyimliyoruz. Lash’dan hareketle, aynı sonucu yani gösterenin şeyleşmesi sonucunu veren ikili bir durumun söz konusu olduğunu söyleye biliriz burada: Gösteren ve gösterilen ayrımının silinmesi ile bir yandan gösteren maddesel hale (‘şey’ haline) gelmiş; öte yan dan maddesel olan (‘şey’) gösteren haline gelmiştir. Bu sürece hız kazandıran ve bu durumu toplumsal yaşamın her düzeyini kuşatacak ölçüde yaygınlaştıran etmen ise, Lash’in vurguladığı gibi, postmodern anlamlamanın, sözel anlamlamadan farklı olarak, ikonik bir anlamlama rejimi oluşturmasıdır. İkonik anlamlama yapan imgeler ya da başka türden şekiller, bu işlevi göndergeye olan benzerlikleri aracılığıyla yerine getirirler. Ikonik anlamlamada, gösteren (imge, şekil) göndergeye benzer olmakla, gösteren ile gösterilen ayrımlaşmasının çözülüşü, bura da, sözel anlamlamada olduğundan çok daha hızlı ve yoğun gerçekleşir.

“Imge Imparatorluğu”nun kapısındayız artık. Gösterenler oyununun ışıltılı çekim alanına girdik. Anlamın yerini ikon (görüntü) aldı.

Bilgi ve anlam birikimini mümkün kılan gösteren/gösterilen dialektiğinin bu şekilde sona erişi, göstergenin özünün boşaltılması anlamına gelir. Gösterge artık bir temsil/tasarım, bir başka şeyin yerini tutan bir şey değil; fakat Baudrillard’ın bulgulamış olduğu gibi, sınırsızca çoğalan/çoğaltılabilen bir taklit’tir (simulacrum). Göstergenin tekrarlanabilirlik özelliği, sanki taklit’te en uygun varoluş biçimini bulmuş gibidir. Taklit, modellerle meydana getirilmiş, kökeni veya gerçekliği olmayan bir gerçekliktir.

Yürürlükteki cisimleşmesi içinde, taklit, gerçekliğe ön gelir. Gösteren, kendisini, göndergeden, “doğal” olandan ve temsili yapıdan tamamen koparıp ayırır, gösteren hem özneden hem de nesneden kopar, o kendi kendisinin göstergesi haline gelir. Böylece göstergeler, artık ne öznel ne de nesnel bir gerçekliğe gönderimde bulunmazlar; fakat yalnızca kendilerine gönderirler, çünkü temsil edilecek hiçbir gerçeklik kalmamıştır ve ger çeklik diye kabul ettiğimiz şey, zaten yekpare bir taklit’tir.

Totaliter bir gösterge-denetimi altındaki postmodern toplumda, göstergeler, taklitler ve kod’lar esas belirleyiciler haline gelirler ve kendi mantıklarını ve anlamlama düzenlerini izlerler. Böylece gönderimsel deneyim düzeninin gerçeklik ilkesi, yerini, kod tarafından ve anlamlama mantığı tarafından organize edilen bir düzenin egemen şeması olarak taklit’e bırakır.

Baudrillard , çağdaş dünyada temsil ile gerçeklik arasındaki sınırın infilak ettiğini ve bunun sonucu olarak “gerçek olan”ın deneyiminin ve temelinin ortadan kaybolduğunu ile ri sürer. Artık temsil, gerçekliğe tabi olmaktan çıkmış, gerçeklik temsil’e tabi hale gelmiş görünmektedir. Postmodern olan budur. Media’nın yükselen rolü, gerçekliğin yitirilişinin açık bir kanıtıdır: “imgeler, göstergeler ve kodlar üreten taklit makinaları” olarak media, temsil ve gerçeklik bağıntısının yukarda belirtilen “tersine çevrilişi”nin en yetkin örneğini verir. Media (kamusal dil), gerçekliği yansıtan bir dolayım olmaktan çıkarak; gerçek dediğimiz her şeyin kendisinin bir dolayı mı olarak ortaya çıktığı tözsel bir bulutsu’ya dönüşmüş gibidir. Sanki karşımızda gerçek olandan daha gerçek bir gerçeklik vardır.Medium, gerçek dünya haline mi gelmiştir?

NOTLAR

1 Bkz.: Foucault, Michel: The Order of Things, Vintage Books, New York 1973, s. 58-63.
2 Foucault: A.g.e., s. 62.
3 Barthes, Roland: Göstergebilimsel Serüven, çev. Mehmet Rifat-Sema Rifat, Yapı Kredi Yayınları, Istanbul 1993, s. 150.
4 Barthes: A.g.e., s. 151.
5 Derrida, Jacques: Positions, Trs.: Alan Bass, University of Chicago Press, Chicago 1981, s. 41.
6 Derrida, Jacques: Writing and D trs.: Alan Bass, Routledge-Kegan Paul, London and Henley 1981, s. 281.
7 Derrida: Writing and Différance s. 279.
8 Derrida: Writing and Différance s. 279.
9 Derrida: Writing and Différance s. 280.
10 Culler, Jonathan: On Deconstruction. Theory and Criticism after Structuralism, Routledge, London 1989, s. 99.
11 Derrida, Jacques: Positions, s. 26.
12 Culler, Jonathan: On Deconstruction, s. 96.
13 Derrida’nın différance sözcüğünü”a” ile yazmak suretiyle yazı’da yaptığı bir ayrımla oluşturduğu diffarance terimine Türkçe karşılık olarak “ayıram”, Melih Başaran tarafından önerilmiştir (Başaran: Ve niçin -Yine- Felsefe Yapıçözümler, Yapı Kredi Yayınları, Istanbul 1993, s. 14) Ayıram/differance teriminin fiili différer ayırmak ve ertelemek anlamlarına gelir.
14 Pavel, Thomas: The Feud of Language, Basil Blackwell, Oxford 1992, s.50.
15 Derrida, Jacques: Margins of Philosophy, Trs. Alan Bass, The University of Chicago Press, Chicago 1982, s. 9.
16 Derrida: Margins of Philosophy, s. 9.
17 Loesberg, Jonathan: Aestheticism and Deconstruction, Princeton Umver sity Press, Princeton, New Jersey 1991,s. 83.
18 Derrida: Margins of Philosophy, s. 16. 19 Derrida: Writing and D s. 292.
20 Derrida: Margins of Philosophy, s. 26.
21 Caputo, John D.: Mysticism and Transgression: Derrida and Meister Eck hart in Derrida and Deconstruction, Ed. Hugh J. Silverman, Routledge, New York and London 1989, s. 28.
22 Novitz, David: Metaphor, Derrida and Davidson, The Journal of Aesthetics and Art Criticism, Sonbahar 1985, s. 106.
23 Caputo, John D.: A.g.e., s. 24.
24 Derrida, Jacques: Speech and Phenomena, trs. David B. Allison, Evans- ton: Northqestern University Press, 1973, s. 76.
25 Loesberg: Aestheticism and Deconstruction, s. 88.
26 Derrida, Jacques: Speech and Phenomena, s. 50.
27 Novitz, David: Metaphor, Derrida and Davidson, s. 104.
28 Derrida: Writing and Différance s. 292.
29 Kellner, Douglas: Jean Baudrillard. From Marxism to Postmodernism and Beyond, Polity Press, Cambridge 1989, s. 118.
30 Jean Baudrillard: Selected Writings, Ed. Mark Poster, Polity Press and Stanford University Press, Cambridge and Palo Alto, 1988, s. 127-128.
31 Lash, Scott: Discourse or Figure? Postmodernism asa Regime of Sign on, Theory, Culture and Society, Volume: 5, Numbers: 2-3, .June 1988, s. 332.

1 | 2 | 3 | 4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP