Tarih Felsefesi Üzerine Bazı Düşünceler - 1
|
M. Asım YEDİYILDIZ
Bu araştırma, tarih ile ilgili bazı düşünceleri, tabiî bilimler ile sosyal bilimlerdeki gelişmeler çerçevesinde, yeniden gündeme getirmeye çalışmaktadır. Araştırma tarihî gerçeklik ve bilgi-tarih arasındaki münasebetin nasıl kurulduğnu Batıda gelişen farklı düşünce sitemlerinin perspektiflerine göre anlatmaktadır. Bu arada İslam düşünce geleneğinin insan fiillerinin açklanmasının nasıl yapılacağına dair telakkiler de özet olarak irdelenmiştir. Çalışmanın vardığı en önemi sonuç, bilgi-tarihin tam anlamıyla evrensel bilgiye ulaşamayacağı yönündedir. Bununla birlikte söylem evrensele ait olabilir.
Herhangi bir bilim adamının, uğraştığı alanın mahiyetini bilmeden sahasında ilmî bir araştırma yapması çok zordur. Dolayısıyla bu, tarihçiler için de vazgeçilmez bir görevdir. Nitekim Batı’da Tarih felsefesi üzerine pek çok çalışma yapılmıştır . Burada uzun uzadıya bu çalışmalardan bahsedilmeyecek, fakat tarih disiplinin dayandığı ontolojik ve epistemolojik temellerin genel bir değerlendirilmesi yapılmaya çalışılacaktır.
Bu konuyla ilgili ele alınması gereken temel sorun, ontolojik olarak külli Tarih’in gerçekten var olup olmadığı hususudur. Nitekim Tarih Tenkidinin Unsurları adlı eserinde, “Tarihî gerçeklik bizatihî nüfûz edilemez niteliktedir ...” derken Léon E. Halkın’ın kastettiği şey de budur. Gerçekten bu alanda yapılan tartışmalar, tarihî gerçeklik ile onun bilgisi arasındaki uyumu ve bilim tarih arasındaki ayrılıkları gündeme getirmektedir. Tarihle ilgili tartışmalar sosyal bilimler kadar olmasa da, doğa bilimleri sahasında da yapılmaktadır. Dolayısıyla burada öncelikle doğa bilimlerinin temelini teşkil eden ontolojiler üzerinde durulacak, daha sonra bunların sosyal bilim ve tarih alanına nasıl yansıdıkları ele alınacaktır.
1. Varlık Telakkileri ve Tarih
Batıda, bilinen en etkin varlık telakkilerinden birisi kuşkusuz Aristotelesçi anlayıştır. Bu anlayış, ilk çağdan Galileo zamanına kadar hakim olmuştur. Bu anlayışa göre tabiat, madde ve biçimden meydana gelir. Varlıklar, bu unsurların belli oranlar ve şartlar altında birleşmesiyle oluşur. Ve hem bu unsurların hem de onlardan meydana gelen diğer nesnelerin kendine mahsus yapıları ve özellikleri vardır. Nesnelerin nitelikleri, maddede gizil olarak bulunurlar. Descartes, bu anlayışı, maddeye bir kutsallık atfettiği ve unsurlar arası ilişkileri gözardı ettiği için eleştirmiştir. O, bunun yerine söz konusu iki hususu dikkate alan mekanik varlık telakkisini ileri sürmüştür.
Tabiat ona göre, parçaların ilişkilerinden meydana gelen bir bütündür. Bu bakış açısıyla, maddenin gizil bir gücü bulunmadığı kanaatine varılmış ve varlığın yerine varlıktaki ilişkiler aklîleştirilmiştir. Böylece Descartes, tabiatın tanrının eseri olduğunu ortaya çıkarmış olmaktadır. Onun farklı unsurlardan meydana gelmesi ve belli kanunlara göre işlemiş olması, tanrının eseri olmadığını göstermeyeceği gibi niceliksel ve niteliksel özelliklerinin bilinmesini de engellemez.
Bir başka ekol olan deneyci pozitivizme göre Tabiat, tanrının yaratması olarak değil, parçaların birbirleriyle ilişkisinden meydana gelmiştir. Bu sebepledir ki, onu bilebilmek için bu ilişkileri ve unsurları tahlil etmek gerekir. Dikkat edilirse bütün bu teorilerin ortak noktası temelde dünyanın gerçek olduğunu varsaymasıdır.
Bugün, Batı metafiziğinde, buraya kadar bahsedilen özcü gerçeklik anlayışları dışında bir başka görüş daha vardır ki, buna göre varlıktan ziyade sadece varoluş söz konusudur . Bunu en güz el dile getirenlerden birisi, Nicolai Hartmann’dır. Ona göre bilgilerimiz dışında bağımsız bir gerçeklik alanı mevcuttur ve bu maddî ve manevî olarak farklı tabakalardan meydana gelir. Var olan aslında sürekli varoluştur; bir şey yok olur, sonra yine var olur. Gözlenen budur. Bu açıdan Hartmann, gerçekliğin ölçütü olarak maddîlik ya da mekansallığı almaz, onun bir defalık oluşunu, yani zamansallığı kabul eder.
Dolayısıyla varlık tabakalarından her birinin bilinmesi diğerleriyle aynı yolu izlemez. Bilgiler bu tabakalara göre değiştiklerinden nesneler tam olarak bilinemezler. Görüldüğü gibi o, bilgiyi, bilen ile bilinenin karşılıklı varoluşundan hareketle bilinç ile nesnesi arasındaki ilişki olarak tanımlar ve bilme sürecine bilenin tasarımını da dahil eder.
İslam düşüncesinde ise, bunlardan oldukça farklı olarak âlem, Allah’ın sonradan yaratığı ve bir gün son bulacağı varlıklar bütünü olarak görülür. Her ne kadar, âlemin varlığından şüphe edilmiyorsa da, mutlak gerçek olduğu da düşünülmez. Ancak vahdet-i vücûd geleneğinde, âlemin geçici varlığından bile bahsedilmez. Çünkü vahdet-i vücûdçular, yegane varlığın Allah olduğuna ve âlemin onun tecellîleri olup, sadece akıl ve hissimiz bakımından var olduğuna inanırlar. Bu durum âleme ulûhiyyet kazandırmadığı gibi, kendisindeki kesretten dolayı ulûhiyyet çoğaltılmaz. Şu halde Allah sürekli yaratır. Bu gerçek Ku’ran-ı Kerim’de “O bir şey yaratmak istediğinde onun yaptığı ol demekten ibarettir. Hemen oluverir” şeklinde ifade edilir. Fakat biz, yaratılışdaki bu süreci bütünüyle algılayamayız, algılarımız sadece tecellîlerin gözümüze ve hislerimize yansıyan kısmıdır. Algılarımız, bu yansımaların değişmesine veya tekrarına göre şekillense de nesneleri değiştirmez. Bununla birlikte, İslam dünyasında Ali Şeriati gibi âlemin gerçek olduğunu, aldatıcı olmadığını iddia edenler de vardır. Zira o âlemi gerçek kabul etmediğimiz takdirde, bilginin olamayacağına inanmaktadır.
Buradan hareketle, Şeriati, âlemi, mutlak bir gerçekliğin âyetleri olarak görür ve onlar sayesinde gösterdikleri gerçeklere ulaşılabilir. Kısaca belirtilen bu varlık anlayışlarının, tabiî bilimlerde olduğu kadar, sosyal bilimler ve hatta tarih alanındaki epistemolojileri de etkilediği söylenebilir. Şimdi bunların sosyal bilimlere nasıl yansıdıklarını göstermeye çalışalım.
2. Sosyal Bilimleri Belirleyen Ontolojik ve Epistemolojik Temeller
Yukarıda da bahsedildiği üzere, tabiatın belli yasalar çerçevesinde çeşitli unsurların oluşturduğu bir sistem olarak algılanması, bilimin, bu sistemin değişmez evrensel yasalarını aramak şeklinde tanımlanmasına yol açmıştır. Birkaç yüzyıldır hakim olan ve Newtoncu model olarak bilinen bu bilim anlayışı, geçmiş ile gelecek arasında bir benzerliğin olduğunu öngörüyordu. Neredeyse teolojik bir görüş olarak kabul edilebilecek bu anlayışa göre, Tanrı gibi insan da kesin bir bilgiye ulaşabilirdi. Ancak bunun sosyal bilimler alanı için geçerli olmadığı görülünce , doğa ileinsanlar, madde ile akıl, fizîkî dünya ile sosyal ve manevî dünya arasında köklü ayrımlar varsayıldı . Buna gre, tabii ve sosyal alanların bilinmesi farklı metodlara ve bilimlere bağlandı.
Böylece sosyal bilimler alanında birkaç epistemolojik ekol oluştu. Bu ekollerin başında kuşkusuz pozitivistler geliyordu. Atomistik yaklaşımı temsil eden bu görüş, bilimi, zihnimizden bağımsız olarak bulunan hâricî dünyanın tahmîni ve açıklayıcı bilgisini elde etme girişimi olarak tanımladı. Dolayısıyla sosyal olgular sadece, öteki insanlara yöneltilen ve onlardan beklenen davranışlar tarafından yönlendirilen bireysel eylemleri anlamakla anlaşılabilir. Zira tek başlarına var olamayan bireyler, ancak başkalarıyla olan ilişkileri çerçevesinde varlık kazanırlar. Bu sosyal bir fenomen için de geçerlidir. Tıpkı Kuantum mekaniğine göre, atom altı parçacıkların, bağımsız katı maddeler olmayıp, diğer varlıklarla etkileşim süresi içerisinde maddeleştikleri gibi.
İkinci bir ekol, mekanik felsefeden ilham alan Realistlerdir. Onlar gözlenebilir olayların gerisinde değişmeyen yapıların ve mekanizmaların var olduğuna ve bunların tasvir edilebileceğine inanırlar. Daha doğrusu olaylar bu yapıların görünümleridir.
Bu ekolün bir başka versiyonuna göre ise, sosyal bir fenomen, atomistik olarak incelenemez. Çünkü basit temel bir olgu yoktur. Gözlemlenen her sosyal fenomen kompleks bir yapıya sahiptir. Bu yapı yalnız gözlemlenen fenomenlerde değil, onu dile getiren zihinde de içkin olarak bulunmaktadır. Sosyal olaylar doğal olmaktan çok uzlaşımsal(icmaî) bir mahiyete sahiptirler. Yapılar zamanla dönüştüğünden , gözlemlenen olgular her zaman aynı gerçekliği göstermezler. Yapılara işaret eden olaylar zamanla değişirler. Ama değişme hızları aynı olmaz. Tek bir yapı, farklı olaylarda kendisini gösterebilir. Bu anlayışa göre, birey tek başına bir gerçeklik olmayıp, ancak toplumsal bağlamda anlaşılabilir. Buna metodolojik bütüncülük de denilir.
Bu iki görüşü uzlaştıran birde Konvensiyonalistler vardır . Bunlara göre, gözlem ile teorinin arasında bir farklılaşma yapılamaz ve gözlem tekbaşına teorinin doğruluk ve yanlışlığını belirleyemez. Zira zihnimizin dışında bağımsız bir gerçeklik yoktur.
Konvesiyonalistler, bilimin, gözlem ve deneyle test edilebilecek teoriler vasıtasıyla objektif ve doğru açıklamalar getireceğini benimsemezler. Eleştirel teorisyenler ise, algı ve bilginin, insanların kendilerinden bağımsız olarak var olan dünyayı doğru bir şekilde tanıyabilmelerine imkan veren pasif duyusal algılama süreci olarak görülemeyeceğini beyan ederler. Bu iki anlayış olayların izah edilebileceğini kabul etmekle beraber, pozitivistler gibi, bulunabilecek nedenleri zorunlu görmezler.
Postmodernistler, bu yaklaşımların bazı sorunlar çıkardığını ve varlığın özünün Kant’ın deyimiyle numenal alanın bilinmesinin imkansız olduğunu ileri sürerler. Onlara göre, bilim, varlığın mutlak yasalarına ulaşamaz. Şimdiye kadar yapılan şey, objenin belli tasavvurlara indirgenmesidir ve sadece bu açıdan hakikîlik vasfı taşıyabilir. Dolayısıyla “evrensel bir gerçeklikten” sözedilemez. Nitekim Steven Best, bir olayın açıklanmasını ancak farklı bakışların birleştirilmesiyle mümkün olabileceği kanaatindedir.
Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi adlı mühim eserinde, Brian Fay, zıt gibi görünen kavram çi ftlerinin tek başlarına hakikatlerinin olmadığını yazar. Ona göre, bir şeye ya o, ya bu şeklinde değil, diyalektik olarak bakmak gerekir. Çünkü, bir şey aynı anda iki kategoride yer alabilir. Bunlardan her birinin tek başına gerçekliğini iddia etmek, yanlış varsayımlara dayanmaktadır. O sebeple varlıkları mutlak kategorilere ayırmak doğru değildir. Bu, evrensel(külli) ile tikel(cüz’î) karşıtlığı için de geçerlidir. Evrensel tikelsiz tikel de evrenselsiz olamaz. Bu bakımdan evrensel tikelde gerçekleşirken sürekli gelişir. Hiçbir tikel evrenseli kuşatamaz. Ama hiçbir tikel de evrenseli tam olarak temsil edemez. Dolayısıyla bir şey aynı anda hem tikel hem de evrenseldir. Aslında tam bir evrensellik olup olmadığı hususu da tartışmalıdır. İnsanın bütün eylem ve ilişkileri aynı zamanda hem evrensel hem de tikel nitelik taşımaktadır denilebilir.
Varlıkları bir özden ziyade bir süreç olduğunu kabul etmenin daha doğru olduğunu belirten Fay onları, isimler bağlamından ziyade fiiller bağlamında düşünmek gerektiğini ileri sürer. Buna göre, zaman bütün toplumsal varlıkların temeli olarak hatırlamak zorundadır. Çünkü her yerde olan sadece harekettir. Sürekli istihâledir. Toplumsal düşünce, çoğunlukla süreçleri ve etkinlikleri sabit şeyler haline getiriyor. Bu ise toplumsal etkileşim ve pratiklerin ard zamanlı değil de eş zamanlı olarak yorumlanmasına yol açıyor.
Halbuki sosyal ve psikolojik varlıklar şey değil, etkinlik yani fiildir. Fay, görüşlerini bu bağlamda sürdürürken sosyal eylemlerin hep zamansallığına vurgu yapar. Başkalarının “şey” olarak gördükleri sosyal olgular Fay’de süreçler olarak karşımıza çıkar.
Mesela “Geçmiş” diye sabit gözlenebilen bir şey yoktur. Geçmiş geçmiş değildir. Geçmiş bizi şekillendirir, biz de geçmişi tanımlarız . Dolayısıyla salt bir nesnellikten sözedilemez. Bundan dolayı hakkaniyetli olunmalı ve sorumluluk duyulmalıdır. Amaç takdir, anlaşma ve uzlaşma değildir. Kendimizi ve başkalarını eleştirebilmeliyiz. Çünkü her şeyi bir defa da anlamlandırmak
mümkün değildir.
Benzer görüşleri, sosyal bilimlerin yeniden kurulması gerektiğini belirten Gulbenkıan Komisyonu da dile getirir. Uzmanlık anlayışına sahip her sosyal bilim, kendi üyelerine belli standartlar koyduğundan bu, adaylar üzerinde bir baskıya yol açmaktadır. Fakat 1945’den itibaren disiplinlerarası sınırlar kalkmaya başlamıştır. Bu değişim, kavramsallaştırmanın temelinde belli bir felsefî inancın olduğunun farkedilmesiyle meydana gelmiştir. Gerçekten de evrensel
bir kavramlaştırmanın imkansızlığı ileri sürülmüştür. Dolayısıyla sosyal evrende zaman ve mekanı değişmeyen fiziki gerçeklikler olarak değil de, tahlil edilen şeyi oluşturan değişkenler olarak görülmelidir.