YALNIZLIK VE DAYANIŞMA
|
Ali Osman Gündoğan
İnsan varlığının kendini gösterdiği bazı temel fenomenler, insanla ilgili bazı varlık koşulları vardır. Bu temel fenomenlerden ya da insanı belirleyen koşullardan birisi yalnızlık, diğeri de dayanışmadır. Bu iki hal hem diyalektik bir ilişki içinde bulunur, hem de insan varlığının paradoksal bir yönünü belirtir. Çünkü ikisi birbirine karşıttır ama yalnızlık dayanışmaya dönüşmekle ortadan kaldırılmaya çalışılırken, başkalarıyla birlikte olma hali, çoğu kez, insanı da kendisine yabancı bir varlık haline getirir.
Yalnızlık, insan bilincinin kendi üstüne katlanması ve kendi kabuğunun dışına çıkamaması şeklinde değerlendirilip tanımlanabileceği gibi, daha derin bir temelden, ontolojik bir gerçekten de kaynaklanabilir. Ayrıca günümüz insanının bireyselliği ve teknoloji karşısındaki olumsuz durumu da bir yalnız öğesi olarak ifade edilebilir. Kısacası, yalnızlığın farklı ortaya çıkış koşullan ve aldığı değişik anlamlar vardır. Dayanışma ise, kendi kendisiyle yetinemeyen bilincin, kabuğunu kırarak kendisiyle aynı kadere ve aynı içeriklere sahip diğer bilinçlerle olan birleşme isteğinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Yalnızlık, insanı kendi öznelliğine mahkûm ederken, bu mahkûmiyetten kurtulmak için kendi öznelliği içerisinde kendini gerçekleştiremeyen insan ya pratik faydalar ya da bu faydaları aşan aşk ve dostluk adına veya daha yüce amaçlar uğruna kendini diğer insanlara açar. Dayanışma, ben ile ötekiler arasında kurulacak olan insanî bir olgu olarak gerçekleşir. Bir bakıma, yalnızlık ve dayanışma sorunu, ben ile ötekiler arasındaki ilişkinin kurulup kumlamayacağıyia ilişkili olarak ortaya çıkan bir sorundur.
Bizim burada yalnızlıktan kastımız, yukarıda ifade edilen bütün yalnızlık türleri değildir. Sözgelimi, yalnızlıktan, psikiyatristlerin anormal diye anladıkları tutumu değil, insanın kendi bireyselliğini aşan ve insan durumu olarak nitelendirilebilecek olan evrensel ve ontolojik bir hakikati kastediyoruz. Çünkü psikiyatristler, özellikle Freud, narsizmi yalnızlık ile açıklamaya çalışır ve narsist bir tutumu da ya libidonun (yaşam içgüdüsünün), "yasamın ilk aylarından beri 'ben'in içine sıkışıp kaldığından, (onun) dış dünyaya yöneltilmesi engellenmiş olur. Bunun sonucu giderek şişen 'ben', kendisinin önemli, kusursuz ve ayrıcalıklı bir varlık olduğuna inanır" ya da "yetişkin yaşamda dış dünyayla ilişkilerde ağır bir düş kırıklığı yaşanması sonucu, libido dış dünyadan egoya geri çekilir" ve her iki durumda da birey, kendisini herşeyin merkezine alır, bu suretle de çevreden tamamen uzaklaşır. Bu tutum, hastalıklı bir bireyin tutumudur, psikolojik ve kişisel olduğu için de ontolojik ve felsefî bir yalnızlık türü olarak değerlendirilemez.
Yalnızlığı, insanın temel ontolojik gerçekliği olarak ele alan ve insanlık durumunu en iyi ifade eden kavramın da yalnızlık olduğunu söyleyen filozofların sayısı hiç de az değildir. Hatta pek çok dini tutum bile yalnızlığı yaşama biçimi olarak önermekte ve bazı din temsilcileri bu hali bizzat yaşamak suretiyle idealleştirmektedirler. Örneğin, Hint ve Uzak Doğu dinlerinden çoğu ve özellikle Budizm, böyle bir yaşama tarzını öğütlemektedir. Çünkü hayatın esası acıdır.
Acıdan kurtulmanın tek yolu da Nirvana'dır. Acının nedeni, yaşama olan susamişlıktır. Yaşama olan susamışlıktan kurtulmak, acıdan kurtulmaktır ve bunun adı da Nirvana'dır. Ama Nirvana'ya toplu halde gidilmez. Birey, aşırı çilecilik ile dünyaya ve yaşama bağlılık arasında bir ortayol tutarak, kurtuluşa ancak kendisi ulaşabilir. Böyle bir bireyin toplumsal sorunlarla ilgisi yoktur.
Sorun, bireyin kendi benliğinde ve bencilliğindedir. Kurtuluş ta yine kendi elindedir. Bundan dolayı Buda öğrencilerine şöyle der: "Kendiniz kendinize ışık olun, kendi dışınızda olan dışınızdan gelebilecek hiçbir şeyden destek, dayanak aramayın, kendinize gerçeği ışık yapın". Kurtuluşu kendi elinde olan ve sadece gerçeği ışık yapan insanlar Budizm'de bir cemaat oluşturmaktan da geri kalmazlar. Çünkü Budizm, "birlikte varolma ilkesini" uygulamaya koymuş, ahlâk açısından da "çokluğun iyiliği, çokluğun mutluluğu" iyi ve kötünün temel ölçütü olarak kabul edilmiştir. Budizm dışında, ilahi dinlerin mistik yorumlarında da aynı yalnızlık temasının çok güçlü bir şekilde vurgulandığı bir gerçektir. Hıristiyanlıkta manastır hayatı yaşayan rahip ve rahibelerin, İslâmiyet'te kimi tarikat üyelerinin toplumsal ve doğal çevreye kayıtsız kalarak, yalnız bir yaşamı tercih ettikleri de bilinmektedir. Ama bu tür anlayışlar yalnızlığı, yaşamın bir sonucu oiarak görmekteler ve insanın ontolojik gerçekliğinin yalnızlık olduğunu anlamaktan uzak kalmaktadırlar. Çünkü yalnızlığı, insanın temel ontolojik gerçekliği olarak görmek, yalnızlığın bir sonuç değil, bir temel olduğunu ortaya koymak demektir.
İlkçağ filozoflarından itibaren, çağımızın varoluşçu filozoflarına kadar yalnızlık ve yalnızlıktan başkalarına doğru iletişim felsefenin en önemli problemlerinden birisi olagelmiştir. Kyniklerde, Stoalılarda mutlulukçu ahlâk açısından kayıtsızlık hali yalnızlığa ve insanın bireyci bir iç huzuruna yönelmesini doğurmuştur. Çünkü ruh sükûnu dediğimiz ataraxia, her türlü uyarıcının etkisinden kurtulmakla mümkündür. Hıristiyanlıkta ilk günahla ilgili olarak insanın düşüşü teması, Leibniz'in monadlarımn tekliği ve dışa açık pencerelerinin olmayışı, Rousseau'nun Yalnız Gezerin Düşleri'nde anlattığı ve "yalnızlığımda, onlarla (diğer insanlarla) birlikte yaşıyor olmaktan yüz defa daha mutluyum" ' derken kastettiği düşünceler, bütün varoluşçu filozoflarda insanın bırakılmışlığı düşüncesi, Rousseau'nunki hariç olmak üzere, genelde hep ontolojik kaynaklı yalnızlık anlayışlarıdır. Yalnızlık sorununa bu açıdan bakıldığında, insan hayatı özünde yalnızlıktır, Ortega'nın tabiriyle "kökten yalnızlıktır. Çünkü hayatımı yaşamak, yalnız benim gerçekleştirmem gereken birşeydir. Hiçbir anımı başkasına aktaramam, hayatımı yaşaması için başkasına vekalet veremem, bir başkasının da vekaletini üstlenemem.
Yalnızlık teriminin anlamını çağrıştıran başka kavramlar da vardır. Bunlardan en önemli olanı da tek olmaktır. Yalnız olan tek ve biricik olan değildir. Tek olmak, biricik olmak, kendisinin eşi ve benzeri bulunmamak demektir. Örneğin Tanrı, bu anlamda tektir, biriciktir. Dolayısıyla Tanrı'ya yalnızlıktan ziyade teklik ve biriciktik yüklenmelidir. Yalnızlık, aynı cinsten başkalarının varlığını gerektirir. İnsan, koskoca bir evrende, diğer insan varlıklarıyla, "onlarla birlikte yalnızdır".- Yalnızlık ya da yalnız kalma, "başkalarından yoksun kalmaktır".
Buradaki yoksun kalmak ifadesi, hem terkediş hem de terkediliş anlamındadır. Ancak terkediş ya da terkediliş yoluyla ortaya çıkan ve başkalarından yoksun kalma olarak nitelendirilen yalnızlık, bir insanlık durumunu ifade etmekten ziyade, bir toplumsal ilişkiler ağı içerisindeki yalnızlık türünü düşündürtmektedir.
Hangi anlamda olursa olsun, insan varlığının temel özelliği olan yalnızlığını onaylamaya imkân veren pek çok neden vardır. Başkalarıyla konuşmak ya da dostluk kurmak isteğimizin temelinde yatan neden, yalnızhğımızdır. Başkalarıyla konuşmak veya onlarla dostluk kurmak, onlarla paylaşabileceğimiz bir ortaklığımızın bulunduğunun kabulüne dayanır. Böyle bir kabule dair inancı olan herkes, başkalarıyla iletişim kurma ihtiyacına da sahiptir. Eğer, yalnızlık bizim temel gerçekliğimiz olmasaydı, başkalarına doğru yönelme ihtiyacımız da olmayacaktı ve zaten bu durumda başkalarıyla hep birlikte varolmuş olacaktık.
Ayrıca her insanın, başkalarıyla çakışmayan, kesişmeyen ve örtüşmeyen, hiçbir zaman da çakışamayacak, kesişemeyecek ve örtüşemeyecek olan bir "kendi burada olma" özelliği vardır. Her insanın başkasına aktırılamayan, aktarılamayacak olan, başkasıyla paylaşılamayan ve paylaşılamayacak olan bir mahremiyeti, bir özel alanı vardır. Bu mahremiyet ya da özel alan, insanı kamusal alandan ayırır ve kamusal alanın dışında ona kendi başına bir varlık, bir otonomluk sağlar. İnsanın kendi burada olma özelliğiyle mahremiyeti başkalarınınkilere yabancıdır. Bu yabancılık, ortadan kaldırılabilir, yok edilebilir bir şey de değildir. Bu iki hal de yine yalnızlık nedenidir.
Çağımız insanının teknoloji karşısındaki durumu ve makineye bağımlılığı, kapitalizmin egemenliği ve bu egemenliğin sonucunda, Hobbes'un insanın doğal durumundaki "insan insanın kurdudur" anlayışının günümüze taşınmış olması da, toplumsal anlamda insanları yalnızlığa itmektedir. Ancak bu yalnızlık bilgisayar ve televizyon karşısında oturup kalan insanın yalnızlığı ya da topluma yem olmak istemeyen ve yaşamını günlükleştirmeyen açık görüşlü insanın yalnızlığıdır. Küçülen dünya, teknolojisiyle insanı kendi başına olmaya itmiş ama aynı teknoloji insanın en mahrem dünyasına kadar da nüfuz etmek suretiyle de, insanın iç dünyasını bile ifşa etmeye başlamıştır. Ancak, burada söz konusu edilen yalnızlık ta ontolojik olmaktan uzak, çağımızın bir hastalığı ya da buhranı olarak ortaya çıkmaktadır.
Yalnızlığı, insanın kendine yetmesi olarak düşünen ve özgürlüğün de ancak yalnız kalındığında gerçekleşeceğini ifade eden Schopenhauer, dayanışmaya ve toplumsallığa karşı yalnızlığı tercih eden filozofların başında gelmektedir. Çünkü, dayanışma başkalarıyla birlikte varolmaktır. Başkalarıyla birlikte varolmak ise bizi kendimiz olmaktan çıkarır. "Her kişi ancak kendi kendisiyle en yetkin uyum içinde olabilir". Yalnızlığa ve kendi yalnızlıkları içinde kendilerine katlanma yetenek ve gücünden yoksun olanlar, toplumcul olanlardır.
Schopenhauer'e göre acılarımızın kaynağı ve ruh dinginliğini tehlikeye atan toplumdur. Gerçi, dünyanın en temel gerçekliği kötü oluşudur ve yaşam acılarla doludur. Bundan kurtulmayı engelleyen unsurların başında toplum gelmektedir.
Heidegger'in de ifadesiyle birlikte varolmak hayatı günlükleştirir ve günlükleşmîş bir hayattan da insan olmayı beklemek hemen hemen imkânsızdır. Nitekim bütün olağanüstü kafaların seçtiği yalnızlık hatta daha da ötesi inzivadır. "Kendini tecrit ve yalnızlık eğilimini besleyen duygu aristokratça bir duygudur". Bütün kötümserlerde olduğu gibi, bütün dış koşullardan ve her türlü uyarıcılardan kendimizi soyutlamayı ve dünyadan el etek çekmeyi öğütleyen Schopenhauer'in düşünceleri, Budacı bir ahlâkla sonuçlanır.
Kişinin yalnızlığını, özellikle terkedilmişlik ve bırakılmışlık gibi kavramlarla metafizik açıdan ele alanların başında varoluşçu filozoflar gelmektedir, Varoluşçular, hareket noktası olarak ta insanın sübjektifliğini ele alıp, ben'in başka benlerle olan ilişkilerini de fenomenolojik bir tarzda tasvir etmeye çalışırlar.
Fenomenoloji, kendisine bilinci konu edinen disiplinlerin başında gelmektedir. Acaba fenomenoloji açısından ben'in başka ben'e açılması ve onunla iletişime girmesi olanaklı mıdır? Başka ben ifadesinden, genel olarak, benim gibi olan, benimle beraber yaşayan hemcinslerimin ben'i söz konusu edilmektedir. Böyle bir durumda, Edmund Husserî'in de işaret ettiği gibi, başka ben için şu iki nitelik ortaya çıkar:
1) Başka benler birer varlıktır, onlar da bu dünyanın bir parçasıdırlar,
2) Ama onların benim için olan varlığı masa gibi, bitki ya da hayvan gibi bir varoluş değil, tıpkı benim gibi birer süje oluşlarıdır.
Başka ben, bir süje varlığı olarak değil de, bir obje olarak düşünülür ve o donuklaştırılacak olursa, bir süjeler arası ilişkiden ve bir süjeler birliğinden bahsetmek olanaksız olacaktır. Kendi kendine yeten, kendini kendi yalnızlığı içerisinde kavrama olanağına sahip olan bir ben için başkası ya da başka ben hiçbir anlamı ifade etmeyecektir. Ama insan, kendi yalnızlığı içerisinde kendini kavrama ve varlığını ortaya koyma olanağına sahip midir? Descartes'ın COGITO'su böyle bir olanağın varlığına işaret eder gibidir. Ancak bu soruya evet cevabını vermek de pek mümkün görünmemektedir. Çünkü COGITO gibi bir ilke tek gerçeklik olarak kabul edilir ve diğer herşey bu gerçeklik üzerine inşaa edilirse, ulaşılacak olan nokta, mutlak idealizmin içine düştüğü solipsizmden başka bir şey değildir, "Kendi ben'imden başka bir çok sonlu ben'ler (ruhlar) kabul etmeye dayanan" pluralist bir idealizm, belki daha doğru bir görüş olacaktır. Çünkü "başka ben'lerin de, bağımsız birer insan sübjektif olarak varolduğunu" ispata yönelmeyen bir süje, sadece kendi kendisiyle, kendi ben'iyle başbaşa kalmış olacak, kendini ortaya koyma ve keşfetme olanağından yoksun kalacaktır. Sartre'ın da dediği gibi, "başkası, hem varoluşum, hem de kendimi bilişim için gereklidir." Sartre'ın bu ifadesine rağmen, ileride görüleceği gibi, onun ben ile öteki arasındaki ilişkiyi çözebüdiğine ve bütün insanların bir dayanışma sergileyebilecekleri felsefi bir görüş hazırladığına inanmak pek mümkün değildir.
İnsan varlığının kendini gösterdiği bazı temel fenomenler, insanla ilgili bazı varlık koşulları vardır. Bu temel fenomenlerden ya da insanı belirleyen koşullardan birisi yalnızlık, diğeri de dayanışmadır. Bu iki hal hem diyalektik bir ilişki içinde bulunur, hem de insan varlığının paradoksal bir yönünü belirtir. Çünkü ikisi birbirine karşıttır ama yalnızlık dayanışmaya dönüşmekle ortadan kaldırılmaya çalışılırken, başkalarıyla birlikte olma hali, çoğu kez, insanı da kendisine yabancı bir varlık haline getirir.
Yalnızlık, insan bilincinin kendi üstüne katlanması ve kendi kabuğunun dışına çıkamaması şeklinde değerlendirilip tanımlanabileceği gibi, daha derin bir temelden, ontolojik bir gerçekten de kaynaklanabilir. Ayrıca günümüz insanının bireyselliği ve teknoloji karşısındaki olumsuz durumu da bir yalnız öğesi olarak ifade edilebilir. Kısacası, yalnızlığın farklı ortaya çıkış koşullan ve aldığı değişik anlamlar vardır. Dayanışma ise, kendi kendisiyle yetinemeyen bilincin, kabuğunu kırarak kendisiyle aynı kadere ve aynı içeriklere sahip diğer bilinçlerle olan birleşme isteğinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Yalnızlık, insanı kendi öznelliğine mahkûm ederken, bu mahkûmiyetten kurtulmak için kendi öznelliği içerisinde kendini gerçekleştiremeyen insan ya pratik faydalar ya da bu faydaları aşan aşk ve dostluk adına veya daha yüce amaçlar uğruna kendini diğer insanlara açar. Dayanışma, ben ile ötekiler arasında kurulacak olan insanî bir olgu olarak gerçekleşir. Bir bakıma, yalnızlık ve dayanışma sorunu, ben ile ötekiler arasındaki ilişkinin kurulup kumlamayacağıyia ilişkili olarak ortaya çıkan bir sorundur.
Bizim burada yalnızlıktan kastımız, yukarıda ifade edilen bütün yalnızlık türleri değildir. Sözgelimi, yalnızlıktan, psikiyatristlerin anormal diye anladıkları tutumu değil, insanın kendi bireyselliğini aşan ve insan durumu olarak nitelendirilebilecek olan evrensel ve ontolojik bir hakikati kastediyoruz. Çünkü psikiyatristler, özellikle Freud, narsizmi yalnızlık ile açıklamaya çalışır ve narsist bir tutumu da ya libidonun (yaşam içgüdüsünün), "yasamın ilk aylarından beri 'ben'in içine sıkışıp kaldığından, (onun) dış dünyaya yöneltilmesi engellenmiş olur. Bunun sonucu giderek şişen 'ben', kendisinin önemli, kusursuz ve ayrıcalıklı bir varlık olduğuna inanır" ya da "yetişkin yaşamda dış dünyayla ilişkilerde ağır bir düş kırıklığı yaşanması sonucu, libido dış dünyadan egoya geri çekilir" ve her iki durumda da birey, kendisini herşeyin merkezine alır, bu suretle de çevreden tamamen uzaklaşır. Bu tutum, hastalıklı bir bireyin tutumudur, psikolojik ve kişisel olduğu için de ontolojik ve felsefî bir yalnızlık türü olarak değerlendirilemez.
Yalnızlığı, insanın temel ontolojik gerçekliği olarak ele alan ve insanlık durumunu en iyi ifade eden kavramın da yalnızlık olduğunu söyleyen filozofların sayısı hiç de az değildir. Hatta pek çok dini tutum bile yalnızlığı yaşama biçimi olarak önermekte ve bazı din temsilcileri bu hali bizzat yaşamak suretiyle idealleştirmektedirler. Örneğin, Hint ve Uzak Doğu dinlerinden çoğu ve özellikle Budizm, böyle bir yaşama tarzını öğütlemektedir. Çünkü hayatın esası acıdır.
Acıdan kurtulmanın tek yolu da Nirvana'dır. Acının nedeni, yaşama olan susamişlıktır. Yaşama olan susamışlıktan kurtulmak, acıdan kurtulmaktır ve bunun adı da Nirvana'dır. Ama Nirvana'ya toplu halde gidilmez. Birey, aşırı çilecilik ile dünyaya ve yaşama bağlılık arasında bir ortayol tutarak, kurtuluşa ancak kendisi ulaşabilir. Böyle bir bireyin toplumsal sorunlarla ilgisi yoktur.
Sorun, bireyin kendi benliğinde ve bencilliğindedir. Kurtuluş ta yine kendi elindedir. Bundan dolayı Buda öğrencilerine şöyle der: "Kendiniz kendinize ışık olun, kendi dışınızda olan dışınızdan gelebilecek hiçbir şeyden destek, dayanak aramayın, kendinize gerçeği ışık yapın". Kurtuluşu kendi elinde olan ve sadece gerçeği ışık yapan insanlar Budizm'de bir cemaat oluşturmaktan da geri kalmazlar. Çünkü Budizm, "birlikte varolma ilkesini" uygulamaya koymuş, ahlâk açısından da "çokluğun iyiliği, çokluğun mutluluğu" iyi ve kötünün temel ölçütü olarak kabul edilmiştir. Budizm dışında, ilahi dinlerin mistik yorumlarında da aynı yalnızlık temasının çok güçlü bir şekilde vurgulandığı bir gerçektir. Hıristiyanlıkta manastır hayatı yaşayan rahip ve rahibelerin, İslâmiyet'te kimi tarikat üyelerinin toplumsal ve doğal çevreye kayıtsız kalarak, yalnız bir yaşamı tercih ettikleri de bilinmektedir. Ama bu tür anlayışlar yalnızlığı, yaşamın bir sonucu oiarak görmekteler ve insanın ontolojik gerçekliğinin yalnızlık olduğunu anlamaktan uzak kalmaktadırlar. Çünkü yalnızlığı, insanın temel ontolojik gerçekliği olarak görmek, yalnızlığın bir sonuç değil, bir temel olduğunu ortaya koymak demektir.
İlkçağ filozoflarından itibaren, çağımızın varoluşçu filozoflarına kadar yalnızlık ve yalnızlıktan başkalarına doğru iletişim felsefenin en önemli problemlerinden birisi olagelmiştir. Kyniklerde, Stoalılarda mutlulukçu ahlâk açısından kayıtsızlık hali yalnızlığa ve insanın bireyci bir iç huzuruna yönelmesini doğurmuştur. Çünkü ruh sükûnu dediğimiz ataraxia, her türlü uyarıcının etkisinden kurtulmakla mümkündür. Hıristiyanlıkta ilk günahla ilgili olarak insanın düşüşü teması, Leibniz'in monadlarımn tekliği ve dışa açık pencerelerinin olmayışı, Rousseau'nun Yalnız Gezerin Düşleri'nde anlattığı ve "yalnızlığımda, onlarla (diğer insanlarla) birlikte yaşıyor olmaktan yüz defa daha mutluyum" ' derken kastettiği düşünceler, bütün varoluşçu filozoflarda insanın bırakılmışlığı düşüncesi, Rousseau'nunki hariç olmak üzere, genelde hep ontolojik kaynaklı yalnızlık anlayışlarıdır. Yalnızlık sorununa bu açıdan bakıldığında, insan hayatı özünde yalnızlıktır, Ortega'nın tabiriyle "kökten yalnızlıktır. Çünkü hayatımı yaşamak, yalnız benim gerçekleştirmem gereken birşeydir. Hiçbir anımı başkasına aktaramam, hayatımı yaşaması için başkasına vekalet veremem, bir başkasının da vekaletini üstlenemem.
Yalnızlık teriminin anlamını çağrıştıran başka kavramlar da vardır. Bunlardan en önemli olanı da tek olmaktır. Yalnız olan tek ve biricik olan değildir. Tek olmak, biricik olmak, kendisinin eşi ve benzeri bulunmamak demektir. Örneğin Tanrı, bu anlamda tektir, biriciktir. Dolayısıyla Tanrı'ya yalnızlıktan ziyade teklik ve biriciktik yüklenmelidir. Yalnızlık, aynı cinsten başkalarının varlığını gerektirir. İnsan, koskoca bir evrende, diğer insan varlıklarıyla, "onlarla birlikte yalnızdır".- Yalnızlık ya da yalnız kalma, "başkalarından yoksun kalmaktır".
Buradaki yoksun kalmak ifadesi, hem terkediş hem de terkediliş anlamındadır. Ancak terkediş ya da terkediliş yoluyla ortaya çıkan ve başkalarından yoksun kalma olarak nitelendirilen yalnızlık, bir insanlık durumunu ifade etmekten ziyade, bir toplumsal ilişkiler ağı içerisindeki yalnızlık türünü düşündürtmektedir.
Hangi anlamda olursa olsun, insan varlığının temel özelliği olan yalnızlığını onaylamaya imkân veren pek çok neden vardır. Başkalarıyla konuşmak ya da dostluk kurmak isteğimizin temelinde yatan neden, yalnızhğımızdır. Başkalarıyla konuşmak veya onlarla dostluk kurmak, onlarla paylaşabileceğimiz bir ortaklığımızın bulunduğunun kabulüne dayanır. Böyle bir kabule dair inancı olan herkes, başkalarıyla iletişim kurma ihtiyacına da sahiptir. Eğer, yalnızlık bizim temel gerçekliğimiz olmasaydı, başkalarına doğru yönelme ihtiyacımız da olmayacaktı ve zaten bu durumda başkalarıyla hep birlikte varolmuş olacaktık.
Ayrıca her insanın, başkalarıyla çakışmayan, kesişmeyen ve örtüşmeyen, hiçbir zaman da çakışamayacak, kesişemeyecek ve örtüşemeyecek olan bir "kendi burada olma" özelliği vardır. Her insanın başkasına aktırılamayan, aktarılamayacak olan, başkasıyla paylaşılamayan ve paylaşılamayacak olan bir mahremiyeti, bir özel alanı vardır. Bu mahremiyet ya da özel alan, insanı kamusal alandan ayırır ve kamusal alanın dışında ona kendi başına bir varlık, bir otonomluk sağlar. İnsanın kendi burada olma özelliğiyle mahremiyeti başkalarınınkilere yabancıdır. Bu yabancılık, ortadan kaldırılabilir, yok edilebilir bir şey de değildir. Bu iki hal de yine yalnızlık nedenidir.
Çağımız insanının teknoloji karşısındaki durumu ve makineye bağımlılığı, kapitalizmin egemenliği ve bu egemenliğin sonucunda, Hobbes'un insanın doğal durumundaki "insan insanın kurdudur" anlayışının günümüze taşınmış olması da, toplumsal anlamda insanları yalnızlığa itmektedir. Ancak bu yalnızlık bilgisayar ve televizyon karşısında oturup kalan insanın yalnızlığı ya da topluma yem olmak istemeyen ve yaşamını günlükleştirmeyen açık görüşlü insanın yalnızlığıdır. Küçülen dünya, teknolojisiyle insanı kendi başına olmaya itmiş ama aynı teknoloji insanın en mahrem dünyasına kadar da nüfuz etmek suretiyle de, insanın iç dünyasını bile ifşa etmeye başlamıştır. Ancak, burada söz konusu edilen yalnızlık ta ontolojik olmaktan uzak, çağımızın bir hastalığı ya da buhranı olarak ortaya çıkmaktadır.
Yalnızlığı, insanın kendine yetmesi olarak düşünen ve özgürlüğün de ancak yalnız kalındığında gerçekleşeceğini ifade eden Schopenhauer, dayanışmaya ve toplumsallığa karşı yalnızlığı tercih eden filozofların başında gelmektedir. Çünkü, dayanışma başkalarıyla birlikte varolmaktır. Başkalarıyla birlikte varolmak ise bizi kendimiz olmaktan çıkarır. "Her kişi ancak kendi kendisiyle en yetkin uyum içinde olabilir". Yalnızlığa ve kendi yalnızlıkları içinde kendilerine katlanma yetenek ve gücünden yoksun olanlar, toplumcul olanlardır.
Schopenhauer'e göre acılarımızın kaynağı ve ruh dinginliğini tehlikeye atan toplumdur. Gerçi, dünyanın en temel gerçekliği kötü oluşudur ve yaşam acılarla doludur. Bundan kurtulmayı engelleyen unsurların başında toplum gelmektedir.
Heidegger'in de ifadesiyle birlikte varolmak hayatı günlükleştirir ve günlükleşmîş bir hayattan da insan olmayı beklemek hemen hemen imkânsızdır. Nitekim bütün olağanüstü kafaların seçtiği yalnızlık hatta daha da ötesi inzivadır. "Kendini tecrit ve yalnızlık eğilimini besleyen duygu aristokratça bir duygudur". Bütün kötümserlerde olduğu gibi, bütün dış koşullardan ve her türlü uyarıcılardan kendimizi soyutlamayı ve dünyadan el etek çekmeyi öğütleyen Schopenhauer'in düşünceleri, Budacı bir ahlâkla sonuçlanır.
Kişinin yalnızlığını, özellikle terkedilmişlik ve bırakılmışlık gibi kavramlarla metafizik açıdan ele alanların başında varoluşçu filozoflar gelmektedir, Varoluşçular, hareket noktası olarak ta insanın sübjektifliğini ele alıp, ben'in başka benlerle olan ilişkilerini de fenomenolojik bir tarzda tasvir etmeye çalışırlar.
Fenomenoloji, kendisine bilinci konu edinen disiplinlerin başında gelmektedir. Acaba fenomenoloji açısından ben'in başka ben'e açılması ve onunla iletişime girmesi olanaklı mıdır? Başka ben ifadesinden, genel olarak, benim gibi olan, benimle beraber yaşayan hemcinslerimin ben'i söz konusu edilmektedir. Böyle bir durumda, Edmund Husserî'in de işaret ettiği gibi, başka ben için şu iki nitelik ortaya çıkar:
1) Başka benler birer varlıktır, onlar da bu dünyanın bir parçasıdırlar,
2) Ama onların benim için olan varlığı masa gibi, bitki ya da hayvan gibi bir varoluş değil, tıpkı benim gibi birer süje oluşlarıdır.
Başka ben, bir süje varlığı olarak değil de, bir obje olarak düşünülür ve o donuklaştırılacak olursa, bir süjeler arası ilişkiden ve bir süjeler birliğinden bahsetmek olanaksız olacaktır. Kendi kendine yeten, kendini kendi yalnızlığı içerisinde kavrama olanağına sahip olan bir ben için başkası ya da başka ben hiçbir anlamı ifade etmeyecektir. Ama insan, kendi yalnızlığı içerisinde kendini kavrama ve varlığını ortaya koyma olanağına sahip midir? Descartes'ın COGITO'su böyle bir olanağın varlığına işaret eder gibidir. Ancak bu soruya evet cevabını vermek de pek mümkün görünmemektedir. Çünkü COGITO gibi bir ilke tek gerçeklik olarak kabul edilir ve diğer herşey bu gerçeklik üzerine inşaa edilirse, ulaşılacak olan nokta, mutlak idealizmin içine düştüğü solipsizmden başka bir şey değildir, "Kendi ben'imden başka bir çok sonlu ben'ler (ruhlar) kabul etmeye dayanan" pluralist bir idealizm, belki daha doğru bir görüş olacaktır. Çünkü "başka ben'lerin de, bağımsız birer insan sübjektif olarak varolduğunu" ispata yönelmeyen bir süje, sadece kendi kendisiyle, kendi ben'iyle başbaşa kalmış olacak, kendini ortaya koyma ve keşfetme olanağından yoksun kalacaktır. Sartre'ın da dediği gibi, "başkası, hem varoluşum, hem de kendimi bilişim için gereklidir." Sartre'ın bu ifadesine rağmen, ileride görüleceği gibi, onun ben ile öteki arasındaki ilişkiyi çözebüdiğine ve bütün insanların bir dayanışma sergileyebilecekleri felsefi bir görüş hazırladığına inanmak pek mümkün değildir.