İNSAN VE DOĞA İLİŞKİSİ ÜZERİNE

Kubilay Aysevener

İnsanlık doğa ile olan ilişkisinde başarısızlığa mı uğradı? Bu soru her ne kadar bizi, insanın serüvenini izlemek bakımından ağır bir yük altına soksa da, günümüzde karşı karşıya kaldığımız çevre sorunları gözönünde tutulduğunda, gerçekten de, doğayla olan ilişkimizi yemden gözden geçirmemizi gerekli kılmaktadır. Son yüzyıldır, özellikle Endüstri Devriminin hemen ardından başlayan yoğun sanayileşme süreci, kentleşme ve nüfus yoğunluklarının artması, doğanın ve doğal yaşamın hızla bozulmasına yol açmıştır. Yeryüzünde yaşayan birçok canlı türü doğal ortamlarından kopartıldıklan için yokolma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış, ekolojik denge, çeşitli kimyasal sanayi atıklarıyla giderek bozulmuş ve hala da bozulmaya devam etmektedir. Belki de yüzyıl sonra bu tehlikeli süreç, dünyadaki her şeyle birlikte, insanoğlunun da sonunu getirecektir. Bu yüzden bu sorun, tek tek ülkelerin değil, bütün ülkelerin, en başta da sanayileşmiş ülkelerin bir sorunu olarak karşımızda durmaktadır.

İnsan doğada varlık bulan ve yaşamını sürdürebilmesi için de, zorunlu olarak doğayla ilişki içinde olmak durumunda olan bir canlıdır. Bu ilişki, parçası olduğu doğa içinde kendi gereksinimlerini karşılamaya dönük bir çabadır. Her şeyden önce, O, ekosistemin bir parçasıdır ve diğer canlılarla birlikte aynı besin zincirinin bir halkasını oluşturmaktadır. Böylesi bir bakış açısıyla, ister istemez insanı doğal evrimin bir uzantısı olarak görmüş oluruz. Bu yönüyle insan, dış çevreye bağımlıdır ve onun yasalarına boyun eğer. Bu onun özelliğinin bir yönüdür. İnsanın, doğanın yasalarına bağlı olan fizyolojisinin yanı sıra, özgür seçmelerinin kaynağı olan aklı da vardır ve o, aklıyla bir kültür dünyası yaratmıştır. O, bu özelliğiyle, kendisini doğanın sınırlandırmalarından kurtarmış ve onun bir parçası olmaktan sıyrılmıştır. Bir yandan fizyolojik gereksinimlerini, öte yandan tinsel gereksinimlerini karşılamak arzusu, insanın bu gereksinimlerini kendi estetik beğenisiyle bütünleştirerek çevresini şekillendirmesinde önemli rol oynamıştır.

İnsanın geliştirmiş olduğu yaşam teknikleri ve bu yaşam tekniklerine bağlı olarak çevresini yeniden ve yeniden düzenlemesi, onun, doğal yaşam alanının dışında yeni bir yaşam alanı oluşturmasına aracılık etmiştir. İşte, insanın kültürel gelişimi sonucu, kendisini doğal yaşam alanının dışına taşıması, aynı zamanda, onun, doğanın dengesini dedeğiştirici bir unsur haline dönüşmesine neden olmuştur. En başta, kendisini doğal besin zincirinin dışına çıkarmıştır. Çünkü artık, yanızca çevresinde bulduklarıyla yetinmeyen, yanı sıra, başka başka yerlerdeki canlıları da tüketen, dahası artık kendisi için üretim yapabilen bir varlık olmuştur. Ancak, üretiminin her yeni aşamasında, üretmiş olduğu her yeni teknolojik araç ve her yeni teknik uygulamayla birlikte, bir ya da bir kaç canlı türünün yeryüzünden yokolmasına yol açmış; buna karşılık, kendi türünün nüfusunu hızla arttırmış ve artıştan kaynaklanan tüketim sorununu çözme başarısını ancak teknik güç kullanımıyla sağlamıştır. Bunun sonucu olarak da, teknik güç kullanımı, insanı kendi yarattığı aletlerin ve makinaların birer parçasına dönüştürerek, onu üretimin bir aracı yapmıştır; bir anlamda, her şeyi olduğu gibi, onu da metalaştırmıştır.

Yalnızca insanın kendi yaşam koşullarının korunması ve iyileştirilmesine odaklanmış bir dünya tasarımı, Habermas'm da vurguladığı gibi, başlangıcından beri hem teknik güç kullanımı ve hem de kurumsallaşmayla belirlenmiştir. Habermas şöyle der:

"Amaç-rasyonel eylem, toplumsallaşmış öznelerin kendilerini kollektif olarak korumalarını, hayvan cinslerinin türlerini korumalarından ayıran etkin uyum sağlama biçimini temsil eder. Önemli yaşam koşullarını nasıl denetim altına alacağımızı biliriz, bu demektir ki, dış doğaya yalnızca uyum sağlamak yerine, dış koşullan nasıl kendi gereksinimlerimize uydurabileceğimizi biliriz."

Ancak, dış koşulları kendi gereksinimlerimize uydurabilme becerimiz sayesinde, bugün artık, gitgide insan yaşamını da tehdit eden bir yönelişin içine girilmiştir. Bundan sonra, yalnızca doğanın korunması değil, aynı zamanda insan yaşamının da korunması, gelecekteki tasanmların insanı ve doğayı uyumlu bir birlik içinde gözetmesine bağlıdır.

Elbette bütün bunlar, bugünkü iktidar anlayışlannın yeniden gözden geçirilmesini gerekli kılmaktadır. Çünkü yalnızca tüketime odaklanmış ve ekonomik ilişkilerle kendisini ayakta tutan devlet sistemleri, dünyanın ve insanın, giderek her yönüyle daha hızlı bir biçimde tüketilmesine neden olmaktadırlar. Bu anlamda, insanlığın günümüzde karşı karşıya kaldığı en ciddi tehdit, kendisine doğaya ve insana egemen olmak hedefini seçmiş politik sistemlerin sahip olduklan bilim ve teknolojinin bünyesindeki yıkıcı güç olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilimsel olarak elde ettiklerimiz, onlan uygulama yeteneğimizi çoktan aşmıştır. Diğer bir deyişle, doğayı kontrol etme gücümüz kendimizi kontrol etme gücümüzle ters orantılı olarak gelişmiştir. Örneğin, doğal kaynakların hızla tüketilmesine neden olan bir tüketim toplumunun yaratılması, her alanda tüketimin yaygınlaştırılmasma yolaçmış, insanın ve doğanın daha fazla sömürülmesine zemin hazırlamıştır. Kendilerini bu ikilemden kurtaramayan bugünün dünya devletleri, tüketimi ve sömürüyü, bugün artık kendi varlık sebepleri haline dönüştürmüşlerdir. Batıda vahşi kapitalizm olarak adlandırılan bu sistem, özünde, bütün gelişmişliğine karşın insanın yine aynı insan olduğunu duyuran ve bir zamanlar vahşinin zihninde olup bitenlerin, şimdi artık, elinde daha korkutucu aletlerle birlikte modern insanın zihninde olup bitmekte olduğunu kanıtlayan bir ilişkiler yumağını ifade etmektedir. Bu anlamda, zihnimizin bugünkü teknik becerisine karşılık gelen bir etik değer, ne yazık ki, oluşturulamamıştır. En basitinden, günümüzün gelişmiş teknik araçlarıyla yapılmakta olan savaşlarının nedenleri üzerinde düşünmek bile, zihnimizin henüz o gelişime karşılık gelmediğinin bir göstergesi olacaktır. Yaşamın bütününü ekonomikleştirerek, toplumsal sorunları ve özneyi de ekonomikleştiren kapitalizm, insanın özgürlüğünü de ekonomikleştirmiştir. Yaratılan tüketim toplumunun bireylerinin özgürleşebilmesinin yolu tüketim olmuştur. Bu süreç Bookchin tarafından şöyle dile getirilir:

"Toplumun üretim için üretim kuralıyla yönetildiği ve büyümenin ölümün tek panzehiri olduğu bu nicel denklikler alanında, doğal dünya doğal kaynaklara, benzersiz bir başıboş sömürü alanına indirgenir. Kapitalizm, doğanın insan tahakkümüne sokulması doğrultusundaki kapitalizm öncesi nosyonu onaylamakla kalmaz, aynı zamanda doğanın talanını toplumun temel yasasına dönüştürür."

Böylelikle, geleneğinden ve tarihinden kopartılan özneler, etik yaşamanın maddi yaşamla olan ilişkisini yeniden kurmaya zorlanmış olurlar. Bir talan etiği gibi karşımızda duran bu yeni ilişki biçimi, özellikle basın ve yayın kuruluşları aracılığıyla, tüketimle özgürleşmeyi örtüştürdüğü için insanın kendisine ve doğaya karşı hızla yabancılaşmasına yol açmaktadır.

İnsanı ve doğayı denetim altına almayı ve bunu her şeye rağmen yapmayı göze alan yönetim anlayışlarıyla, bugünün dünya devletleri, doğayı ve insanı kendi estetik beğenilerine göre biçimlendirmeye ve yeni bir doğal denge oluşturmaya çalışıyorlar. Oysa bu estetik beğeni doğayı ve dolayısıyla insan yaşamını tehdit etmekten başka bir şeye hizmet etmemektedir. Her şeyden önce, doğal yaşam alışkanlıklarından teknik yaşam alışkanlıklarına geçiş, doğal dünyanın, giderek teknikle biçimlendirilmiş bir yapay dünyaya dönüşmesine neden olmaktadır. Böylelikle doğal yaşam alanları giderek yapay yaşam alanlarına dönüştürülmektedir. Hatta soyu tükenmekte olan birçok canlı türü için bile yapay yaşam alanları oluşturulmuştur. Bugün teknoloji sahibi insan, doğanın kendiliğinden akışını da bozmaya başlamıştır. Bütün bunlar, çok kısa bir zaman sonra, doğanın insan olmaksızın dengesini koruyamayacağı bir evreye bizi ulaştıracaktır. Öyle ki, teknolojiyle bozulan doğal denge, yine teknolojiyle korunan bir yapay dengeye dönüşecektir. Belki de sonunda, dünyamızı bir uzay gemisine dönüştürecek ve onu sürekli olarak idare etmek durumunda kalacağız. Bizsiz varlığını sürdüremeyecek bir dünya ve dünya olmaksızın da varlığını sürdüremeyecek olan insanlık soyu. Bu olumsuz etkileşim içinde, sonsuza dek, varlığını sürdürebilmek için sürekli yeni teknolojiler geliştirmeye mahkum edilmiş insan. Belki de yazgımızın trajik yönüyle yüzyüze kalmaktayız. Bu trajik durumu, Horkheimer ve Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği adlı çalışmalarının önsözünde kendi amaçlarını belirlerken, "amacımız, insanlığın gerçekten insani bir düzeye çıkmak yerine niçin yeni türden bir barbarlığa düştüğünü anlamaktan fazlası değildi" diyerek, açık bir biçimde ortaya koymuşlardır.

Gerçekten de, Batı kültürü, hümanizmayı temele alan ancak sonunda insanı bir barbara dönüştüren gelişim çizgisi izlemiştir. Böylelikle insanın hem toplumla olan ve hem de doğayla olan bağları kopmaya başlamıştır. Bunun nedenini, Félix Guattari şöyle ortaya koyar:

"Sorunların tümü üzerine iktidarların ve bireylerin yazgıcı edilgenlikleri ve vurdumduymazlıkları olmuştur. Yıkıcı olsun ya da olmasın, olumsuz gelişmeler oldukları gibi kabul edilmiş, yapısalcılık ve post-modernlik gibi düşünceler, somut insani müdahalelerin doğruluğunu bir yana atan bir dünyaya bizi alıştırmıştır."

Elbette akıl, insanı doğal yaşam zincirinin dışına taşımıştır. Onu doğadaki diğer canlılardan ayırmıştır. Onu ayrıcalıklı kılmıştır. Ancak o da doğanın bir parçasıdır, böyle olduğuna göre, "insanın bu yıkıcı özelliğinin doğaya uygulanması mantıklı değil midir?", diye kendimize sorabiliriz. Ya da, "insanın kendi yaşam alanını genişletmesi ve bunu güvence altına alması gerekmemekte midir?", "İnsanın kendi yaşamım güvence altına almak istemesi, ister istemez onun kendi yaşam alanı için tehdit oluşturan tüm unsurları ortadan kaldırmasını ya da denetim altına almasını gerektirmez mi?" Bu anlamda, "vahşiyi ya da vahşi yaşamı denetim altına almak ya da ortadan kaldırmak ve kendi uygar yaşamını yaymak ya da geliştirmek onun ilk hedefi değil midir?" Bu sorular daha da arttırılabilir; ve bütün bunların, insanın uygarlaşmasının bir göstergesi olarak araçsal aklın ve bunun sonucu olan teknik gelişmenin, aynı zamanda insanın tehdit altındaki yaşamının korunmasının zeminini oluşturduğu düşünülebilir. İnsanın çevresini değiştirmesinin altındaki duygu belki de budur.

Bütün bunlara ilişkin olarak, başlangıcından beri çok çeşitli yaşam ve doğa tasarımları ortaya çıkmıştır. Bu tasanmlann her biri, aynı zamanda insanın doğaya yaptığı etkinin sınırlarını çizmiştir ve yine, başlangıcından günümüze her tasarım, doğal yapının korunmasının nasıl olanaklı olacağı ve insanın çevreye karşı sorumluluklarının neler olması gerektiği konusunda bir çevre etiğinin geliştirilmesini gerekli kılmıştır.

Doğaya ve yaşama saygı sınırlan içinde belirlenen etik ilkeler, insanın mutluluğu ve doğanın sürekliliği kavramları çerçevesinde biçimlenmiştir. Bu tasarımlar, insanın doğaya karşı tavrının farklı birer aşamasına karşılık gelmiş ve her biri farklı birer yaşam kaygısının ve doğaya karşı farklı birer etik anlayışın açımlaması olmuşlardır.

Peki, nasıl bir tasarım bizi bu trajik noktaya ulaştırmıştır? Bu kırılma noktasının Modern Çağın 'doğaya egemen olmak' düşüncesi içinde geliştiğini yadsıyamayız. Kendisini, Bacon'un, "bilmek egemen olmaktır" savına ve Descartes'ın mekanik doğa anlayışına dayandıran modern gelenek, bilimsel ve teknik bilgisiyle doğayı kontrol etmeye ve ona egemen olmaya çalışmış ama sonunda, ne yazık ki kendisi, yaratmış olduğu Frankeistein'm kontrolüne girmiştir. Bir zamanlar, Condorcet'nin, insanın ilerlemesinin ve özgürleşmesinin tek yolu olarak gösterdiği bilim ve teknoloji, onu özgürleştirmek yerine köleleştirmiştir. Artık onlarsız neredeyse hiçbir şey yapılamamaktadır. Bugün artık, seri üretimin ve seri tüketimin egemenliği altında yeni yaşam alışkanlıkları ve değerleri oluşturulmuştur. Teknoloji bu anlamda, Konrad Ott'un da belirttiği gibi, "kendi içinde anlamı olmayan, ama direnen doğanın bize bolca vermediği şeyleri ondan almamıza yarayan bir kaldıraç düzeneği" olmuştur.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP