JEAN-JACQUES ROUSSEAU'NUN EGEMENLİK ANLAYIŞI - 2

Rousseau'daki genel irade, özellikle bir ortaklık eylemini gerçekleştirmekten başka bir şey değildir. O, Toplumsal Sözleşme adlı eserinde, bir ortaklık yaratmakta, yarattığı bu ortaklık toplum olmakta ve ortaklığın her bir ortağı da toplumun üyesi olan yurttaş olmaktadır. Ancak Hegel (1770-1831), Rousseau'nun bu tespitine karşı çıkmaktadır . Hegel'e göre, devletle yurttaş arasında bir anlaşma yapılması kesinlikle mümkün değildir ve devlet asla bir "ortaklık edimi" olarak kabul edilmeyecektir. Hegel, Rousseau'nun "genel irade" kavramından oldukça etkilenmiş ve bunu yepyeni bir düşünce olarak görmüştür. Buna rağmen, onun sözleşme kavramını da aynı oranda eleştirmiştir. "Rousseau, halkı bir somut gerçeklik olarak düşünmekte, bir tek onu, yine onu meydana getiren, onun yaşamım ortaya çıkaran bütün herkesin istencini kapsama ve temsil etmede muktedir görmektedir" . Bu bağlamda şunu söyleyebiliriz: Sözleşme aracılığı ile devletle yurttaş arasında ortaya çıkan ilişki, yani her bir ortağın devletle angajmanında ve vaadinde, aynı anda hem ortaklık eylemini hem de yurttaşın özgürlüğünü belirleyen çift yönlü bir ilişkinin varlığı söz konusudur.

Rousseau'nun toplumsal sözleşmesinin odağını oluşturan egemenlik kavramı, Rousseau bağlamında ancak eşitlik ve eşitsizlik kavramlarının açılımının yapılması ve anlamlı hale getirilmesiyle anlaşılabilir. Ona göre eşitlik, "sözde yasal bir kurgu değildir. Eşitsizlikte, başkalarının katlanabileceği bir şey değildir"' . O, bütün kusurlarımızın eşitsizlikten kaynaklandığını söyler. Bu bağlamda da, etik dünyanın bütünüyle yeni bir bakış açısıyla ele alınması gerektiğini ifade eder. Bu, toplumun çoğunluğu tarafında da böyle görülmektedir' .

Rousseau, eşitliğe dayalı sosyal bir düzen kurma isteğinden hiçbir şekilde çekinmemiştir. Yaşamı boyunca bu amaca dönük çalışmalar ve eylemler sergileyen Rousseau, ortaya koymuş olduğu toplum sözleşmesi modeliyle de, insan özgürlüğünün garanti altına alınması yolunda ufuk açmıştır. Eşitliği temele alarak yaratmaya çalıştığı toplum modeli Rousseau için, en ideal toplum modelidir ve bu modelde herkes kendini, kendi koymuş olduğu kurallarla bağlayarak ve herkes kendi üzerinde başkasına tanıdığı hak kadar başkaları üzerinde hak kazanarak yaşamını devam ettirir. Böylece, hiç kimse bir başkasından gücü aracılığıyla az veya çok herhangi bir kazanım elde edemez. Yani, herkes eşit ölçüde haktan ya da haksızlıktan kendine düşen payı alır.

"Eşitlik, herkesin gücünü şiddet kullanmadan yasalara uygun olarak kullanmasıdır ve yine eşitlik hiç kimsenin başka bir insanı satın alabilecek kadar zengin olmaması ve yine hiç kimsenin kendini satmak isteyecek kadar da yoksul olmamasıdır" . Kendini bu koşullarda topluma bağlayan bireyler aslında hiç kimseye bağlanmamış sayılır.

Rousseau, bireylerin kendi koydukları kurallara yine kendilerinin uymalarını, sözünü ettiğimiz bağlamda özgürlük olarak ele almaktadır. Bir başka ifadeyle, kendi koyduğu kurallara uyan, yani otonom bir varlık olan insan, her bakımdan özgürdür. Doğadaki işleyiş çeşitli şekillerde eşitliği bozmaya yöneldiği için, yasalar eşitliği sağlamaya ve güveni tesis etmeye çalışacaktır. Yani eşitliği, yasa sağlayacaktır.

Yukarıda da söz konusu edilen egemenlik, genel iradenin kullanılması anlamına gelmektedir. Genel iradenin en önemli özelliklerinden birisi, devredilemez oluşudur. Genel irade başkasına verilemez, sadece devlet güçlerini kuruluş amacına, yani ortak iyiliğe uygun olarak yönetebilir. Rousseau açısından bakıldığında egemenlik, genel iradenin kullanılması anlamına geldiğine göre, genel irade hiçbir zaman başkasına devredilemez ve kollektif bir kişi olan egemen kişi, ancak kendi kendini temsil eder. Kısaca söylemek gerekirse, iktidar devredilebilir ama genel irade devredilemez

Rousseau'ya göre, "sözleşmenin özü gereğince, her türlü egemenlik işlemi, yani genel istemin her türlü işlemi yurttaşları eşit olarak bağlar ya da kayırır; öyle ki, egemen varlık yalnız ulusun bütününü tanır ve onu oluşturanlar arasında hiçbir ayrılık gözetmez. (...) Egemen varlıkla yurttaşların karşılıklı hakları nereye kadar varır diye sormak, yurttaşların kendilerine, bir kişinin herkese, herkesin de bir kişiye ne ölçüye kadar bağlanabileceğini sormak demektir. (...) Egemen varlık ne denli mutlak, ne denli dokunulmaz olursa olsun, genel sözleşmelerin sınırlarını aşamaz ve her insan, bu sözleşme gereğince, mallarından, özgürlüğünden kendine ne kaldıysa ondan tümüyle ve istediği gibi yararlanabilir. Öyle ki, egemen varlık, yurttaşlardan birini öbürlerinden daha çok yük altına sokmaya yetkili değildir. Çünkü, o zaman, iş özel alana girer ve bu yüzden egemen varlığın yetkisi dışında kalır" . Rousseau'ya göre, toplum sözleşmesinin amacı, sözleşmeyi yapanların her şart ve durumda korunmasıdır. Ona göre, politik yaşamın ilkesi egemen güçtedir. Egemen güç, "en yüce, en bağımsız güç, yasaları yapan yurttaşların birliğidir. (...) Egemen güç Rousseau'nun politik felsefesinde, Hegel'in düşündüğünün tersine, prens değildir. Yani hükümdar prens olamaz demektir bu. Buna karşın o, yurttaşların birliğini, halkı ve dolayısıyla da devleti temsil eden bir güçtür. (...) Rousseaucu egemen güç, hükümran güç kavramı, monarşi rejiminin en yüce ve tek güç olarak kabul edilmesinin reddini oluşturmaktadır. Buna karşın da o, halkı kendi evrensel gücünde var olan tek egemen güç ve hükümdar olarak kabul eder. (...) Dolayısıyla, devlet işlerini ve halkın yazgısın! ilgilendiren kararlar sadece tabanda ve taban tarafından alınacaktır. Bu, halk tarafından ve halk için demektir" .

Rousseau'nun siyasal görüşleri bağlamında bakıldığında, onun, merkeze yerleştirdiği güç ve iktidar halkın kendisidir. Kendisine devredilen ve onu kullanmakla görevlendirilen (kendileri adına, yani halk adına) egemen varlık (devlet), elinde sadece yasama gücü olan ve yalnızca yasalarla iş gören bir konumdadır. Yasalar da, genel iradenin birer yansımaları olduğundan, yasalarla iş gören devlet, bütünüyle genel iradeye göre ve onun istekleri doğrultusunda iş görecektir. Bu ise, bireylerin eşit ölçüde her şeyden yararlandığı ve haklarının aynı oranda korunduğu bir yönetim anlayışına ve dolayısıyla bireylerin özgürlüğe sahip olmaları anlamına gelmektedir.

Egemenlik kavramının içi tarih boyunca farklı anlamlarla doldurulmaya çalışılmış ve hemen her düşünür kendi bakış açısıyla egemenliğin kaynağını sorgulamıştır. Bu bağlamda Rousseau öncesi düşünürlerden olan ünlü İslâm düşünürü İbn-i Haldun (1332-1406) da, her toplumda, o toplumu yöneten bir iktidarın varlığını gerekli ve kaçınılmaz olarak görmektedir. Ona göre insanlar, doğası gereği başkalarına baskı yapma ve hakimiyet kurma, onların haklarını gasp etme vb. gibi olumsuz bazı kötülükleri kendilerinde barındırırlar. Dolayısıyla insanlan bu olumsuz durumdan kurtarmak ve herkesin mal ve can güvenliğini sağlamak için mutlak bir otoriteye yani bir iktidara, devlete gereksinim vardır. Bu noktada İbn-i Haldun, İngiliz filozofu olan Thomas Hobbes (1588-1679)'la aynı düşünmektedir. Hobbes'a göre de, insanlar birbirlerinin kurdudur ve onlar ancak bir güçle idare edilerek birbirlerine zarar vermeleri önlenebilir. Bu güçte iktidardır. Hobbes'un düşüncesinde devlet, "gerçekte insanların birbirlerine karşı yürüttüğü kavganın aracıdır. Fakat varlık nedeni herkes tarafından kabul edildiği için, ortadan kaldırılması beklenemez. (...) Doğada olduğu gibi devlette de, hakkı meydana getiren temel etmen, güçtür. Güç neyi emrederse doğru ve erdemli olan odur" . Hobbes'un önerdiği sistem de, Rousseau'nun ki gibi, bütün insanların tüm yetki ve güçlerini bir kişiye ya da bir meclise devretmeleriyle kurulur. Rousseau'nun diğer filozoflardan aynldığı esas nokta şudur: Hobbes, tıpkı İbn-i Haldun gibi insanların doğaları gereği bazı kötülüklere eğilimli olduklarım, yani insan doğasının saf ve temiz olmadığını ifade eder. Bu bağlamda da, onları kontrol altına alacak bir güce gereksinim duyarlar. Bu güçte, devlettir. Mevcut iktidardır. Rousseau ise tam tersine, insanların doğuştan kötülüğe eğilimli olmadıklarını, yani insan doğasının iyi olduğunu ve her birinin eşit olarak dünyaya geldiklerini ifade eder. Ona göre, insanlar arasındaki anlaşmazlıklar bir arada yaşamaya başladıklarında, yani doğa durumundan uygar topluma geçişte kendini gösterir. Daha önce de açıklamaya çalıştığımız gibi, özellikle mülkiyet kurumunun oluşmasıyla insanlar arasındaki anlaşmazlıklar ve kavgalar ortaya çıkar. Bu anlamda Rousseau'da devletin ortaya çıkması, İbn-i Haldun ve Hobbes'ta ki gibi değildir. Hem Hobbes'un hem de Rousseau'nun düşüncesinde benzer şekilde, sözleşme yoluyla bir egemen güce bütün haklar devredilir. Aralarında niteliksel farklılık ve ayrıntılar olmakla beraber sözleşmeye dayalı yönetim biçimi önemli bir belirleyicidir. Hobbes, egemenliğin bölünemeyeceğini ve parçalanamayacağmı açıkça ifade eder. Ona göre, iktidarı bölmek onu yok etmek anlamına gelir.

Egemenliğin bölünmesi onun yüklendiği görevlerle ve özüyle bağdaşmaz. Hobbes'a göre, mülkiyet hakkı da egemen gücün verdiği bir haktır. Düşünceleriyle Fransız monarşisine kaynaklık ettiği kabul edilen ve Hobbes'u birçok bakımdan önceleyen Jean Bodin (1530-1596)'e göre de, egemenlik, mutlak ve sürekli bir güçtür. Onun sürekli olması, yönetimler değişse bile kendisinin varlığını sürdürmesi ile açıklanabilir. Egemenlik mutlaktır. Egemenlik başkalarından emir almamak demektir. Bu bağlamda Bodin'in egemenlik anlayışının feodaliteyi ortadan kaldırarak Fransız monarşisine temel oluşturduğunu söyleyebiliriz . Bodin'e göre, parçalanamaz ve bölünemez bir bütün olan egemenlik, bir prenste veya bir toplulukta ya da azınlıkta olabilir. Önemli olan onun bir bütün olarak tek bir elde toplanmasıdır. Aksi olursa, toplumda savaş ve mücadele sona ermez. Güçlü ve tek elden yönetimleri savunan Bodin, monarşik bir yönetim taraftandır. Buna sebep olarak da, monarşinin doğal düzene en uygun bir yönetim şekli olduğunu gösterir . Rousseau ise, Bodin'in aksine monarşik bir yönetim anlayışına karşıdır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Rousseaucu egemen güç, hükümran güç kavramı, monarşi rejiminin en yüce ve tek güç olarak kabul edilmesinin reddini oluşturmaktadır. Çünkü ona göre, tek egemen güç vardır; o da, halkın kendisidir. İbn-i Haldun açısından bakıldığında ise, insanoğlu için devlet, egemenlik doğal bir şeydir. Devlet egemenliği esastır ve egemenlik en üst basamakta olmalıdır. Devlet, egemenliğini insanlar arasındaki yakınlık bağını kullanarak sağlamaya çalışır. Örneğin, kırsal kesimdeki halkı kötülük yapmaktan alıkoyan buralardaki yaşlılar ve köyün ileri gelenleridir. Şehirlerde ise, devlet ve güçlü yargıçlar insanları kötülük yapmaktan alıkoyar. İbn-i Haldun'a göre, egemenlik devlete aittir. Devlet kendi geleceği için egemenliği istediği biçimde kullanma yetkisine sahiptir .

Rousseau'ya göre egemenlik, hangi sebeplerden dolayı başkasına devredilemezse, yine aynı sebeplerden dolayı da temsil edilemez. "Egemenlik başlıca genel isteme dayanır, genel istemse temsil olunamaz; ya genel istemdir ya değildir, ikisinin ortası olamaz. Buna göre, milletvekilleri milletin temsilcileri değildirler ve olamazlar. Olsa olsa geçici işlerinin görevlileri olabilirler; hiçbir kesin karara da varamazlar. Halkın onamadığı hiçbir yasa geçerli değildir, yasa sayılmaz. (...) En yüce güç başkasına aktarılamadığı gibi, değiştirilemez de; onu sınırlamak, ortadan kaldırmak olur.
1 | 2 | 3

2 Yorumlar

Adsız
18 Haziran 2012 01:39  

"iktidar ve egemenlik arasındaki fark; iktidar devredilemez" midir ?

Adsız
23 Ocak 2015 00:45  

Sozlemenin tarafları kimlerdir? Bireyler arasında ve devletle bireyler arasında mı? Yoksa sadece bireyle devlet arasında mı

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP