İNANMANIN FELSEFİ BOYUTLARI *
|
Ahmet İNAM
İnanma konusunu teoloji ile uğraşan insanlar karşısında konuşabilmek benim için oldukça güç, hem bu konunun uzmanı olmadığımdan, sadece bu konu üzerinde düşünen herhangi bir felsefeci olduğum için, hem de inanma konusunun özellikle teologlar açısından çok hassas bir konu olduğunu bildiğimden kendimi şu anda çok zor bir problem karşısında görüyorum.
Söyleyeceklerim kendi görüşümdür. Ben bir felsefeciyim, onun için baştan bütün açıklığıyla ortaya koymam gerekir ki söyleyeceklerimden içinizde rahatsız olacaklar olabilir. Fakat elimden geldiği kadar benden farklı düşünen insanlara saygı duyarak kendi görüşlerimi gösterebileceğim. Eğer kendi görüşlerimi söyleyemezsem riyakar biri olurum, o da felsefeci için iyi bir şey değildir. O zaman kendime saygım kalmaz, ama kendi düşüncelerimi de dikkat etmeden söylersem o zaman benim gibi düşünmeyenleri incitmiş olabilirim. Bu yüzden bayağı zor bir durum karşısındayım...
Dikkatli olmaya çalışarak inanmayı nasıl yorumladığımı size anlatayım. Umarım bu söyleyeceklerim sizin kafanızda bir takım sorular yaratır, düşünmenize yardımcı olur, inancınızı pekiştirir, inancınızı derinleştirir, inancınızı aklınızla bütünleştirmenize yardıma olur. Bütün amacım bunu sağlamaya çalışmak. Söyleyeyim; kendi özel düşüncelerimdir. Bir yerden alınmış görüşler de değildir. Bu kültürün insanı olarak kendi kendime düşündüğüm şeylerdir. (Olağan ki becerebildiğim kadarıyla!) Bazı teknik deyimler kullanmadan konuşamayacağım, o bakımdan özür diliyorum. Felsefeyle pek yakından ilgisi olmayanlardan özür diliyorum. Teknik konuşmayı pek sevmiyorum ama bazen de kaçınılmaz olabiliyor. Onun için elimden geldiğince teknik deyimler kullanmadan yani hepinizin anlayacağı biçimde kendi kafamdaki problemleri sizlere arz etmek istiyorum ve zamanınız elverdiği ölçüde tartışmak istiyorum.
İnanmanın felsefi boyutları; önce felsefi boyut ne demek? Oradan başlayalım. Ben olaya bir felsefeci gibi bakıyorum, felsefeci gibi bakmak ne demek; Bir problemi, buna ister fenomen deyin, ister konu deyin, ister obje deyin ne derseniz deyin ki önümüzde de (inanma) diye inceleyeceğimiz konu var. Bu konuya felsefe açısından bakacağız.
Ne demek felsefe açısından bakmak, nasıl bakılırsa felsefi bakış olur, nasıl bakılırsa felsefi bakış olmaz. Felsefi bakış ne demek: Önce bunu anlatayım sonra değer yargılarını kullanayım, gerekli midir, gereksiz midir? Felsefi bakış, hakikaten insan kalbini hastalığa mı götürür, aklı saptırır mı kötü yola mı götürür, yoksa insanı insan mı eder, daha sağlıklı düşünmeye, yaşamaya mı götürür onu isterseniz bu söylediklerimden sonra düşünebilirsiniz.
Felsefi bakışı, tarihinden başlayarak anlatayım. Batı düşüncesi tarihçileri diyorlar ki " Felsefe; -biraz tartışmalı olmakla birlikte- Sokrates ile başlamıştır. Daha önce filozof veyahut bilge adını alanlar var, hikmet sahibi adını alanlar var ama felsefecilik hikmet sahibi insan olmaktan farklı bir şeydir. Yani bilge olmak, sofist olmak, softa hikmet sahibi olmak başka bir şey, felsefeci filozof olmak başka bir şeydir. Çünkü felsefe kelimesinin bilinen etimolojisini tekrar hatırlarsak, fesefe : Bilgelik sevgisidir, hikmet aşkıdır, bir aşk'tır felsefe. Dolayısıyla sevginin getirdiği birşey, araştırma sevgisiyle yürünen, arama sevgisiyle yürünen bir yoldur.
Felsefe, bu anlamıyla mesela: Jaspers gibi bir filozofun deyimiyle Yolda olmaktır. Hiçbir zaman bu yol bitmiyor. Hani "ömür biter yol bitmez" diye otobüslerde yazıyorya o bir anlamda felsefe için geçerlidir. Hiçbir zaman felsefe yolu arama yolu, hikmet yolu, araştırma yolu bitimez.
Yunan kültüründe de bilge insanlar vardı. Ama Yunanlılardan felsefeyi başlatmanın gerekçelerinden biri Yunanlı; yaşadığı toplum içerisinde o toplumun geleneğini, inançlarını sorgulayabildi, tartışabildi. Yani felsefenin çıkış noktası böyle bir şeydir, araştırma, tartışabilme, yani kendisine gençliğinde verilen toplumu ile ilgili görüşlerin, bilgilerin tartışmasını yapıyor. Ne adına yapıyor, toplumu yıkmak adına değil, toplumun problemlerini çözmek adına bunları yapıyor.
Platon'nun "DEVLET"ine bakın, burada tartıştığı bütün problemler Atina kentinin problemlerini çözmek içindir. Platon tam bir Yunanlıdır. Yani kendi kültürünün insanıdır. Nasıl yönetelim toplumu ki dertlerimizden kurtulalım diye düşünmüştür. Bu düşüncesini de felsefe ile gerçekleşlirrniştir. O bakımdan insanın değer verdiği düşüncelerini tartışması onlardan sapacağı anlamına gelmemeli. Eski Yunanlı bundan korkmamıştır ve felsefe böyle başlamıştır. Yani felsefe bu anlamda alışılmış yargıları, kalıpları tartışabilme cesaretidir.
Filozof, felsefeci o bakımdan cesur bir adamdır. Büyük filozofların hemen hepsi cesur insanlardır. Çünkü kendilerine bilim adına, gelenek adına, din adına ve edebiyat adına verilen bütün görüşleri yargılamışlar, onlar üzerinde düşünmüşler.-Nasıl düşünmüşler? Onları bir manada paranteze alarak düşünmüşler; paranteze almak felsefi, teknik bir deyimdir, şu anlama gelmekte; bana verilen, annemin, babamın, öğretmenimin öğrettikleri şeyleri bir de ben kendi başıma bir düşüneyim.
Düşüncelerimi şimdilik şöyle bir paranteze alayım, bir köşeye koyayım, onları sanki yeniden görüyormuşum gibi, sanki bana yeniden veriliyormuş gibi gözden geçireyim, işte bu tutum, bu tavır felsefi bir tavırdır. Şimdi bunu herkes beceremiyor, çünkü korkuyor. Acaba yanlış mı yaparız, geleneğe karşı bir suç mu işleriz, acaba yoldan çıkar mıyız? Çünkü burada dikkat ederseniz, kendi başınıza, kendi aklınızla, yüreğinizle, dünyanızla başbaşa, kendiniz tek başınıza yürüyorsunuz. Felsefe yolu tek başınıza yürünen bir yol, cümbür cemaat yürünmüyor. Böyle yürünen yollar da vardır, onlar ayrı yolladır. Ama felsefe eğer değerli ise tek başına yürünen bir yol olmasındandır. Onun için zordur, tehlikelidir, tuzaklarla doludur, kolay bir yol değildir. Onun için çok suçlanılmıştır, aşağtlanmtştır, bir köşeye konulmuştur, itibar edilmemiştir, alay edilmiştir. Yunan toplumunda Sokrates'in kendisiyle dalga geçilmiştir, alay etmişlerdir. Aristofanes'in Türkçemize çevrilen "Bulutlar" adlı tiyatro eserine bakarsanız, orada Sokrates ile Aristofanes'in nasıl dalga geçtiğini, Sokrates'in nasıl çıplak ayak ile yürüdüğü, karısından dayak yediği, yemek yemeyi, giyinmeyi unuttuğunu, sıradan bir insan olmadığı için komik durumlara düştüğünü görebilirsliniz. Demek ki felsefe; problemleri kendi başına kendi gözüyle ele alma, çabasıdır.
Efendim niçin buna gerek var, ben hakikati biliyorum, hakikati büyüklerimiz bize duyurmuşlardır. Nasıl yaşayacağımızı belirtmişler, nasıl düşüneceğimizi çok değerli alimlerimiz biliyorlar. Kitaplar da da yazıyor. Ne diye ben şimdi felsefenin sapkınlığı içinde kaybolayım, ben kimim ki zavallı bir kulum işte, yani ben nasıl düşünebilirim, tek başıma düşünebilir miyim? Bu neye benziyor, tek başına silahsız hiç bilmediğiniz bir ormanın içine girmeye, her zaman kurtlar sizi yiyebilir. Oysa ustalarımın yolundan gidersem, onlann yolunda emniyette sayılabilirim. Neden böyle bir serüvene, maceraya atılayım.? Tabii bu bir cevaptır, tavırdır, saygıyla karşılarım, Çağımızdaki insanların %95'inin belki daha fazlasının tavrı budur. Birçoğu ne olduğunu cahilliklerinden anlamıyor ama biraz uğraşıp da vazgeçenlerde bu yüzden vazgeçmiş oluyorlar.
Eski Yunan toplumunun, bu günkü Batının kaynağını bulduğumuz toplumun içerisinden bu tip adamlar çıkmış, Sofist adını sonradan verdiğimiz sürekli konuşan her türlü yargıyı tartışma konusu yapan, hiç bir görüşe inanmayan, daha doğrusu inanmayan değil her görüşü tartışma konusu yapabilen insanlar Atina toplumunda yaşama olanağı bulmuşlar.
Mesela, Sokrates evinden çıkıp günlerce evine dönmüyor. Etrafındaki insanlarla tartışyor, konuşuyor konuşuyor.Yunanlı insan, Akdeniz insanı, çok konuşan, geveze insan. Düşünmeye öyle başlamıştır. Yani konuşmakla, her konu üzerinde konuşmakla, susmakla değil. Susup kabul etmekle değil. Konuşarak eğri ya da doğru konuşarak başlamışlar. Yani felsefeye imkan veren bir ortam böyle bir ortammış.
Şimdi felsefi bakış demek ki bize verilen doğru diye kabul ettiğimiz görüşlerin sorgulanması ile başlıyor veya o görüşlerin meşrulaştırma çabasıyla başlıyor. Neden benim düşüncem haklıdır, bunun üzerine düşünmeye başladığımızda kendimizi haklı çıkarmakla da felsefe yapmış olabilirsiniz.
Eski Yunanlıların zoru neydi? Herşeyi açıklıyorlardı, bilgeleri vardı, tanrıları vardı, mitolojileri vardı; neden şimşek çakar, neden sel felaketi olur, niçin veba salgını gelir, niçin kıtlık olur. Tapınaktaki biliciler, kahinler tarafından söyleniyor, açıklanıyordu. Ne sıkıntılan vardı? Dertleri neydi? Toplumun ne olduğu belliydi, toplumdaki değerler belliydi, ferdin o toplum içindeki yeri belliydi, ama Herakleitos adında bir adam çıkıp ben kendimi araştırdım diyor. Ne diye araştırıyor ki kendini? Yani kendinin ne olduğunu bilmiyor muydu bu adam? O Yunan toplumu içerisinde Yunanlılar, itibar ettikleri bilge kişilerin kim olduklarını bilmiyorlar mıydı? Neden bir takım insanlar çıkıp kendini araştırıyordu? İşte bu çaba, kendini araştırma çabası, kendine bakma gayreti, bakın dikkat edin burada "kendisi" sözü ortaya çıkıyor. Yani felsefenin ortaya çıkmasıyla felsefi düşencenin meydana gelmesiyle birlikte "ben" bir anlamda "ruh" kavramı ortaya çıkıyor. Ruhumu araştırdım, ruh çok derindir, ruh'un ucu bucağı yoktur demeye başlıyorlar. Bu efsanevi, felsefe öncesi düşünce içerisinde böyle kavramlar yok, çünkü felsefe bu anlamda farklı bir sorgulama biçimidir. Bu farklı sorgulama biçimi toplumun faydasına mıdır? zararına mıdır?
Eski Yunana dönerek bunu anlatalım: Yararına mı oldu? Zararına mı oldu?
Sorusuna tekrar dönecek olursak, sofistler herşeyi tartışan insanlardı. Atina toplumu sofistleri içinde barındıran bir yapı taşıyor. Sofistler olmasaydı -bu benim kendi düşüncem- felsefe olmayacaktı. Sofistler bana göre çok büyük insanlardır. Çok kızılmıştır onlara, Sokrates'e, Platon'a, Aristotales'e, bir çok batı düşüncesi tarihçilerine bakarsanız sofistler sahtekar insanlardır, parayla ders veren insanlardır, hiç kendi görüşleri yoktur, parayı verenin istediği düşünceyi savunurlar. Bu konuda haklı olabilirler ama onlar felsefe denen araştırmayı başlatacak bir platform oluşturdular. Sofistlerin olmadığı bir kültürde, yani "bir dakika ne olur bir düşüneyim" diyen insanların olmadığı bir kültürde felsefenin yeşermesi mümkün değil." Batı toplumları çok ileri gidiyor, felsefe diye bir şeyle uğraşıyorlar, bir bakalım, onlardan geri kalmayalım" deyip felsefeyle ilgilenirsiniz ama bu bir halis ilgilenme tarzı değildir.
Sofistçe düşüncenin yeşermesine imkan bulunmayan, "düşünce şaklabanlarının olmadığı kültürlerden filozoflar çıkamaz. Saldırgan düşünenler olacaktır, yanlış yapanlar olacaktır, fanatikler olacaktır. Eğer bu zenginlilik, çeşitlilik meydana gelmezse, o zaman o kültürden filozoflann çıkması da mümkün olmuyor. Benim Eski Yunan kültüründen çıkardığım bir derstir bu. Bir anlamda felsefe sosyolojisi yapıyorum. "Bir toplumun sosyolojik düzeni nasıl olmalı ki oradan felsefe yeşersin?" sorusuyla.
Eski Yunan toplumu bir çok sofist'i cezalandırmıştır, sürmüştür, hapsetmiştir. Bir manada sofist sayılan Sokrates'in kendisi de bundan nasibini almıştır. Oysa Platon'un diyaloglarına bakalım. Mesela; anlatıyorlar; İşte hakikati araştırıyordu, ideaları anlatmak istiyordu, gibi. Bana hiç tabii gelmiyor. Platon iyi bir vatandaştı, iyi bir Atinalıydı. Atina'nın problemlerini çözmeye çalışıyordu. Hakikat araştırması Atina'nın poroblemlerinin çözümüyle, Yunan kültürünün problemlerinin çözümü için yapılıyordu. Felsefe çok somut, çok can alıcı, hepimizin içinde bulunduğu bir durumdan ortaya çıktı. Kendi kültürümüzü, kendi toplumumuzu imar etme çabasından çıktı. Hakikati aramak gibi böyle ne olduğu belirsiz şeylerden değil. Bunlar, yani felsefeciler, kanlı canlı insanlardı ve bir kültür içerisindeydiler. Platon'un Diyaloglarını açın, Platon'un veya Sokrates'in ağızından nasıl eski Yunan mitolojilerine, edebiyatına, Homeros'a, Hesiodos'a göndermeler yapıldığını, Yunan kültürünün nasıl kullanıldığını göreceksiniz. Halbuki bize anlatılan felsefe tarihlerinde, felsefe evrensel, ne olduğu belirsiz, toplumsuz, kansız, cansız, bir takım soyut kavramların tartışıldığı bir saha olarak gözüküyor. Bu görüş yanlıştır.
Demek ki, çağında bir çok felsefeci kendi toplumu tarafından zararlı görülseler de, felsefecinin asli çabası, felsefe yapmaktaki gayreti, kendi kültürel değerlerini, kendi toplumunu sorgulamak, gelişmesine yardımcı olmaktı. O bakımdan felsefenin topluma zararlı olması diye bir şey söz konusu olamaz.
İnanma konusunu teoloji ile uğraşan insanlar karşısında konuşabilmek benim için oldukça güç, hem bu konunun uzmanı olmadığımdan, sadece bu konu üzerinde düşünen herhangi bir felsefeci olduğum için, hem de inanma konusunun özellikle teologlar açısından çok hassas bir konu olduğunu bildiğimden kendimi şu anda çok zor bir problem karşısında görüyorum.
Söyleyeceklerim kendi görüşümdür. Ben bir felsefeciyim, onun için baştan bütün açıklığıyla ortaya koymam gerekir ki söyleyeceklerimden içinizde rahatsız olacaklar olabilir. Fakat elimden geldiği kadar benden farklı düşünen insanlara saygı duyarak kendi görüşlerimi gösterebileceğim. Eğer kendi görüşlerimi söyleyemezsem riyakar biri olurum, o da felsefeci için iyi bir şey değildir. O zaman kendime saygım kalmaz, ama kendi düşüncelerimi de dikkat etmeden söylersem o zaman benim gibi düşünmeyenleri incitmiş olabilirim. Bu yüzden bayağı zor bir durum karşısındayım...
Dikkatli olmaya çalışarak inanmayı nasıl yorumladığımı size anlatayım. Umarım bu söyleyeceklerim sizin kafanızda bir takım sorular yaratır, düşünmenize yardımcı olur, inancınızı pekiştirir, inancınızı derinleştirir, inancınızı aklınızla bütünleştirmenize yardıma olur. Bütün amacım bunu sağlamaya çalışmak. Söyleyeyim; kendi özel düşüncelerimdir. Bir yerden alınmış görüşler de değildir. Bu kültürün insanı olarak kendi kendime düşündüğüm şeylerdir. (Olağan ki becerebildiğim kadarıyla!) Bazı teknik deyimler kullanmadan konuşamayacağım, o bakımdan özür diliyorum. Felsefeyle pek yakından ilgisi olmayanlardan özür diliyorum. Teknik konuşmayı pek sevmiyorum ama bazen de kaçınılmaz olabiliyor. Onun için elimden geldiğince teknik deyimler kullanmadan yani hepinizin anlayacağı biçimde kendi kafamdaki problemleri sizlere arz etmek istiyorum ve zamanınız elverdiği ölçüde tartışmak istiyorum.
İnanmanın felsefi boyutları; önce felsefi boyut ne demek? Oradan başlayalım. Ben olaya bir felsefeci gibi bakıyorum, felsefeci gibi bakmak ne demek; Bir problemi, buna ister fenomen deyin, ister konu deyin, ister obje deyin ne derseniz deyin ki önümüzde de (inanma) diye inceleyeceğimiz konu var. Bu konuya felsefe açısından bakacağız.
Ne demek felsefe açısından bakmak, nasıl bakılırsa felsefi bakış olur, nasıl bakılırsa felsefi bakış olmaz. Felsefi bakış ne demek: Önce bunu anlatayım sonra değer yargılarını kullanayım, gerekli midir, gereksiz midir? Felsefi bakış, hakikaten insan kalbini hastalığa mı götürür, aklı saptırır mı kötü yola mı götürür, yoksa insanı insan mı eder, daha sağlıklı düşünmeye, yaşamaya mı götürür onu isterseniz bu söylediklerimden sonra düşünebilirsiniz.
Felsefi bakışı, tarihinden başlayarak anlatayım. Batı düşüncesi tarihçileri diyorlar ki " Felsefe; -biraz tartışmalı olmakla birlikte- Sokrates ile başlamıştır. Daha önce filozof veyahut bilge adını alanlar var, hikmet sahibi adını alanlar var ama felsefecilik hikmet sahibi insan olmaktan farklı bir şeydir. Yani bilge olmak, sofist olmak, softa hikmet sahibi olmak başka bir şey, felsefeci filozof olmak başka bir şeydir. Çünkü felsefe kelimesinin bilinen etimolojisini tekrar hatırlarsak, fesefe : Bilgelik sevgisidir, hikmet aşkıdır, bir aşk'tır felsefe. Dolayısıyla sevginin getirdiği birşey, araştırma sevgisiyle yürünen, arama sevgisiyle yürünen bir yoldur.
Felsefe, bu anlamıyla mesela: Jaspers gibi bir filozofun deyimiyle Yolda olmaktır. Hiçbir zaman bu yol bitmiyor. Hani "ömür biter yol bitmez" diye otobüslerde yazıyorya o bir anlamda felsefe için geçerlidir. Hiçbir zaman felsefe yolu arama yolu, hikmet yolu, araştırma yolu bitimez.
Yunan kültüründe de bilge insanlar vardı. Ama Yunanlılardan felsefeyi başlatmanın gerekçelerinden biri Yunanlı; yaşadığı toplum içerisinde o toplumun geleneğini, inançlarını sorgulayabildi, tartışabildi. Yani felsefenin çıkış noktası böyle bir şeydir, araştırma, tartışabilme, yani kendisine gençliğinde verilen toplumu ile ilgili görüşlerin, bilgilerin tartışmasını yapıyor. Ne adına yapıyor, toplumu yıkmak adına değil, toplumun problemlerini çözmek adına bunları yapıyor.
Platon'nun "DEVLET"ine bakın, burada tartıştığı bütün problemler Atina kentinin problemlerini çözmek içindir. Platon tam bir Yunanlıdır. Yani kendi kültürünün insanıdır. Nasıl yönetelim toplumu ki dertlerimizden kurtulalım diye düşünmüştür. Bu düşüncesini de felsefe ile gerçekleşlirrniştir. O bakımdan insanın değer verdiği düşüncelerini tartışması onlardan sapacağı anlamına gelmemeli. Eski Yunanlı bundan korkmamıştır ve felsefe böyle başlamıştır. Yani felsefe bu anlamda alışılmış yargıları, kalıpları tartışabilme cesaretidir.
Filozof, felsefeci o bakımdan cesur bir adamdır. Büyük filozofların hemen hepsi cesur insanlardır. Çünkü kendilerine bilim adına, gelenek adına, din adına ve edebiyat adına verilen bütün görüşleri yargılamışlar, onlar üzerinde düşünmüşler.-Nasıl düşünmüşler? Onları bir manada paranteze alarak düşünmüşler; paranteze almak felsefi, teknik bir deyimdir, şu anlama gelmekte; bana verilen, annemin, babamın, öğretmenimin öğrettikleri şeyleri bir de ben kendi başıma bir düşüneyim.
Düşüncelerimi şimdilik şöyle bir paranteze alayım, bir köşeye koyayım, onları sanki yeniden görüyormuşum gibi, sanki bana yeniden veriliyormuş gibi gözden geçireyim, işte bu tutum, bu tavır felsefi bir tavırdır. Şimdi bunu herkes beceremiyor, çünkü korkuyor. Acaba yanlış mı yaparız, geleneğe karşı bir suç mu işleriz, acaba yoldan çıkar mıyız? Çünkü burada dikkat ederseniz, kendi başınıza, kendi aklınızla, yüreğinizle, dünyanızla başbaşa, kendiniz tek başınıza yürüyorsunuz. Felsefe yolu tek başınıza yürünen bir yol, cümbür cemaat yürünmüyor. Böyle yürünen yollar da vardır, onlar ayrı yolladır. Ama felsefe eğer değerli ise tek başına yürünen bir yol olmasındandır. Onun için zordur, tehlikelidir, tuzaklarla doludur, kolay bir yol değildir. Onun için çok suçlanılmıştır, aşağtlanmtştır, bir köşeye konulmuştur, itibar edilmemiştir, alay edilmiştir. Yunan toplumunda Sokrates'in kendisiyle dalga geçilmiştir, alay etmişlerdir. Aristofanes'in Türkçemize çevrilen "Bulutlar" adlı tiyatro eserine bakarsanız, orada Sokrates ile Aristofanes'in nasıl dalga geçtiğini, Sokrates'in nasıl çıplak ayak ile yürüdüğü, karısından dayak yediği, yemek yemeyi, giyinmeyi unuttuğunu, sıradan bir insan olmadığı için komik durumlara düştüğünü görebilirsliniz. Demek ki felsefe; problemleri kendi başına kendi gözüyle ele alma, çabasıdır.
Efendim niçin buna gerek var, ben hakikati biliyorum, hakikati büyüklerimiz bize duyurmuşlardır. Nasıl yaşayacağımızı belirtmişler, nasıl düşüneceğimizi çok değerli alimlerimiz biliyorlar. Kitaplar da da yazıyor. Ne diye ben şimdi felsefenin sapkınlığı içinde kaybolayım, ben kimim ki zavallı bir kulum işte, yani ben nasıl düşünebilirim, tek başıma düşünebilir miyim? Bu neye benziyor, tek başına silahsız hiç bilmediğiniz bir ormanın içine girmeye, her zaman kurtlar sizi yiyebilir. Oysa ustalarımın yolundan gidersem, onlann yolunda emniyette sayılabilirim. Neden böyle bir serüvene, maceraya atılayım.? Tabii bu bir cevaptır, tavırdır, saygıyla karşılarım, Çağımızdaki insanların %95'inin belki daha fazlasının tavrı budur. Birçoğu ne olduğunu cahilliklerinden anlamıyor ama biraz uğraşıp da vazgeçenlerde bu yüzden vazgeçmiş oluyorlar.
Eski Yunan toplumunun, bu günkü Batının kaynağını bulduğumuz toplumun içerisinden bu tip adamlar çıkmış, Sofist adını sonradan verdiğimiz sürekli konuşan her türlü yargıyı tartışma konusu yapan, hiç bir görüşe inanmayan, daha doğrusu inanmayan değil her görüşü tartışma konusu yapabilen insanlar Atina toplumunda yaşama olanağı bulmuşlar.
Mesela, Sokrates evinden çıkıp günlerce evine dönmüyor. Etrafındaki insanlarla tartışyor, konuşuyor konuşuyor.Yunanlı insan, Akdeniz insanı, çok konuşan, geveze insan. Düşünmeye öyle başlamıştır. Yani konuşmakla, her konu üzerinde konuşmakla, susmakla değil. Susup kabul etmekle değil. Konuşarak eğri ya da doğru konuşarak başlamışlar. Yani felsefeye imkan veren bir ortam böyle bir ortammış.
Şimdi felsefi bakış demek ki bize verilen doğru diye kabul ettiğimiz görüşlerin sorgulanması ile başlıyor veya o görüşlerin meşrulaştırma çabasıyla başlıyor. Neden benim düşüncem haklıdır, bunun üzerine düşünmeye başladığımızda kendimizi haklı çıkarmakla da felsefe yapmış olabilirsiniz.
Eski Yunanlıların zoru neydi? Herşeyi açıklıyorlardı, bilgeleri vardı, tanrıları vardı, mitolojileri vardı; neden şimşek çakar, neden sel felaketi olur, niçin veba salgını gelir, niçin kıtlık olur. Tapınaktaki biliciler, kahinler tarafından söyleniyor, açıklanıyordu. Ne sıkıntılan vardı? Dertleri neydi? Toplumun ne olduğu belliydi, toplumdaki değerler belliydi, ferdin o toplum içindeki yeri belliydi, ama Herakleitos adında bir adam çıkıp ben kendimi araştırdım diyor. Ne diye araştırıyor ki kendini? Yani kendinin ne olduğunu bilmiyor muydu bu adam? O Yunan toplumu içerisinde Yunanlılar, itibar ettikleri bilge kişilerin kim olduklarını bilmiyorlar mıydı? Neden bir takım insanlar çıkıp kendini araştırıyordu? İşte bu çaba, kendini araştırma çabası, kendine bakma gayreti, bakın dikkat edin burada "kendisi" sözü ortaya çıkıyor. Yani felsefenin ortaya çıkmasıyla felsefi düşencenin meydana gelmesiyle birlikte "ben" bir anlamda "ruh" kavramı ortaya çıkıyor. Ruhumu araştırdım, ruh çok derindir, ruh'un ucu bucağı yoktur demeye başlıyorlar. Bu efsanevi, felsefe öncesi düşünce içerisinde böyle kavramlar yok, çünkü felsefe bu anlamda farklı bir sorgulama biçimidir. Bu farklı sorgulama biçimi toplumun faydasına mıdır? zararına mıdır?
Eski Yunana dönerek bunu anlatalım: Yararına mı oldu? Zararına mı oldu?
Sorusuna tekrar dönecek olursak, sofistler herşeyi tartışan insanlardı. Atina toplumu sofistleri içinde barındıran bir yapı taşıyor. Sofistler olmasaydı -bu benim kendi düşüncem- felsefe olmayacaktı. Sofistler bana göre çok büyük insanlardır. Çok kızılmıştır onlara, Sokrates'e, Platon'a, Aristotales'e, bir çok batı düşüncesi tarihçilerine bakarsanız sofistler sahtekar insanlardır, parayla ders veren insanlardır, hiç kendi görüşleri yoktur, parayı verenin istediği düşünceyi savunurlar. Bu konuda haklı olabilirler ama onlar felsefe denen araştırmayı başlatacak bir platform oluşturdular. Sofistlerin olmadığı bir kültürde, yani "bir dakika ne olur bir düşüneyim" diyen insanların olmadığı bir kültürde felsefenin yeşermesi mümkün değil." Batı toplumları çok ileri gidiyor, felsefe diye bir şeyle uğraşıyorlar, bir bakalım, onlardan geri kalmayalım" deyip felsefeyle ilgilenirsiniz ama bu bir halis ilgilenme tarzı değildir.
Sofistçe düşüncenin yeşermesine imkan bulunmayan, "düşünce şaklabanlarının olmadığı kültürlerden filozoflar çıkamaz. Saldırgan düşünenler olacaktır, yanlış yapanlar olacaktır, fanatikler olacaktır. Eğer bu zenginlilik, çeşitlilik meydana gelmezse, o zaman o kültürden filozoflann çıkması da mümkün olmuyor. Benim Eski Yunan kültüründen çıkardığım bir derstir bu. Bir anlamda felsefe sosyolojisi yapıyorum. "Bir toplumun sosyolojik düzeni nasıl olmalı ki oradan felsefe yeşersin?" sorusuyla.
Eski Yunan toplumu bir çok sofist'i cezalandırmıştır, sürmüştür, hapsetmiştir. Bir manada sofist sayılan Sokrates'in kendisi de bundan nasibini almıştır. Oysa Platon'un diyaloglarına bakalım. Mesela; anlatıyorlar; İşte hakikati araştırıyordu, ideaları anlatmak istiyordu, gibi. Bana hiç tabii gelmiyor. Platon iyi bir vatandaştı, iyi bir Atinalıydı. Atina'nın problemlerini çözmeye çalışıyordu. Hakikat araştırması Atina'nın poroblemlerinin çözümüyle, Yunan kültürünün problemlerinin çözümü için yapılıyordu. Felsefe çok somut, çok can alıcı, hepimizin içinde bulunduğu bir durumdan ortaya çıktı. Kendi kültürümüzü, kendi toplumumuzu imar etme çabasından çıktı. Hakikati aramak gibi böyle ne olduğu belirsiz şeylerden değil. Bunlar, yani felsefeciler, kanlı canlı insanlardı ve bir kültür içerisindeydiler. Platon'un Diyaloglarını açın, Platon'un veya Sokrates'in ağızından nasıl eski Yunan mitolojilerine, edebiyatına, Homeros'a, Hesiodos'a göndermeler yapıldığını, Yunan kültürünün nasıl kullanıldığını göreceksiniz. Halbuki bize anlatılan felsefe tarihlerinde, felsefe evrensel, ne olduğu belirsiz, toplumsuz, kansız, cansız, bir takım soyut kavramların tartışıldığı bir saha olarak gözüküyor. Bu görüş yanlıştır.
Demek ki, çağında bir çok felsefeci kendi toplumu tarafından zararlı görülseler de, felsefecinin asli çabası, felsefe yapmaktaki gayreti, kendi kültürel değerlerini, kendi toplumunu sorgulamak, gelişmesine yardımcı olmaktı. O bakımdan felsefenin topluma zararlı olması diye bir şey söz konusu olamaz.