JEAN-PAUL SARTRE FELSEFESİNDE KENDİSİ İÇİN-VARLIGIN ONTOLOJİK ANALİZİ - 1
|
Talip KARAKAYA
Jean-Paul Sartre fenomenolojik ve ontolojik bir deneme olan Varlık ve Yokluk adlı eserinde metafizikle ilgili düşüncelerini belirtirken ontolojide iki önemli sorunun altını özellikle çizer. Bunlardan biri varlığın kaynağı, diğeri de niçin varlık vardır? sorularıdır. Bunlara paralel olarak acaba Sartre, kendi başına gerçekliği olan bilincin dışında varlığı nasıl temellendirmektedir? Bir başka deyişle, varlık nereden gelmektedir? Sartre'a göre bu ve benzeri sorular metafizik boyutta yersiz, saçma, sebepsiz ve gereksizdir. Ona göre niçin varlık vardır? sorusu önemlidir ve bunun yanıtı da kolaydır. Çünkü yanıtlandırılması gereken metafizik değil ontolojidir. Dolayısıyla varlık vardır ve bilinç de bunu ortaya koymaktadır. Sartre'ın eserinde özellikle ve geniş bir şekilde ele aldığı konu şüphesiz bilinç yani kendisi-için-varlık'tır.
Kendisi-için-varlığın en belirleyici özelliğini oluşturan bilinç'in felsefe tarihinde gelişimine baktığımızda önemli bir yere sahip olduğunu görürüz. Fransızca la conscience kelimesinden dilimize geçen bilincin kökeni eski Yunanca'ya dayanır. Yunanlılar bunun için pnuema daha geniş anlamda nous ve zihin gücünü ifade etmek için de logos kavramını kullanmışlardır. Latinlerin önceleri "spirit" ismini kullandıkları bilince daha sonra "animo" ve "ratio" adını verdiklerini görüyoruz. Almanca da ise "Geist" yani "tin" kavramı bunun karşılığını ifade eder.
Yeniçağın büyük düşünürlerinden René Descartes'in cogito ergu sum, düşünüyorum; öyleyse varım , görüşü modern felsefede düalizmin doğmasına yol açmıştır. Bilindiği gibi Descartes'in cevher düşüncesini, bilinç olarak ele alan Edmund Husserl olmuştur. Descartes'da olduğu gibi ona göre alemden ayrı, kendi başına bilinç yoktur. Çünkü bilinç, daima bir şeyin bilincidir. Dolayısıyla diğerleri gibi bilinç, her türlü deney ve araştırma dışında olup yalnız öz olarak vardır. Husserl bunlara fenomenler ve bunları da öz olarak inceleyen felsefi metoda fenomenoloji adını vermiştir. Çünkü Husserl'e göre felsefe, ne pozitif bilim gibi açıklamaya ne de sosyal ve psikolojik bilimler gibi anlamaya çalışır. Onun amacı yalnız özlerden oluşan fenomenlerin açıklanmasıdır. Dolayısıyla bu metot, Platon'un ideler aleminde gördüğü essence'u yani özü yeryüzüne indirmekte ve Descartes'in bilinçle ilgili görüşlerini doğrulamaktadır.
Bilinç konusunda en çok çalışma yapan düşünürlerden biri şüphesiz Husserl'dir. Ona göre bilinç; emprik ben'in reel süresi içinde olup, yaşanmış deneyimin tüm ayrıntılarının fenomenolojik birliği, özelliği ve bir yere çevrilmiş olmasından meydana gelen fenomenler yığınağıdır. Diğer bir anlatımla, alemsiz bilinç, bilinçsiz alem olamaz. Zira insan varlığı, alemde varlıktır. Çünkü her bilinç, bir şeyin bilinci olduğundan sonsuza kadar uzayabilir.
Edmund Husserl'e göre bilinç, aktüel olan ve aktüel olmayan diye ikiye ayrılır. Aktüel bilincin en dar anlamı, dikkate dayanır. Ona göre insanın özelliği alemde varolmaktır. Dolayısıyla bilinç, yöneldiği hedefle birlikte ve onunla içiçedir. Husserl aynı zamanda bir öz araştırıcısı olduğundan ona göre öz bilimi, olgusal bir bilim değil, bilinçle ilgili bir kavramdır. Olgusal niteliklerinden arındırılmış, arıtılmış olan salt bilince dönerek özler aranır. Çünkü her şey bilince, deneyle verilir.
Sartre'a göre kendisi-için-varlık, ruh ve bedenden oluşmaz, onu bir bütün olarak yaşar. Yaşamak; oluş, değişim ve ölümle sona ermek olduğundan her yaşama bilincinin bir oluş, bir değişme ve bir gelişimi vardır. Çünkü kendisi-için-varlık bunu, canlı varlığın bilinci, değişmenin, ihtiyarlamanın, yıpranmanın, gelişmenin veya sona ermenin fark edilmesi olarak algılar. Buna Martin Heidegger "tasa" Sartre da "iç bulantısı", der.
Bilinçle ilgili bu genel değerlendirmeden sonra onun objeyle olan ilişkisinden de bahsetmek gerekir. Bu bağlamda bilinç, bir bütün oiarak ele alınmak zorundadır. Kavrayan özne ve kavranan nesnedir. Ne öznesiz nesne, ne de nesnesiz özne düşünülebilir. Çünkü onlar birbirlerini tamamlayan birer karşıttırlar. Bilinç, ne iç düşünme (réflexion), ne içebakış (introspection), ne de tüme varış (induction) la bilinebilir. O edim halinde sezilebilir. Çünkü bilinç, özne-nesne ikilisinin bir araya gelmesiyle oluşur. Nesnenin, bilinç dışında bir mekanda ve belirli bir uzaklıkta olduğu söylenemez. Özne-nesne bağıntısını, ne öznenin nesne sebebi, ne de nesnenin özne sebebi olarak değerlendirmek doğrudur.
Edmund Husserl'e göre bilincin, nesneyle olan bağıntısı önemlidir. Algılama, duyumsama, arzulama, sevme, inanma edimlerinde bilincin kendisiyle bağlantı kurabileceğim şey bana bir biçimde verilmiş olmalıdır. Diğer bir anlatımla, her bilinç ediminde bir nesneyle bağlantı kurulur veya her bilinç ediminin yöneldiği bir nesne vardır. Bir diğer anlatımla bilinç, yönelimseldir, yani o edimlerinin her birinde hep bir şeyin bilincidir.
Fenomenoloji alanında Edmund Husserl, yalnız Alman düşünürlerine değil Fransız düşünürlerine de öncülük etmiştir. Jean-Paul Sartre ve Maurice Merleau-Ponty bunlardan bazılarıdır. Maurice Merleau-Ponty'nin Phénoménologie de la perception (Algının Fenomenolojisi) adlı çalışması bu alanda önemli eserlerden biridir. O, bu konuda Husserl'le aynı düşünmesine karşın, Sartre ile yolları ayrılmaktadır. Burada ayrıca Maurice Merleau-Ponty'nin ontoloji ile fenomenoloji arasında ayrıntıya dikkat ettiğinin altını da çizmemiz gerekiyor. Onun fenomenoloji anlayışı, egzistansı-varoluşu temele alan bir fenomenolojidir. Bu kavram bizi, doğrudan zamana bağlı koşullar dahilinde yaşamakta olan bir yaşam deneyimine götürür. Burada insan, kişisel yaşantısına sahiptir. Yani insanı somut varlığından ayrı düşünmek olanaksızdır. Dolayısıyla Husserl fenomenolojisinin önemli kavramlarından biri olan "İntentionalite" -yönelmişlik, Maurice MerleauPonty'de transendantal bir bilince ait değil, öz bedenin bir yönelmişliğidir. Buna Egzistansiyel Fenomenolojfi denilir.
Edmund Hıssserl'den sonra bilincin, felsefede daha da etkin ve önemli konuma geldiğini görmekteyiz. Gerek materyalist gerek idealist düşünürlerde çok ciddi bir tartışma konusu olan bilinç acaba yalnız insana özgü bir olay mı? İnsana ait bilinç, yalnız özneyi mi yoksa objeyi de kapsar mı? Onun kaynağı nedir? Özellikle Sartre felsefesinde yeri ve önemi nedir? İşte bu ve benzeri soruların yanıtını aramamız gerekiyor. Daha önce belirttiğimiz gibi kendisi-için-varlık'ı, kendisinde-varlık'tan ayırt eden en önemli özellik bilinçtir. Çünkü Sartre, bilinç-nesne uyuşmazlığına önem vermez. O , kendisi-için-varlığı uygun koşullarda dış gerçekliği algılayabilenlerden biri olarak değil, gerçekliğin oluşturulmasına katılan bilinçli varlık olarak ele alır. Bilincin cevherle hiçbir ilgisi yoktur, o saf bir görüntüdür.
Felsefe tarihine baktığımızda pek çok filozofun felsefesinin temeli öze dayanır. Bu kavram onlarda önemli yer tutar. Özellikle dinsel, kavrama ve fenomenoiojik olarak karşımıza çıkan öz, tüm fenomenlerin gerisinde bulunan dayanaktır. Diğer bir anlatımla o, varlığı sebebiyle başka hiçbir şeye gereksinim duymaz. Kendisi olmadan bir şeyin varolamayacağı özelliğe sahip olduğundan nitelikleri değişse bile varolmaya devam eder.
Dinsel özcülüğün Antik düşünürlerinden en büyük temsilcisi Platon'dur. Ortaçağda Saint Augustin'in bu düşünceyi savunduğunu görmekteyiz. Diğer taraftan ise kavramcı özcülüğün ilk temsilcisi olan Aristo, metafiziğinde bu konuyu ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. Fenomenoiojik özcülüğün en büyük temsilcisi hatta kurucusu kabul edilen Edmund Husserl, özellikle Méditations Cartésiennes (Kartezyen Düşünceler) adlı eserinde; bilincin nesneye çeşitli biçimlerde yani geçmiş, şimdi ve gelecek zaman olarak, gerçek veya olabilir olarak, sevilen veya korkulan olarak yöneldiğini ayrıca dünyanın belli bir anlamda daha önceden de olduğu gibi benim için her zaman burada var olduğunu belirtir.
Diğer taraftan ise fenomenologlardaki gibi Sartre'da da klasik psikoloji ile karşımıza çıkan spiritualist realizm'in reddedildiğini görmekteyiz. Bilinç yalnız değil, başka varlıklarla ele alınmakta ve özellikleri ortaya çıkmaktadır. Çünkü onun en belirgin özelliği, hiçbir zaman kendi kendisi ile tamamlanamaz olmasıdır. Sartre bu görüşünü Husserl'in bilinçle ilgili düşüncelerine dayandırmaktadır. Ayrıca Sartre'a göre, bilincin içeriği de yoktur . Bilinci, kendi kendine bir varlık olarak da kabul etmek olanaksızdır.
Kendisi-için-varlığın diğer bir özelliği bilince sahip olmasıdır. Başka bir anlatımla, her şeyin bilinç-nesne ilişkisi içerisinde değer kazandığı bir felsefede, bilincin önemli bir konumunda oiduğu açıkça ortadadır.
Sartre'a göre bilinç boş olduğundan dolayı doldurulması gerekir ve aynı zamanda doğrulanmaya sürekli eğilim gösterir. Diğer bir anlatımla bilinç, kendinde-varlık'la kendisi-için-varlığın bir çeşit sentezi haline gelmeye çalışır. Ona göre bilinç, nesnel dünyanın ve kendinde-varlık'ın dışında değildir. Yani bilinç, Kant'ın veya Husserl'in deney üstü öznesine benzemez ve kendisi nesne de olmadığından nesneler dünyası kapsamında yer alır.
Yine Sartre'a göre bilinç yani kendisi-için-varlık, mutlak olarak saydam ve tam bir boşluktur. Bilincin nesnelleştirilmesi, başka bir bilincin ve daha sonra da öznenin kendisinin nesnesi olarak ben'liğe dönüştürülmesi çeşitli aşamalardan geçer. Bu aşamaların birinde bilinç, kendini yalnız bir başka öznenin nesnesi gibi algılar fakat bu aşamada kendini tam olarak bilemez.
Sartre, denemelerinden birinde Fransızların Descartes'ten beri Kartezyen görüşle yaşadıklarını belirtir. Burada mübalağa yapmamakla birlikte pek çok Fransız düşünürünün bundan nasibini aldıklarını itiraf etmek gerekir. Bu etkileşimden biri de Sartre'nin kendisi olmuştur. Yalnız o değil, Alman düşünürlerden Hegel, Husserl ve Heidegger'den de büyük ölçüde etkilenmiştir. Martin Heidegger'in etkisini eleştirisine rağmen, özellikle Varlık ve Yokluk adlı eserinde açıkça görmek olanaklıdır.
Başta bilinç konusu olmak üzere Descartes ve Husserl'den ayrı düşünen Sartre, bu konuda ayrılıklarını gizlemez, ortaya koyar. Çünkü onun için bilinç, düşünce öncesi temel veridir. Örneğin, bu kalem, şu kitap veya şu araba... gibi şeylerin belirtilmesi. Oysa Descartes'in "cogita ergu sum da" kendisi ile başladığı şey, düşünen bilinçtir. Bu da kendini bir nesne olarak ortaya koyar.
Husserl'in dediği gibi her bilinç, bir şeyin bilincidir . Aşkın bir nesnede yer almadığından onun hiçbir içeriği de yoktur . Bunu şu şekilde örnekleyebiliriz: Bu sandalyeyi diğerlerinden ayırt ediyorum. Sandalye bir içerik olarak bilimcimde değildir. Uzaydadır, yani bir masanın, bir pencerenin yanında veya nerede olursa olsun herhangi bir yerdedir. Onu içkin olarak değil, bilinci aşan olarak bilirim. Husserl'in düşüncesinin tersine, algı söz konusu olduğunda bilincin nesnesi, aşkın ve var olarak bulunur. Sartre, bu konuda Husserl'i değil Heidegger'i izler. Kendisi-için- varlığı bilince dayandıran Sartre, ona başka özellikler de kazandırmaktadır:
a) Kendisi-için'in kendisinde- varlık olma uğraşı
Sartre'a göre bilinç nasıl doğmaktadır? Bunun yanıtını yine onun düşüncelerinde aramamız gerekiyor. Bir başka sorun, bilincin kendisini causa sui yani kendi kendinin sebebi olarak nasıl yaratabileceğini anlamada ortaya çıkar. Burada şunu da eklememiz gerekmektedir. Ben-özne düşünme öncesi bilinç değil, fakat düşünen bilinç düzeyinde doğar. Ben-özne, bilincin kendi üzerine düşünmesi ile varlık kazanır ve nesne konu-muna gelir. Çünkü böyle bir durumda bilinci yaratabilecek hiçbir aşkın ben yoktur. Sartre, bilinci varlığa bağlamakta ve oluşumuzu ona dayandırmaktadır.
Sartre'a göre varlığa bağlı olarak doğan bilinç, hem kendisi olmak hem de kendisinden kurtulmak yani bir diğer varlığa geçmek ister. Diğer bir anlatımla, kendisi-için, kimliğini ve konumunu koruyarak varlık hüviyeti kazanmak ve kendisinde-varlık sahibi olmak istemektedir. Çünkü Sartre'a göre niçin varlık vardır? sorusu dışlanırken, niçin bilinç vardır? sorusu öne çıkmaktadır. Ona göre bilinç, varlıktan devamlı ayrılma veya uzaklaşma yoluyla var olmaktadır. Hatta bunu daha da ileri götürürsek bilinç, ancak bir olumsuzlama veya yokluk süreci yoluyla varolur.
Yukarıda belirttiğimiz gibi ontolojik boyutta kendisi-için-varlık, varlık karşısında bir eksiklik ve bir yokluktur. Çünkü kendisi-için-varlık, kendinde ve kendi varlığının eksikliği olandır. Onun arzusu, kendisinde olabilmeyi gerçekleştirmektir. Dolayısıyla bilincin en büyük amacı, kendi kendisine adapte olmayı istemek ve kendi yokluğundan, kendi varlığına sığınma zorunluluğunu göstermektir. Bilincin varolabilme uğraşı, kendi kendisi ile dolu ve kendi varlığının temeli olmak içindir. Sartre bunu kendisi-için'in projesi olarak adlandırır. Dolayısıyla bilinç, her iki varlık türünü de kapsamına alabilecek bir kendisinde-kendisi-için olmak zorundadır. Bununla bilinç, kendisinden bekleneni sağlayacak, kendi kendisi ile dolu olacak, saçma olma durumundan kurtulacak ve özellikle kendi kendisinin temeli olabilme olanağına kavuşacaktır.
b) Kendisi-için-varlık donuk değil, hareketlidir
Bilindiği gibi fenomenolojik bir idealizmden yola çıkan Sartre, felsefesine klasik dünya ve ben ilişkileri görüşünün Husserlci eleştirisiyle başlar. Ben'in Aşkınlığı'nın (La Transcendance de l'ego) ve yönelmişliğinin (intentionalité) aynı zamanda bir olumsuzluk olduğunu öne sürerek, bilincin bir şeyin bilinci olduğunu savunan Husserl'in bu düşüncesini kabul eder. Bununla birlikte o, buna paralel olarak bilinci; nesnelerinden kurtarıp, onu dünyanın kurucu ilkesi kabul ederek, Husserl'in görüşlerinden daha da ileri boyutlara gidilmesi gerektiğim vurgular. Sartre bunu önce L'imagination (Düş kurma) ve daha sonra yayınladığı L'imaginaire (Düş) adlî eserlerinde imgenin yönetimsel özelliği üzerinde durarak imgeyi bir nesne olarak değil, bir edim olarak ele alır. Diğer taraftan, imgelemsel bilincin en belirgin özelliği, olumsuzluğudur. Dolayısıyla yönelmişliğin durağanlaştırılması, yaşantı fenomenolojisinin bir özgürlük varoluşçuluğuna doğru aşılmasını sağlar.
Jean-Paul Sartre fenomenolojik ve ontolojik bir deneme olan Varlık ve Yokluk adlı eserinde metafizikle ilgili düşüncelerini belirtirken ontolojide iki önemli sorunun altını özellikle çizer. Bunlardan biri varlığın kaynağı, diğeri de niçin varlık vardır? sorularıdır. Bunlara paralel olarak acaba Sartre, kendi başına gerçekliği olan bilincin dışında varlığı nasıl temellendirmektedir? Bir başka deyişle, varlık nereden gelmektedir? Sartre'a göre bu ve benzeri sorular metafizik boyutta yersiz, saçma, sebepsiz ve gereksizdir. Ona göre niçin varlık vardır? sorusu önemlidir ve bunun yanıtı da kolaydır. Çünkü yanıtlandırılması gereken metafizik değil ontolojidir. Dolayısıyla varlık vardır ve bilinç de bunu ortaya koymaktadır. Sartre'ın eserinde özellikle ve geniş bir şekilde ele aldığı konu şüphesiz bilinç yani kendisi-için-varlık'tır.
Kendisi-için-varlığın en belirleyici özelliğini oluşturan bilinç'in felsefe tarihinde gelişimine baktığımızda önemli bir yere sahip olduğunu görürüz. Fransızca la conscience kelimesinden dilimize geçen bilincin kökeni eski Yunanca'ya dayanır. Yunanlılar bunun için pnuema daha geniş anlamda nous ve zihin gücünü ifade etmek için de logos kavramını kullanmışlardır. Latinlerin önceleri "spirit" ismini kullandıkları bilince daha sonra "animo" ve "ratio" adını verdiklerini görüyoruz. Almanca da ise "Geist" yani "tin" kavramı bunun karşılığını ifade eder.
Yeniçağın büyük düşünürlerinden René Descartes'in cogito ergu sum, düşünüyorum; öyleyse varım , görüşü modern felsefede düalizmin doğmasına yol açmıştır. Bilindiği gibi Descartes'in cevher düşüncesini, bilinç olarak ele alan Edmund Husserl olmuştur. Descartes'da olduğu gibi ona göre alemden ayrı, kendi başına bilinç yoktur. Çünkü bilinç, daima bir şeyin bilincidir. Dolayısıyla diğerleri gibi bilinç, her türlü deney ve araştırma dışında olup yalnız öz olarak vardır. Husserl bunlara fenomenler ve bunları da öz olarak inceleyen felsefi metoda fenomenoloji adını vermiştir. Çünkü Husserl'e göre felsefe, ne pozitif bilim gibi açıklamaya ne de sosyal ve psikolojik bilimler gibi anlamaya çalışır. Onun amacı yalnız özlerden oluşan fenomenlerin açıklanmasıdır. Dolayısıyla bu metot, Platon'un ideler aleminde gördüğü essence'u yani özü yeryüzüne indirmekte ve Descartes'in bilinçle ilgili görüşlerini doğrulamaktadır.
Bilinç konusunda en çok çalışma yapan düşünürlerden biri şüphesiz Husserl'dir. Ona göre bilinç; emprik ben'in reel süresi içinde olup, yaşanmış deneyimin tüm ayrıntılarının fenomenolojik birliği, özelliği ve bir yere çevrilmiş olmasından meydana gelen fenomenler yığınağıdır. Diğer bir anlatımla, alemsiz bilinç, bilinçsiz alem olamaz. Zira insan varlığı, alemde varlıktır. Çünkü her bilinç, bir şeyin bilinci olduğundan sonsuza kadar uzayabilir.
Edmund Husserl'e göre bilinç, aktüel olan ve aktüel olmayan diye ikiye ayrılır. Aktüel bilincin en dar anlamı, dikkate dayanır. Ona göre insanın özelliği alemde varolmaktır. Dolayısıyla bilinç, yöneldiği hedefle birlikte ve onunla içiçedir. Husserl aynı zamanda bir öz araştırıcısı olduğundan ona göre öz bilimi, olgusal bir bilim değil, bilinçle ilgili bir kavramdır. Olgusal niteliklerinden arındırılmış, arıtılmış olan salt bilince dönerek özler aranır. Çünkü her şey bilince, deneyle verilir.
Sartre'a göre kendisi-için-varlık, ruh ve bedenden oluşmaz, onu bir bütün olarak yaşar. Yaşamak; oluş, değişim ve ölümle sona ermek olduğundan her yaşama bilincinin bir oluş, bir değişme ve bir gelişimi vardır. Çünkü kendisi-için-varlık bunu, canlı varlığın bilinci, değişmenin, ihtiyarlamanın, yıpranmanın, gelişmenin veya sona ermenin fark edilmesi olarak algılar. Buna Martin Heidegger "tasa" Sartre da "iç bulantısı", der.
Bilinçle ilgili bu genel değerlendirmeden sonra onun objeyle olan ilişkisinden de bahsetmek gerekir. Bu bağlamda bilinç, bir bütün oiarak ele alınmak zorundadır. Kavrayan özne ve kavranan nesnedir. Ne öznesiz nesne, ne de nesnesiz özne düşünülebilir. Çünkü onlar birbirlerini tamamlayan birer karşıttırlar. Bilinç, ne iç düşünme (réflexion), ne içebakış (introspection), ne de tüme varış (induction) la bilinebilir. O edim halinde sezilebilir. Çünkü bilinç, özne-nesne ikilisinin bir araya gelmesiyle oluşur. Nesnenin, bilinç dışında bir mekanda ve belirli bir uzaklıkta olduğu söylenemez. Özne-nesne bağıntısını, ne öznenin nesne sebebi, ne de nesnenin özne sebebi olarak değerlendirmek doğrudur.
Edmund Husserl'e göre bilincin, nesneyle olan bağıntısı önemlidir. Algılama, duyumsama, arzulama, sevme, inanma edimlerinde bilincin kendisiyle bağlantı kurabileceğim şey bana bir biçimde verilmiş olmalıdır. Diğer bir anlatımla, her bilinç ediminde bir nesneyle bağlantı kurulur veya her bilinç ediminin yöneldiği bir nesne vardır. Bir diğer anlatımla bilinç, yönelimseldir, yani o edimlerinin her birinde hep bir şeyin bilincidir.
Fenomenoloji alanında Edmund Husserl, yalnız Alman düşünürlerine değil Fransız düşünürlerine de öncülük etmiştir. Jean-Paul Sartre ve Maurice Merleau-Ponty bunlardan bazılarıdır. Maurice Merleau-Ponty'nin Phénoménologie de la perception (Algının Fenomenolojisi) adlı çalışması bu alanda önemli eserlerden biridir. O, bu konuda Husserl'le aynı düşünmesine karşın, Sartre ile yolları ayrılmaktadır. Burada ayrıca Maurice Merleau-Ponty'nin ontoloji ile fenomenoloji arasında ayrıntıya dikkat ettiğinin altını da çizmemiz gerekiyor. Onun fenomenoloji anlayışı, egzistansı-varoluşu temele alan bir fenomenolojidir. Bu kavram bizi, doğrudan zamana bağlı koşullar dahilinde yaşamakta olan bir yaşam deneyimine götürür. Burada insan, kişisel yaşantısına sahiptir. Yani insanı somut varlığından ayrı düşünmek olanaksızdır. Dolayısıyla Husserl fenomenolojisinin önemli kavramlarından biri olan "İntentionalite" -yönelmişlik, Maurice MerleauPonty'de transendantal bir bilince ait değil, öz bedenin bir yönelmişliğidir. Buna Egzistansiyel Fenomenolojfi denilir.
Edmund Hıssserl'den sonra bilincin, felsefede daha da etkin ve önemli konuma geldiğini görmekteyiz. Gerek materyalist gerek idealist düşünürlerde çok ciddi bir tartışma konusu olan bilinç acaba yalnız insana özgü bir olay mı? İnsana ait bilinç, yalnız özneyi mi yoksa objeyi de kapsar mı? Onun kaynağı nedir? Özellikle Sartre felsefesinde yeri ve önemi nedir? İşte bu ve benzeri soruların yanıtını aramamız gerekiyor. Daha önce belirttiğimiz gibi kendisi-için-varlık'ı, kendisinde-varlık'tan ayırt eden en önemli özellik bilinçtir. Çünkü Sartre, bilinç-nesne uyuşmazlığına önem vermez. O , kendisi-için-varlığı uygun koşullarda dış gerçekliği algılayabilenlerden biri olarak değil, gerçekliğin oluşturulmasına katılan bilinçli varlık olarak ele alır. Bilincin cevherle hiçbir ilgisi yoktur, o saf bir görüntüdür.
Felsefe tarihine baktığımızda pek çok filozofun felsefesinin temeli öze dayanır. Bu kavram onlarda önemli yer tutar. Özellikle dinsel, kavrama ve fenomenoiojik olarak karşımıza çıkan öz, tüm fenomenlerin gerisinde bulunan dayanaktır. Diğer bir anlatımla o, varlığı sebebiyle başka hiçbir şeye gereksinim duymaz. Kendisi olmadan bir şeyin varolamayacağı özelliğe sahip olduğundan nitelikleri değişse bile varolmaya devam eder.
Dinsel özcülüğün Antik düşünürlerinden en büyük temsilcisi Platon'dur. Ortaçağda Saint Augustin'in bu düşünceyi savunduğunu görmekteyiz. Diğer taraftan ise kavramcı özcülüğün ilk temsilcisi olan Aristo, metafiziğinde bu konuyu ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. Fenomenoiojik özcülüğün en büyük temsilcisi hatta kurucusu kabul edilen Edmund Husserl, özellikle Méditations Cartésiennes (Kartezyen Düşünceler) adlı eserinde; bilincin nesneye çeşitli biçimlerde yani geçmiş, şimdi ve gelecek zaman olarak, gerçek veya olabilir olarak, sevilen veya korkulan olarak yöneldiğini ayrıca dünyanın belli bir anlamda daha önceden de olduğu gibi benim için her zaman burada var olduğunu belirtir.
Diğer taraftan ise fenomenologlardaki gibi Sartre'da da klasik psikoloji ile karşımıza çıkan spiritualist realizm'in reddedildiğini görmekteyiz. Bilinç yalnız değil, başka varlıklarla ele alınmakta ve özellikleri ortaya çıkmaktadır. Çünkü onun en belirgin özelliği, hiçbir zaman kendi kendisi ile tamamlanamaz olmasıdır. Sartre bu görüşünü Husserl'in bilinçle ilgili düşüncelerine dayandırmaktadır. Ayrıca Sartre'a göre, bilincin içeriği de yoktur . Bilinci, kendi kendine bir varlık olarak da kabul etmek olanaksızdır.
Kendisi-için-varlığın diğer bir özelliği bilince sahip olmasıdır. Başka bir anlatımla, her şeyin bilinç-nesne ilişkisi içerisinde değer kazandığı bir felsefede, bilincin önemli bir konumunda oiduğu açıkça ortadadır.
Sartre'a göre bilinç boş olduğundan dolayı doldurulması gerekir ve aynı zamanda doğrulanmaya sürekli eğilim gösterir. Diğer bir anlatımla bilinç, kendinde-varlık'la kendisi-için-varlığın bir çeşit sentezi haline gelmeye çalışır. Ona göre bilinç, nesnel dünyanın ve kendinde-varlık'ın dışında değildir. Yani bilinç, Kant'ın veya Husserl'in deney üstü öznesine benzemez ve kendisi nesne de olmadığından nesneler dünyası kapsamında yer alır.
Yine Sartre'a göre bilinç yani kendisi-için-varlık, mutlak olarak saydam ve tam bir boşluktur. Bilincin nesnelleştirilmesi, başka bir bilincin ve daha sonra da öznenin kendisinin nesnesi olarak ben'liğe dönüştürülmesi çeşitli aşamalardan geçer. Bu aşamaların birinde bilinç, kendini yalnız bir başka öznenin nesnesi gibi algılar fakat bu aşamada kendini tam olarak bilemez.
Sartre, denemelerinden birinde Fransızların Descartes'ten beri Kartezyen görüşle yaşadıklarını belirtir. Burada mübalağa yapmamakla birlikte pek çok Fransız düşünürünün bundan nasibini aldıklarını itiraf etmek gerekir. Bu etkileşimden biri de Sartre'nin kendisi olmuştur. Yalnız o değil, Alman düşünürlerden Hegel, Husserl ve Heidegger'den de büyük ölçüde etkilenmiştir. Martin Heidegger'in etkisini eleştirisine rağmen, özellikle Varlık ve Yokluk adlı eserinde açıkça görmek olanaklıdır.
Başta bilinç konusu olmak üzere Descartes ve Husserl'den ayrı düşünen Sartre, bu konuda ayrılıklarını gizlemez, ortaya koyar. Çünkü onun için bilinç, düşünce öncesi temel veridir. Örneğin, bu kalem, şu kitap veya şu araba... gibi şeylerin belirtilmesi. Oysa Descartes'in "cogita ergu sum da" kendisi ile başladığı şey, düşünen bilinçtir. Bu da kendini bir nesne olarak ortaya koyar.
Husserl'in dediği gibi her bilinç, bir şeyin bilincidir . Aşkın bir nesnede yer almadığından onun hiçbir içeriği de yoktur . Bunu şu şekilde örnekleyebiliriz: Bu sandalyeyi diğerlerinden ayırt ediyorum. Sandalye bir içerik olarak bilimcimde değildir. Uzaydadır, yani bir masanın, bir pencerenin yanında veya nerede olursa olsun herhangi bir yerdedir. Onu içkin olarak değil, bilinci aşan olarak bilirim. Husserl'in düşüncesinin tersine, algı söz konusu olduğunda bilincin nesnesi, aşkın ve var olarak bulunur. Sartre, bu konuda Husserl'i değil Heidegger'i izler. Kendisi-için- varlığı bilince dayandıran Sartre, ona başka özellikler de kazandırmaktadır:
a) Kendisi-için'in kendisinde- varlık olma uğraşı
Sartre'a göre bilinç nasıl doğmaktadır? Bunun yanıtını yine onun düşüncelerinde aramamız gerekiyor. Bir başka sorun, bilincin kendisini causa sui yani kendi kendinin sebebi olarak nasıl yaratabileceğini anlamada ortaya çıkar. Burada şunu da eklememiz gerekmektedir. Ben-özne düşünme öncesi bilinç değil, fakat düşünen bilinç düzeyinde doğar. Ben-özne, bilincin kendi üzerine düşünmesi ile varlık kazanır ve nesne konu-muna gelir. Çünkü böyle bir durumda bilinci yaratabilecek hiçbir aşkın ben yoktur. Sartre, bilinci varlığa bağlamakta ve oluşumuzu ona dayandırmaktadır.
Sartre'a göre varlığa bağlı olarak doğan bilinç, hem kendisi olmak hem de kendisinden kurtulmak yani bir diğer varlığa geçmek ister. Diğer bir anlatımla, kendisi-için, kimliğini ve konumunu koruyarak varlık hüviyeti kazanmak ve kendisinde-varlık sahibi olmak istemektedir. Çünkü Sartre'a göre niçin varlık vardır? sorusu dışlanırken, niçin bilinç vardır? sorusu öne çıkmaktadır. Ona göre bilinç, varlıktan devamlı ayrılma veya uzaklaşma yoluyla var olmaktadır. Hatta bunu daha da ileri götürürsek bilinç, ancak bir olumsuzlama veya yokluk süreci yoluyla varolur.
Yukarıda belirttiğimiz gibi ontolojik boyutta kendisi-için-varlık, varlık karşısında bir eksiklik ve bir yokluktur. Çünkü kendisi-için-varlık, kendinde ve kendi varlığının eksikliği olandır. Onun arzusu, kendisinde olabilmeyi gerçekleştirmektir. Dolayısıyla bilincin en büyük amacı, kendi kendisine adapte olmayı istemek ve kendi yokluğundan, kendi varlığına sığınma zorunluluğunu göstermektir. Bilincin varolabilme uğraşı, kendi kendisi ile dolu ve kendi varlığının temeli olmak içindir. Sartre bunu kendisi-için'in projesi olarak adlandırır. Dolayısıyla bilinç, her iki varlık türünü de kapsamına alabilecek bir kendisinde-kendisi-için olmak zorundadır. Bununla bilinç, kendisinden bekleneni sağlayacak, kendi kendisi ile dolu olacak, saçma olma durumundan kurtulacak ve özellikle kendi kendisinin temeli olabilme olanağına kavuşacaktır.
b) Kendisi-için-varlık donuk değil, hareketlidir
Bilindiği gibi fenomenolojik bir idealizmden yola çıkan Sartre, felsefesine klasik dünya ve ben ilişkileri görüşünün Husserlci eleştirisiyle başlar. Ben'in Aşkınlığı'nın (La Transcendance de l'ego) ve yönelmişliğinin (intentionalité) aynı zamanda bir olumsuzluk olduğunu öne sürerek, bilincin bir şeyin bilinci olduğunu savunan Husserl'in bu düşüncesini kabul eder. Bununla birlikte o, buna paralel olarak bilinci; nesnelerinden kurtarıp, onu dünyanın kurucu ilkesi kabul ederek, Husserl'in görüşlerinden daha da ileri boyutlara gidilmesi gerektiğim vurgular. Sartre bunu önce L'imagination (Düş kurma) ve daha sonra yayınladığı L'imaginaire (Düş) adlî eserlerinde imgenin yönetimsel özelliği üzerinde durarak imgeyi bir nesne olarak değil, bir edim olarak ele alır. Diğer taraftan, imgelemsel bilincin en belirgin özelliği, olumsuzluğudur. Dolayısıyla yönelmişliğin durağanlaştırılması, yaşantı fenomenolojisinin bir özgürlük varoluşçuluğuna doğru aşılmasını sağlar.