İBN-SİNA: HEKİM, BİLGİN VE FİLOZOF (980 - 1037) - 2

1228 civarında Paris Üniversitesi'nde ilahiyat dersleri veren Auvergneli William, Aristo'yu, Fârâbî'yi, İbn Sina'yı ve Gazalî'yi şiddetli bir şekilde eleştirmiş, ancak hem onların ve hem de İbn Sina'nın çağdaşlanndan İspanyol yahudisi İbn Cebirol'un eserlerini bolca kullanmıştır. Thomascılığın temel direklerinden biri olan öz ile varoluşun birbirlerinden farklı olduğu fikrini Latin skolastisizmine tanıştıran işte bu William'dır. Onun, Aristo'yu savunmak maksadıyla Roma' ya gittiği ve 1231'de gözden geçirip düzelttikten sonra Aristo doktrinini öğretmek için IX. Gregorius'tan izin aldığı da bilinmektedir. Bu esnada, hristiyan alimleri ya doğrudan doğruya veya İbn Rüşd'ün yorumları aracılığıyla İbn Sina'ya ve Aristocu metinlere ilişkin bilgilerini daha saf ve yalın bir hale dönüştürdüler. Bu faaliyetler St.Thomas'ın eserleriyle doruk noktasına ulaştı. İbn Sina'nın İslâm ilâhiyatıyla, Maimonides'in ise Yahudî ilâhiyatıyla uzlaştırmaya çalıştığı Aristoculuğu, St.Thomas Hristiyan İlahiyatıyla bağdaştırmıştı. Bu insanların ortak bir özelliği vardı; hepsi de, okuyuculara inançlarını anlamaları için yardımcı olan ve onları duygusal vaazlarla değil, fakat makul nedenlerle ve sağlam bir mantıkla ikna etmeye çalışan akılcılardı.

St.Thomas sayesinde hristiyan iman ve itikadının antik çağ ve orta çağ felsefesine uyarlanması süreci tamamlandı. Hristiyanlar, sadece Aristo'dan değil, St.Augustine'den, Boethius'tan, Damascuslu St.John'dan ve hepsinden de ziyade İbn Sina'dan bolca yararlandılar. On ikinci yüzyılın ortasından itibaren her hristiyan alimi bilhassa İbn Sina'ya çok derinden bağlıydı.

İbn Sina'nın erken tezahür eden başarısının nedeni, gizlice felsefesine sokulan ve felsefî fikirlerinin aslî kısmını kapsayan Yeni Platonculuğun belirsizliklerinden kaynaklanmaktaydı. Aristoculukla Platonculuktan oluşan bu karışım, Hristiyanların Platon'u St.Augustine'in ve Yahudilerin Platon'u İbn Cebirol'un öğretileriyle güçlendirildi. Bütün bu fikirler, St.Thomas'ın dehası eliyle arıtıldı ve birleştirildi.

Ruh hakkındaki risalesinde İbn Sina, tuhaf bir hikaye anlatır. Her yönden mükemmel olmakla birlikte kör olarak yaratılmış bir adam tahayyül edin; bedeni boşlukta asılı olsun ve kol ve bacaklarının veya bunların dışında kalan başka herhangi bir uzvunun farkında olmasın. Bütün bunlara rağmen, böyle bir adam, hiçbir kuşkuya kapılmaksızın var olduğunu iddia edebilir. Bu fikir, Descartes'in "Cogito ergo sum." diye özetlediği yaklaşımına çok benzer.

Tıbbî ve İlmî Faaliyetleri

Şimdi İbn Sina'nın tıbbî faaliyetlerine bir göz atalım ve dikkatimizi bir başyapıt olan el-Kânûa fî't-Tıbb adlı tıp ansiklopedisi üzerinde yoğunlaştıralım. Kânun kelimesinin, ölçüt anlamında kullanılan Yunanca canon kelimesinden geldiği aşikârdır. Bu ad iyi seçilmişti; çünkü İbn Sina'nın Kânun n beş altı asır boyunca tıbbın ölçütü veya kutsal kitabı olarak benimsenmişti. Kânun beş ana kısma taksim edilmiştir :

I.Genel konular (bu kısım daha ziyade felsefeye ayrılmıştır);
II. Alfabetik sıraya göre basit ilaçlar;
III. Baştan ayağa doğru lokal hastalıklar;
IV. Ateş ve diğerleri gibi genel hastalıklar;
V. Bileşik ilaçlar.

Kânun, on birinci yüzyılın başlarında yürürlükte bulunan tıp bilgisinin ve görgüsünün bir sentezidir. Yani, başta Hipokrates ve Galen olmak üzere Yunanlılar tarafından atılmış temellerle Bizanslıların ve Arapların inşa ettikleri katların üzerine kurulmuştur. Galen'in tamamı Huneyn ibn İshak ve öğrencileri tarafından Arapça'ya tercüme edilmiş ve Yuhanna ibn Maseveyh'in, "Ali ibn Sehl ibn Rabban el-Taberî'nin Arapça eserlerinde Yunan tıbbına pek çok ilaveler yapılmıştı; daha sonra Rhazes'in veya el-Râzî'nin, İbn Sarafyûn'un, Isaac Judaeus'un. Haly Abbas'ın veya "Ali ibn 'Abbas'in, Abulcasis'in veya Ebû'l-Kâsım el-Zehrâvî'nin, İbn el-Cezzâr'ın, Farsça yazan Ebû Mansûr Muvaffak'in ve diğerlerinin eserlerinde yer alan ve Hint kaynaklarından derlenen malumat da bunlara eklendi. Birçok bilginden yalnızca birkaçını sıralamamın nedeni, İbn Sina'nın sadece Yunan ve Bizans hekimlerinin değil, fakat aynı zamanda bir sürü Arap ve Fars hekimlerinin de omuzlan üstünde durduğunu vurgulamaktır. Bu durum, onun büyük dehasından hiçbir şey eksiltmez. Galen'le benzerliği daima akılda tutulmalıdır. Her ikisi de, şöhretini, felsefi ve tıbbî birikimi benzer bir şekilde terkip etmelerine borçludur ve her ikisi de diğer devlerin omuzlarına basarak yükselmiştir.

Tıbba geri dönülecek olursa, İbn Sina, sadece Arapça eserlerdeki geniş bilgi yığınını keşfetmekle kalmadı, daha önceki Arap sentezlerinden yararlanmasını da bildi. Ansiklopedik girişimlerin meyveleri, dahael-Râzî'nin Kitâbü'l-Hâvî (Continens)'sinde ve Ali ibn "Abbas'ın Kitâbü'l-Melikî (Liber Regius, Regalis Dispositio)'nde mevcuttu. Ama en iyisi ve en popüler olanı İbn Sina'nınkiydi. Eş-Şeyhü'r-Reis (Hocaların Hocası) gibi şerefli bir unvanı veya Dârü'l-İslâm'da halen kendisine yakıştırılan benzer unvanları, Şifa'dazı ziyade, muhtemelen Kânun'a borçluydu.

İbn Sina kadar takdir edilen ve saygı duyulan bir kimse, doğal olarak, kıskançlıklara ve düşmanlıklara da hedef olacak ve kendisine iftira edilecekti. Örneğin son hastalığında, kendi kendisini iyileştirmekte yetersiz kalınca (çünkü bu onun son hastalığıydı ve ecelle yüz yüze gelmişti), düşmanları şöyle söylemişti : "Metafiziği ruhunu kurtaramadığı gibi, tıbbı da bedenini kurtaramadı." Bu tür kötü niyetli özdeyişler, dehanın kefaretinden başka bir şey değildir.

İbn Sina sadece bir hekim değildir; bilim adamlığı yönü de vardır. Bilimsel bilgisinin ve bilim anlayışının büyük bir kısnu, ilk döneme ait eserlerinin en büyüğü olan Kitâbü'ş-Şifa idi ve diğer muhtelif monografilerde verilmiştir. İbn Sina, bir matematikçi, bir fızikçi, bir tabiatçı, bir jeolog, bir müzik kuramcısı, bir kimyacı ve bir astronomdur. Rasyonalizminin belirgin alâmeti, simyanın ve hükmî astrolojinin aleyhinde olmasıdır.

Tıbbının Etkisi

İbn Sina'nın tıpla ilgili eserlerinin ve bilhassa Kânun unun İslâm Dünyası'ndaki yeri, Arapça yazmalarının ve şerhlerinin, Farsça ve Türkçe tercüme, yorum ve uyarlamalarının çokluğuyla anlaşılabilir. Kânun'un Batı'ya olan etkisi ise, Cremonalı Gerard tarafından Toledo" da yapılan Latince tercümesiyle başlar. Almagest'inde 1175 yılında aynı Gerard eliyle Latince'ye tercüme edildiği hatırlanacak olursa, daha on ikinci yüzyılın sonlarına gelinmeden önce, Yunan astronomisi ile Yunan-Arap tıbbının iki kutsal kitabının Latin bilginlerin hizmetine açıldığı hemen anlaşılır.

Bu andan sonra, hemen hemen bütün Latin tıp eserleri İbn Sina'ya bir şeyler borçludur. Continens ve Regalis Dispositio da ilk yayımcılar tarafından basılmıştı ama bunların başarısı Canon'unki kadar büyük olmamıştı. Muazzam hacmine rağmen, Canon' un en az 14 incunabuium baskısı, Padua, Milano, Strasbourg, Bologna, Pavia, Venedik (5 farklı matbaada!) ve Lyon'da basıldı.

İbranice bir incunabuîumu da vardı (Napoli, 1491). On altıncı yüzyıl boyunca, diğer birçok İbn Sinacı metin ve yorumlara, lugatçelere ve başka bazı yeniliklere ilaveten, çok daha fazla sayıda Latince baskısı ortaya çıktı. Tanınmış her matbaacı, kendi Avicennasını üretmek istedi. İlk Arapça edisyonu, on altıncı yüzyılın sonuna gelinmeden önce yayımlandı. Ancak bu edisyon, bir Doğu edisyonu değil (on sekizinci yüzyıldan önce Doğu'da Arapça eserlerin basımı yapılmamıştı), bir hristiyan İtalyan edisyonuydu ( Typographia Medicea, Roma, 1593).

Canon'un ilk edisyonlarından bazıları, Şam'daki Venedik kolonisinin hekimleri olan Andrea Alpago ve onun yeğeni Paolo Alpago tarafından on beşinci yüzyılın sonları ile on altıncı yüzyılın başlarında hazırlanmış yeni bir Latince tercümeye dayanıyordu. Canon'nun Latince tercümelerinin Toledo'da ve Şam'da gerçekleştirildiğine dikkat çekmek yararlı olacaktır. Ancak bu kadarı yeterli değildir. Hâlâ, Arapça metnin tenkitli bir neşrine ve milletlerarası geçerliliği olan Batı dillerinden birine yapılacak tenkitli bir tercümesine ihtiyaç vardır. Fakat bunlar uzman bir bilginin ömrü boyunca canla başla çalışmasını gerektirecek muazzam büyüklükteki girişimlerdir.
Batılı münevverlerden bazılan (Süryanice-Arapça tâli' yoluyla elde edilen dolaylı bilginin aksine) Yunan tıp bilgisine doğrudan doğruya ulaştıklarında, Petrarca" dan başlayarak Arapça karşıtı eğilimler geliştirdiler. Bu eğilimler Rönesans'ta doruğa ulaştı. Ama Avicenna'nın ünü hemen hemen hiç azalmadı. Zaten Latin kıyafetleri içinde öyle sık tasvir edilmişti ki, Latin bilginleri Canon' un Arapça, İbranice veya Yunanca değil, Vulgatê gibi Latince yayımlardan olduğunu sandılar.

Canon'un (bazıları tam, çoğu ise kısmî olan) sayısız Latince edisyonlanndan sadece üçünü zikredeceğim. Peter Kirsten ikinci kitabın bir Arapça-Latince edisyonunu yayımladı (Breslau, 1609-10). Çok bilgili bir kimse olan Profesör Plempius tamamının Latince basımına başladı, ama 1658'e kadar sadece birinci ve ikinci kitaplarla dördüncü kitabın bir kısmını yayımlayabildi (Louvain, 1658). Fransız hekimi Pierre Vattier, Avicenna'yi orjinalinden okumak uğruna Arapça'yı öğrendi ve Caaoriun psikolojiden bahseden kısımlarının (üçüncü ve dördüncü kitaplarda) Latince bir edisyonunu yayımladı(Paris, 1659).

On yedinci yüzyılın ortalarına ulaşan bu süreç esnasında yayımlanan edisyonları, basit birer filolojik başarı olarak değerlendirmek doğru değildir; bu edisyonlar, Rönesans hekimlerinin, tıp klasiklerinin Yunanca basımlarını hazırlarken içinde bulundukları ruh halini andırır bir ruhla hazırlanmıştır. Amaç, Kanun'un özünde bulunan tıbbî gerçeği diğer hekimlere ulaştırmaktır. Araplara duyulan husumetin artmasına rağmen, on yedinci yüzyılda hekimler, Avicenna'ya, Hipokrates'e ve Galen'e davranmış oldukları kadar büyük bir hürmetle davrandılar. Ayrıca, bu duruma, hâlâ süregelen güvenilirliğinden daha iyi bir kanıt verilebilir mi? Hiçbir müslüman veya Doğulu bilgin İbn Sina'nınki kadar yüksek bir konuma ve onunki kadar güçlü ve sürekli bir etkiye ulaşamamıştır.

Sonuç

İbn Sina metafizik tarihinde son derece önemli bir yer tutar. Aristo, Plotinos, Damascuslu John, el-Kindî ve el-Fârâbî ile kendisinden sonraki İbn Rüşd, Maimonides ve Thomas Aquinas gibi filozofları birleştiren altın zincirdeki halkalardan biridir. Ayrıca, İbn Sina orta çağ felsefesine, yani Yunanca, Arapça, Latince ve İbranice gibi dört büyük dille ifade edilen felsefeye Arapların ve müslümanların yapmış oldukları katkıların büyüklüğünü farketmemize yardımcı olur. Orta çağ düşüncesinin anlaşılabilmesi için, bunun dokunması esnasında kullanılan dört ipten birinin dahi ihmal edilmemesi gerekir. İman ve itikada ait farklılıklara rağmen, Müslüman, Yahudi ve Hristiyan teolojileri, karşılıklı olarak yardımlaşabilmek için yeterli sayıda müşterek ilkelere sahipti. İbn Sina sadece İslâm ilahiyatından esinlenmiş olsa da, Aristocu metafiziğin Yahudi ve Hristiyanların maksatlarına uygun bir şekilde özümsenmesini kolaylaştırmıştı.

Orta çağda terkediimesi mümkün olmayan metafiziksel saplantılarına rağmen, İbn Sina, herşeyden önce, tıpkı Aristo ve Galen gibi bir bilim filozofu, yani pozitif bilginin tamamını anlamaya çalışan bir kimseydi. Şüphesiz bu durum onun pratik bir bilim adamı olmasından kaynaklanıyordu. Bilebildiğimiz kadarıyla, İbn Sina'nın düşüncesinin gelişiminde - bilimsel ve mistik nitelikte - iki farklı yönelimin etkileri vardı Bu mistik yönelim, aklın sınırlarını giderek daha iyi sezinlemesinden ve tevazuundan doğmuştu.

Her bilim filozofu, aynı araştırma modelini kullanmak mecburiyetindedir; fakat orta çağdan beri bilim öylesine hızlı ve öylesine verimli bir biçimde gelişmiştir ki bir Aristo'nun veya bir İbn Sina'nın ansiklopedik girişimlerini yinelemek imkansız olmasa bile giderek daha da güçleşmiştir.
1 | 2

1 Yorum

Adsız
27 Ocak 2009 22:39  

ibni sinaya belkide en az sahip çıkan biziz malesef.felsefesi farabiyle örtüşüyor.tıp alanında ise bildiğim kadarıyla amerikada adından sıkça söz ettiriyor doktorumuz.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP