İBN-SİNA: HEKİM, BİLGİN VE FİLOZOF (980 - 1037) - 1

George Sarton
Çeviren : Remzi Demir

Profesör Arthur Upham Pope, geçtiğimiz bininci yıl kutlamalarına katılmam için, beni davet etme inceliğini göstermişti. Filozof Avicenna'dan bahsetmemi istedi; ama Avicenna'nın olağanüstü kişiliğinin esasını kaybetmeksizin sadece filozofluğundan söz etmek olanaksızdır, ve bu nedenle değerlendirmelerimin sahasını biraz geniş tutmak istiyorum. Otobiyografisi, hayatının ilk yirmi yılını kapsadığı için gençlik dönemini çok iyi biliyoruz; sonraki olaylar ise çömezi el-Cüzcanî tarafından aktarılmıştır.

Hayatı

İbn Sina (ismini artık bu şekilde söyleyelim), daha yirmisine ulaşmadan, dinî eğitimine ilave olarak, Aristo'nun, Oklid'in, Batlamyus'un ve Galen'in eserlerini mütalaa etmişti. Bilimsel merakı, Buhara'daki gençlik yıllarında, bir İsmailî olan babası tarafından uyandırılmış olabilir. Onsekizin deyken İbn Sina Buhara sultanını tedavi etmiş ve bundan sonra tıbba giderek daha fazla zaman ayırmıştır. Sultanın hem hekimliğini hem de genel danışmanlığını yapıyordu. Bütün bu anlatılanlar bir peri masalını andırmaktadır. İbn Sina, bir süre Cürcan, Rey ve Hemedan'da da yaşamıştır. Başka bir sultanı tedavi etmiş ve bu nedenle rakiplerinin kıskançlık duygularını alevlendirmiş ve verdikleri eziyetlere katlanmak zorunda kalmıştır. Bir süre Ferdahan'da hapsedilmiş, fakat bereket verrin ki yazmasına müsaade edilmiştir. Daha sonra İsfahan'a sığınmış ve hayatının geriye kalanını orada geçirmiştir. İbn Sina 1037'de 57 yaşındayken ölmüştür. Muhtemelen, bütün yaşamı boyunca felsefî araştırmalarıyla birlikte ilmî araştırmalarını da sürdürmüştür.

İbn Sina'nın, yine bir filozof ve hekim olan ve ünü, kısmen, bu iki ilgi ve yönelime bağlanan Galen' le benzer yönleri vardır. Onbirinci yüzyıla değin Galen' in şöhreti eşsizdi; bu andan sonra İbn Sina'nın şöhreti onunkine ortak oldu, ve Rönesans'a kadar ve hatta Rönesans'tan sonra da sahalarına birlikte hükmettiler. Aslında, Bergamalı Galen ile Buharalı İbn Sina aynı değere sahiptirler, ama İbn Sina'nın felsefî bilgisi ve kabiliyeti kıyas bile kabul etmeyecek şekilde daha fazladır ve ayrıca tıbbî tecrübesi de daha geniştir.

İbn Sina'nın sadece Galen'in değil, fakat Galen'le kendisi arasındaki dönemde, yani İbn Sina'yı Pasteur'den ayıran zaman dilimine eşit uzunluktaki sekiz buçuk asırlık bir süre esnasında ortaya çıkmış olan Bizans, Acem ve Arap asıllı hekimlerin de omuzları üstünde yükseldiği göz önünde bulundurulduğunda, bunun başka türlü olması mümkün müdür? Galen ve İbn Sina, esasen aynı türden insanlardır, fakat çok farklı çağlarda ve memleketlerde yaşamışlardır.

Hayatının sonlarına doğru, Galen, kendi eserlerinin bir bibliyografyasını derlemişti; İbn Sina da hayatının sonlarına doğru, şüphesiz aynı gerekçe ile, aynı şeyi yapmıştır. Eğer onlar kadar çok yazarsanız, kendi eserleriniz arasında yolunuzu bulmanız veya bibliyografyanızın yardımı olmaksızın bunların hepsini hatırlamanız zordur. îbn Sina'nınki 153 parçayı bulmaktadır ve eksiktir.

Burada, bir hayli hacimli olan iki eserden bahsetmek yeterli olacaktır : el-Kânun fî't-Tıbb ve Şifa. Başlıklarına bakıldığında, her ikisinin de tıpla ilgili olduğu düşünülebilir, ama bu hatalıdır. İlki muazzam bir tıp ansiklopedisi, ikincisi ise aynı muazzamlıkta bir felsefe ansiklopedisidir. Bu eserler, dünya edebiyatının en büyük anıtları arasında yer almaktadır. Her ikisi de, İbn Sina'nın eserlerinin çoğunda olduğu gibi, Arap diliyle yazılmıştır. Birkaç incelemesi ile şiirleri ise Farsça'dır. Bu nedenle filozof İbn Sina'ya ilişkin incelemelerimizi Şifa üzerinde, hekim İbn Sina'ya ilişkin incelemelerimizi ise Kânun üzerinde yoğunlaştıracağız.

Felsefesi

Kimden ilham aldı ve nerelerden beslendi? Olabildiğince kısa bir şekilde bu soruları cevaplamaya çalışacağım. En eski kaynaklar Yunanlılara aitti. Aristo'nun Metafizik'ini kırk defa okuduğu ve ancak el-Fârâbî'nin şerhini gördükten sonra anladığı söylenir. Ayrıca Aristo'nun İlahiyatı diye tanınan eseri de incelemiştir. Arapların Aristo'ya atfettikleri bu eser, gerçekte geç dönemlere ait Yeni Platoncu bir derlemedir ve büyük bir kısmı Plotinos' un Ennead'larından alınmıştır. Sonuç olarak denilebilir ki, İbn Sina'yı okurken kaynağının Aristo mu yoksa Plotinos mu olduğundan apriori olarak asla emin olamayız.

Yunan bilgisi, İbn Sina'ya Bizans Süryânîleri ile Bizans Harrânîleri gibi iki ana kanaldan ulaşmıştır. Süryânîler, Yunanca eserleri önce Süryânîce'ye ve ondan sonra Arapça'ya tercüme ettikleri halde, Harrânîler doğrudan doğruya Arapça'ya tercüme etmişlerdir. Dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde, daha iyi tercümelere kavuşuldu ve metinler el-Kindî tarafından şerhedildi. Daha büyük bir özenle hazırlanmış olan diğer bir şerh ise, el-Fârâbî'ye aittir ve İbn Sina'nın zihnini aydınlatan eser işte bu şerhtir.

İbn Sina'nın felsefesini daha iyi anlamak için, sadece el-Kindî ile el-Fârâbî'nin eserlerine bakmak kâfi değildir; dinî eserleri kapsayan İslâmî kaynaklan da gündeme getirmek gerekir. Bu kaynaklardan ilki Kuran-ı Kerîm, ikincisi Kuran'ın yorumu olan tefsir, üçüncüsü hadis, dördüncüsü ise hukuk ilminin yöntemlerini ve esasını inceleyen fıkıhtır. Her müslüman ilâhiyatçı, kader veya cüzî irade gibi felsefî meseleleri tartışabilecek şekilde eğitilmiştir. İbn Sina'nın böyle bir eğitim gördüğünden, bu eğitimden sonuna kadar yararlandığından ve Aristocu ve Plotinoscu felsefeyi incelemek için bir kimsede bulunması gerektiği kadar bilgi ile donanmış olduğundan emin olabiliriz.

İbn Sina'nın temel felsefî eseri Şifa idi, ama bunun bir özeti olan Necat (Kurtuluş), Risale el-Hudûd (Tanımlar, bu risale, İbn Sina'nın "doğru düşünce" ile ilgilendiğini kanıtlıyor), Kitâb el-Işârât ve el-Tenbibât (İşaretler ve Tenbibler Kitabı) ve nihayet tamamlanmadan bırakılmış olan el-Hikme el-Maşrıkıyye (Doğu Felsefesi) gibi birçok eser daha yazmıştı.

Şifa, ilkin mantığa, ikinci olarak fiziğe, yani bütün doğa bilimlerine, psikolojiye ve kozmolojiye ve son olarak da metafiziğe ilişkin konulan kapsayan muazzam bir ansiklopedidir. Bu son bölüm, eserin maksadını ve muteber sayfalarını olduğu kadar, en geniş kısmını da teşkil eder. Ama Şifa" tun en mükemmel bölümlerinden birinin bilim diyebileceğimiz bir sahaya tahsis edildiği görülmektedir. İbn Sina'nın Aristo'ya benzer bir yönü vardır : filozof İbn Sina'yı, bilgin İbn Sina'dan ayırmak kesinlikle mümkün değildir.

İbn Sina'nın felsefesi, varlık kuramı ve öz (essence) ile varoluş biçimi (existence) arasındaki fark üzerinde yoğunlaşmıştır. Öz, bir nesnenin "esası", var olma nedenidir. Varoluş biçimi ise, öze eklenebilen veya eklenemeyen bir arazdır. Öz, zatî olduğu halde varoluş biçimi, arızîdir. Sadece Tanrı'da öz ve varoluş biçimi birdir; Tanrı zarurîdir, diğer bütün varlıklar ise yalnızca mümkün veya muhtemeldir.

İbn Sina'nın temel problemlerinden birisi de, Aristo (veya Plotinos) felsefesini İslâm teolojisi ile bağdaştırmaktı; mesela, Aristo'da bulunan alemin ezeliyyeti (önsüzlüğü) fikri, İslâmiyetin ex nihilo (yoktan yaratma) doktrini ile nasıl uzlaştırılacaktı? Çözüm görülmemiş bir uylaşımı yansıtıyordu : alem ezelîdir ama Tanrı alemden önce de mevcuttur. Yaratan, Hak'tır, Sevgi'dir, Çan'dır; O saf akıldır. Herşey, bir fikrin akılda doğması gibi, O'ndan doğar, O'ndan sudur eder; Tanrı aynı anda hem açılım halinde bir varlık hem de yayılım halinde bir akıldır.

İslâm teolojisinin ihtiyaçlarını karşılamak için, ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlamak kâfi gelmiyordu. Ruhun bireyselliğinin sürekliliğini de kanıtlamak gerekiyordu. Bu nedenle, İbn Sina birey olmanın kuralını belirledi. Madde iğrenç ve günahkârdır, yokluğa meyleder. Ruh ise, yaşam varken bile, ebedî ve müstakildir. Bedenin yok olmasından sonra, saf aklınkine benzeyen ve kendine mahsus olan yeni bir yaşama yönelir. Ruhun ebedî mutluluğu, esasen ilme dayanır. İbn Sina'nın işi oldukça güçtü, çünkü felsefe yapmaya giriştiği anda, bununla ilgili bir terminoloji yaratmak veya mevcut terminolojiyi geliştirmek zorundaydı. Mutlu bir tesadüf eseri, Arap dilinin mükemmel dakiklikteki morfolojisi bu noktada imdadına yetişti. Arapça'da uygun terimler yaratmak, Yunanca'da gerçekleştirilmiş olan veya Latince ya da İbranice'de gerçekleştirilecek olan benzer girişimlerden daha kolaydı. İbn Sina, neredeyse mükemmel olan bu aleti kullanma avantajına sahipti ve ondan ustalıkla yararlandı.

Matmazel Goichon'un oldukça ayrıntılı olarak gösterdiği gibi, onun terminolojisi çok sarihtir, fakat böyle kısa bir denemede bunu izah etmek mümkün değildir; zaten bunun yeterliliği ancak Arap dilinin uzmanları tarafından değerlendirilebilir. Öyle görünüyor ki, îbn Sina yaşlandıkça felsefesindeki Plotinoscu ve gizemci öğeler daha da belirginleşti. Bu durum, bizzat kendisinin tanımlamış olduğu evrensel eğilimin özel bir sonucu değil miydi? Her varlık mükemmelliğe yönelir ve bu yönelim, Tanrı'ya ulaştıran merdivenin basamaklarını tırmandıkça, biraz daha güçlenir. Aşk, İlk Akıl dan unsurlara doğru iner ve sonra tekrar yükselir. Burada, aşkın kozmik sirkülasyonundan değil {İbn Sina bunu yapmaz) fakat alçalımı ve yükseliminden bahsedildiğini düşünmek daha münasiptir.

İbn Sina büyük bir Acem şairiydi. Ancak, şiir sanatında da verimli olmasına rağmen, düşüncesi, özü itibariyle, ilmî hüviyetini korudu. Bu nedenle, onu yanlış anlama tehlikesini göze almaksızın, ilmî faaliyetlerini tamamen ihmal etmemiz katiyen mümkün değildir. Daima akılcı ve rasyonalistti, ama pozitif bilginin sınırlarının bilincindeydi ve kutsal olanı anlıyor ve seviyordu. Bu vesileyle diyebilirim ki, iki çeşit mistik vardır. Bir kısmı, kâinatın sırlarının, yani evrenin bilimsel analiz ve sentezle ulaşılamayan derinliklerinde saklı kalmış bulunan bütün gizemlerinin açıkça farkındadır. Çoğu bilim adamı, muhtemelen en büyükleri, bu türden mistiktir. Diğer bir kısmı ise, gerçek gizemlerle tatmin olmaz (doğrusunu söylemek gerekirse, bunlar genellikle gerçek gizemlere nüfuz edemeyecek ve değerlerini anlayamayacak kadar cahildir) ve bu nedenle yapay gizemler yaratıp çılgın hayallere kapılır. Dinî mistiklerin çoğu bu türdendir; ancak İbn Sina'nın birinci gruptan olduğu aşikârdır.

Felsefesinin Etkisi

İbn Sina, Gazalî ve İbn Rüşd'ü etkilemiştir, ama bizi şu anda Batılı filozoflar üzerindeki doğrudan tesiri daha fazla ilgilendirmektedir. İbn Sina'nın felsefesinin Batı'da Aristo' nunkinden bir buçuk asır önce tanınmış olması oldukça tuhaftır. Asıl yayılım merkezi, 1085'te Mağribîlerden alman Toledo (Tuleytula) kentiydi. O andan sonra Toledo bir hristiyan kenti olmuştu ama Arap asıllı olan veya anadili gibi Arapça bilen bir sürü bilgili insana da yataklık etmekteydi. Çok aydın olan bazı hristiyanlar, Arapça eserlerin, henüz Latince'de mevcut olmayan ilmî ve felsefî mahiyetteki bilgi hazineleriyte dopdolu olduğu gerçeğini çok iyi biliyorlardı. Alim Başpiskopos, Raymond de Sauvetat (piskopos olduktan sonra Toledolu Raymond adıyla tanınmıştır), Toledo'da bir tür Akademi kurmuştu ve burada toplanan hristiyan bilginler, Arapça eserlerin Latince' ye tercüme edilmesinde müslüman ve yahudi bilginlerle işbirliği yapmışlardı.

Başpiskoposun çevresinde yer alan müslümanların Şifa'nın ve İbn Sina'nın diğer eserlerinin öneminin farkında olmaları ve ilkin bunları tercüme etmek istemeleri gayet doğaldır. Aristo'nun Metafizik'inin tercümelerine ancak on ikinci yüzyılın sonlarına doğru başlanmışken ve son iki kısmı olan M ve N kitapları 1270'den sonra tercüme edilmişken, İbn Sina çevirilerine 1130 civarında başlandığı görülmektedir.

Şifa (yanlışlıkla Sufficientia diye adlandırmışlardır), bu süre zarfında, Batılı ilâhiyatçıları hayretlere düşürmüş ve derinden etkilemiştir. Onlar da başlangıçta, Aristocu ve Yeni Platoncu unsurları tefrik etmekte müslüman filozoflar kadar aciz kalmışlardı. M ve N kitapları henüz ellerinde mevcut olmadığından, Şifâ ân bunlara ait bazı izlerin bulunabileceğine inanmaya ve bu fikirle meraklarını kamçılamaya başlamışlardı.

İbn Sina'nın tesirlerinin ilk delilleri Domingo Gundisalvo'nun De Animasmâil ve Chartres Okulu' nun (XII-1 ) muhtelif eserlerinde görülür. Chartresların ve Augustinuscuların eserlerine İbn Sina tarafından aktarılan Yeni Platonculuk, diğer kaynaklardan veya diğer yollardan gelen Yeni Platonculukla takviye edildi. 1210 ile 1215'te Aristo'nun ve yorumcularının incelenmesi ve okutulması Paris'te yasaklandı, ancak bu yasaklar çok uzun sürmedi ve Aristocu eserlere duyulan ilgiyi dolaylı bir yoldan kanıtladı. İbn Sina, su katılmamış Aristoculuktan daha kabul edilebilirdi. Çünkü, en azından, Aristo'nun faaliyet sahasının kesinlikle dışında kalan bir konuya yönelmiş ve imanı akılla uzlaştırmaya çalışmıştı.
1 | 2

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP