Hume’un Ahlâk Görüşünde Duygunun Yeri - 1
|
Yavuz Kılıç
Ahlâkın kaynağının ne olduğu; ahlâksal eylemi motive edenin ne olduğu; insan eylemlerini yöneten bir ilkenin/kuralın/yasanın olup olmadığı; eylemlerin değerlendirilmesinin akla göre mi yoksa duyguya göre mi yapıldığı geçmişte tartışıldığı gibi günümüzde de tartışılmaktadır. Bu yazıda, Hume’un bu sorulara verdiği yanıtlar ortaya konularak, Hume’un ahlâk görüşünde duygunun yeri gösterilmeye çalışılacaktır.
Bütün çağlarda insanlar, neyin “iyi” neyin “kötü” olduğu ya da neyin “övgüye değer” neyin “yergiye layık” olduğu konusunda yargıda bulunmuştur. Genel olarak söylenirse, “iyi” ya da “kötü” olarak değerlendirilen eylemler ve yaşam biçimleri olmuş; iyinin ve kötünün ne olduğu ortaya konulmaya çalışılırken, “iyi”nin bir erdem, “en yüksek erdem” olduğu, “kötü”nün ise kaçınılması gereken, tiksinti verici bir şey olduğu öne sürülmüştür. “Övgüye değer” ve “yergiye layık” olan şeyin ise yine eylemler olduğu söylenmiş ve nasıl eylemde bulunursak “ahlâka uygun” eylemde bulunmuş olacağımız; bir eylemin nasıl “övgüye değer” olacağı ahlâk/etik alanında İlkçağdan beri tartışılagelmiştir. Yine bu çerçevede, eylemlerin en son ereğinin ne olduğu; eylemlerimizi yöneten temel bir ilkenin olup olmadığı (yani farklı ilkelerin, sonuçta tek bir ilkeye geri götürülüp götürülemeyeceği); insan, eylemleri değerlendirirken, bunu akla göre mi yoksa bir duyguya göre mi yapmakta olduğu; hangi özellikleri taşıyan eylemlerin insanı mutlu kıldığı tartışılmış ve halen de tartışılmaktadır.
Bu yazıda, Hume’un ahlâk görüşüne “duygu” (ahlâk, adalet ve sempati duygusu) kavramı temele alınarak bakılacak ve Hume’da ahlâkın kaynağının ne olduğu; eylemlerin nasıl ve neye göre değerlendirildiği; ahlâksal eylemi motive edenin ne olduğu ortaya konulmaya çalışılacaktır. Ancak, Hume’un görüşlerine geçmeden önce, başka bazı görüşlere kısaca bakmak uygun görünmektedir. Çünkü Hume’un bu konuda söylediklerinin değerini ortaya koyabilmek için aynı sorun hakkında öne sürülmüş görüşlere bakmak konunun doğası gereğidir. Bu türden görüşlere baktığımızda, Hume’un ahlâk görüşünün farkının ne olduğu ortaya konulabilir. Böyle bir bağlamda, Hume’un, Hutcheson’ın kuramını tekrar ettiğini, yeni bir şey söylemediğini öne süren görüşlerin doğru olup olmadığı da ancak Hutcheson’ın bu konudaki görüşlerine bakılarak ortaya konabilir.
İnsan eylemlerinin en son ereğinin mutluluk olduğu İlkçağdan beri öne sürülen görüşlerden biridir. İnsan eylemleri mutluluğu getirdiğinde övülmüş, mutsuzluğu getirdiğinde ise yerilmiştir. Mutluluğa götürmesi istenen eylemleri yöneten bir ilkenin/kuralın/yasanın olması gerektiği düşünülerek, filozoflar bu konuda bir ilke/kural/yasa aramıştır. Sözgelişi Sofistler, kendi bilgi anlayışlarına paralel olarak, “ahlâk kurallarının da çok değişik ve çeşitli olduğunu” öne sürerler. Buna göre, insanın mutluluğu da o anda kendisinin istek ve gereksinmelerine göre değişmektedir. Sofistlere göre, her yerde ve her zamanda geçerli olabilecek olan yasalar, ancak “doğa tarafından konulmuş yasalar” olabilir (Gökberk 1974:53).
Kynikler okulunun kurucusu olan Antisthenes’e göre ise “yaşamın ereği mutluluktur” (Gökberk 1974:61). Yaşamın ereğinin mutluluk olduğunu öne süren ve mutluluğun erdemle ilgili olduğunu düşünen filozofların sayısı az değildir. Platon’un ve Aristoteles’in etik görüşlerinde de mutluluğun öncelikli bir yer aldığı görülür. Sözgelişi Aristoteles’te “iyinin ve mutluluğun yaşam biçimlerinden sayıldığı” ve “tüm yapılabilecek iyilerin en ucundaki şey”in mutluluk olduğu dile getirilir. Ne var ki, Aristoteles’in deyimiyle, adı konusunda anlaşma olsa da, mutluluğun ne olduğu ve ona nasıl ulaşılacağı konusunda tartışma vardır (Aristoteles 1997:4-5). Aristoteles’e göre mutluluk, insanların peşinde koştuğu şeydir.
Stoa felsefesinde akıl ve doğa özdeştir. Stoalı Marcus Aurelius’a göre, “insanın eylemi bütüne hizmet olmalıdır” (Akarsu 1982:71). İnsan böyle eylemde bulunduğunda doğru eylemiş olacaktır. Stoa öğretisinde bir eylemin erdemli olup olmaması eylemde bulunanın bilgili ve aynı zamanda erdemli olup olmamasına bağlıdır. Stoa felsefesinde yaşamın asıl ereğinin mutluluk olduğu söylenemez. “İnsanın ereği, doğaya uygun yaşamaktır” (Arat 1979:16).
Dolayısıyla, insan doğaya uygun yaşadığı zaman mutluluğu elde edebilir.
Epikuros’a göre de “felsefenin ereği insanı mutluluğa ulaştırmaktır, felsefenin kendisi, söz ve düşünme ile, bizi mutluluğa götüren eylemden başka bir şey değildir” (Akarsu 1982:77) Onda “ruhun sarsılmazlığı olan mutluluk en yüksek değerdir.” İnsan için en yüksek erek ya da mutluluk ise ancak doğaya uygun bir yaşamda bulunabilir.
Stoa öğretisinde olduğu gibi, Epikuros’da da “insan için doğaya uygun olma akla uygun olmadır”, “erdem de sadece aklın bir işidir” (Akarsu 1982:65). Ancak, erdemler birer amaç değil, sadece doğru bir yaşam sürdürmek için araçlardır. Yani erdemler “ancak mutluluğa yaramaları, hizmet etmeleri bakımından değerli şeylerdir” (Gökberk 1974:108). Ayrıca, Epikuros, bütün eylemlerimizin ereğinin haz olması gerektiğini düşünmektedir.
Yukarıda adı geçen düşünürlerin “insanın eylemlerinin amacı nedir?”, “erdemli bir yaşam nasıl olanaklıdır?” sorularını yanıtlamaya çalıştıkları söylenebilir. Bu filozoflarda, (Platon ve Aristoteles’i saymazsak) mutlu olmanın, erdemli olmanın ilkesi “doğaya uygun yaşamak”tır. Doğaya uygun yaşamakla ‘ahlâka uygun eylemde bulunmak’ aynı anlama gelir. Bu görüşlerde, insan eylemleri bakımından amaç edinilen şey ise mutlu olmak, mutluluğa erişmektir. Ama bu mutluluk genel olarak kişiye yöneliktir, yani kişinin nasıl mutlu olacağı temel tartışma konusu yapılmış, toplumun mutluluğu ikinci planda kalmıştır. Elbette toplumsal mutluluğu temele alan Platon’u, tek tek kişilerin mutluluğuyla ilgisinde, yine toplumsal mutluluğu ana tartışma konusu yapan Aristoteles’i burada belirtmek gerekir.
Eskiçağ düşünürlerinde gördüğümüz doğaya dönüş ya da doğaya uygun yaşama anlayışı bir başka biçimde 17. ve 18. yüzyıllarda da etkin bir görüş olarak tekrar ortaya çıkmıştır. Bu yüzyıllarda, Ortaçağda doğadan koparılan insanın yeniden doğayla bütünleştirilmesi çabası görülür. Bu bakımdan “doğa” kavramı, 17. ve 18. yüzyıl düşünürlerinin temel kavramlarından biri olmuştur. Özellikle Platon’un Devlet adlı yapıtını temele alan Yeniçağ düşünürleri, temelde tek tek kişilerin değil, toplumun mutluluğuna yönelik düşüncelerini ortaya koymaya çalışmışlardır. Burada amaç edinilen şey, “olabildiğince çok sayıda insanın olabildiğince çok mutlu oluşudur” (Akarsu 1982:21).
17. ve 18. yüzyıl filozoflarında neyin ahlâklı olduğu ya da “ahlâksal iyi”nin ne olduğu konusunda merkeze alınan şey yine insan eylemleridir. Bu dönemde de, bir eylemi diğer bir eylemden daha değerli kılanın ne olduğu; insan eylemlerinin bir ahlâk kuralına ya da ilkesine dayanıp dayanmadığı; yaşamın ya da insan eylemlerinin en son ereğinin ne olduğu; eylemlerin nasıl doğaya ve akla uygun olabileceği; ahlâksal ayrımların aklın mı yoksa duygunun mu işi olduğu soruları yanıtlanmaya çalışılmıştır.
Yeniçağda insan eylemlerini açıklamaya girişen filozoflardan biri olan Hobbes, eylemlerle ilgili ilkelerin olduğu düşüncesindedir. Hobbes’a göre bu ilkelere deneyle ulaşılabilir, ama aynı zamanda bu ilkeler deneyle temellendirilebilir. Eylem ilkelerini keşfetmek ise aklın işidir. Hobbes insanın eylemleriyle ilgili ilkelerin olduğu düşüncesini temellendirmek için doğa durumuna bakar. Doğa durumunda“herkesin herkese karşı daima savaş halinde” (1993:94) olduğunu hareket noktası olarak alan Hobbes, insanı, doğası gereği bencil ve kendisini koruma içgüdüsü olan bir varlık olarak görür.
Doğa durumunda herkesin herkese karşı savaşıyor olması insanları barış ve güven ortamına geçmeye zorlamıştır. Bu yüzden Hobbes’ta ahlâksal olan, barış ve güven içinde bir yaşam sürdürmenin aracıdır: “bütün insanların iradi eylemleri ve eğilimleri, doyumlu bir hayatın sadece elde edilmesine değil, güvence altına alınmasına yöneliktir” (1993:76). Kısaca söylenirse, Hobbes, ahlâklılığı, insanın kendini sevmesi ve insanın bencilliği ile açıklamaya çalışır.
Antikçağın pek çok düşünüründe en son erek olarak görülen mutluluk Hobbes’ta en son olan değildir. Çünkü o mutluluğu “insanın zaman zaman arzu ettiği şeyleri elde etmede sürekli başarı göstermesi, yani sürekli olarak muvaffak olması” diye görür. Başka deyişle mutluluk “bir nesneden diğerine, arzunun devamlı ilerleyişidir; bir şeyin elde edilmesi bir başka şeye giden yoldur sadece” (1993:55). Nitekim Hobbes’a göre “en son amaç” veya “en büyük iyilik” diye bir şey yoktur (1993:76). Söylenenlerden de anlaşılabileceği gibi, Hobbes’ta ahlâksal olanın üstün bir değeri yoktur, ahlâksal olan barış ve güven içinde yaşamak için sadece bir araçtır.
Hobbes’a göre, güvenlik olmadan bireylerin mutlu olması olanaklı değildir. Bireyler güvenli bir ortama kavuşmak için çıkarına uygun davranmaktadır. Bu davranış, insan doğasında olduğu varsayılan “bencillik”ten kaynaklanmaktadır. Ne var ki, bu durum, insanın adil olamayacağı anlamına gelmez. Çünkü, Hobbes’un görüşünde insanın adil olması ve adil olmaması “davranışların akla uygun oluşu veya olmayışı anlamına gelir.”
Adil bir insan, eylemlerinin tümüyle adil olması için elinden gelen bütün dikkati gösteren bir insandır. İnsan eylemlerine adalet katan şey, kişinin, sahtekar olmaması, sözünden dönmemesidir. “Davranışın bu adilliği, adaletin bir erdem, adaletsizliğin ise bir kötülük olarak adlandırılması ile kastedilen şeydir.” Hobbes, insanın gerçekleştireceği eylem görünürdeki faydasıyla belirlenmişse, o eylemin adaletle ilgili olmadığı düşüncesindedir (1993:109). Hobbes’un eylemin adaletli (adil) olması için faydayı temele almaması ya da eylem faydayla belirlenmişse adil eylem olamayacağını vurgulaması önemli görünüyor.
Eylem ilkelerinin kaynağını bilmenin yolu olarak yalnızca deneyi gören bir başka filozof da Locke’tur. Locke’a göre ahlâksal bir yargılamanın biricik doğal kaynağı, belli bir eylemin yararlı ya da zararlı oluşu hakkındaki deneyden başka bir şey olamaz. Locke’a göre “şeyler ancak haz ve acıya göre iyi ya da kötü olurlar.” Bu bakımdan, haz doğuran, hazzı arttıran, acının azalmasına neden olan şeye iyi, tersine ise kötü deriz (1993:157). Toplumun varlığı ve herkesin mutluluğu bakımından belli birtakım ahlâk kurallarına uymanın zorunlu olduğunu belirten Locke, bu kuralların insanları belli birtakım ilkeleri kabul etmekte birleştirdiğini düşünür.
Locke’ta da mutluluk, Hobbes’ta olduğu gibi, süregiden bir şeyin adıdır. “Mutluluk ve mutsuzluk son sınırlarını bilemediğimiz iki ucun adıdır” (1993:172). Locke’un görüşünde ahlâksal olan haz ve acıya göre belirlenir, yani Locke eylemlerin sonuçlarına bakarak, haz ve acıya göre (iyi ve kötü diye) ahlâksal ayrımlar yapmaktadır. Locke da çoğu filozof gibi, ahlâklılıkla mutluluk arasında çok sıkı bir ilgi kurar.
Bilindiği gibi, Locke’un görüşünde “insanların birarada yaşamalarının ve kendilerini bir yöneticiye bağlı kılmalarının en büyük amacı, … mülkiyetlerinin korunmasıdır” (1993:325). Deyim yerindeyse, devletlerin varlık nedeni özel mülkiyettir. Özel mülkiyetin güçlü koruyucusu ise değişmez doğa yasasıdır. Doğa yasasına uymak insanların ortak mutluluğuna katkı sağlar (1997:128). Doğa yasasına uygun yaşamak, onurlu bir yaşam sürmek demektir. Yani böyle bir yaşam, “barışı, uyumlu ilişkileri, dostluğu, cezadan kurtulmayı, güven içinde yaşamayı, mülkiyetimizin korunmasını, kısacası mutlu olmamızı sağlar” (1997:133).
Peki, Locke’ta onurlu ya da erdemli bir yaşam sürmek ne demektir? Ona göre erdem doğal akılla keşfedilir ve bu yüzden de yasanın gücüne sahiptir. Erdem hem kendi hem de başkası için iyi bir şey yapmaktır, kötülük ise zararlı bir şey yapmaktır (1993:240-241). Bu “iyi şey”in ne olduğu örtük olsa da, Locke’un bu görüşünü doğa yasasıyla ilgisinde düşünürsek, her insanın erdemli bir yaşam sürmesi, iyi bir şey yapması olanaklı görünmüyor. Çünkü doğa yasası değişmez ve kesin olsa da, insanlar arasındaki farklılıklardan dolayı, bu yasadan bile haberi olmayan insanlar vardır. Dolayısıyla, erdemin yasa gücüne sahip olması, her insanın bunun bilincinde olduğu sonucuna götürmez; sadece, her insanın bunu akılla keşfetme olanağı olduğu söylenebilir. “Deneyci” diye adlandırılan filozoflardan Hobbes ve Locke’un ahlâk görüşlerinde duyguya yer yok gibidir. Her iki düşünür de ahlâk alanında ilke(ler) olması gerektiği ve bu ilke(ler)in akılla keşfedileceği, ortaya konabileceği noktasında ortak bir görüşe sahiptir. Ne var ki, “ahlâksal ayrımların kaynağı nedir?” sorusu her iki filozofun da açıkça sormadığı bir soru olarak kalır. Bu sorunun yanıtını arayan, ahlâk alanında “duygu”ya önemli ölçüde yer ayıran, ahlâksal ayrımların kaynağı olarak duyguyu gösteren Hutcheson olmuştur. Bir kez daha yinelersek, Hutcheson’ın buradaki sorusu, ahlâksal ayrımların kaynağına ilişkindir.
Yukarıda söylendiği gibi, Hume, ahlâksal ayrımların kaynağının ne olduğu konusunda Hutcheson’ın görüşlerine kimi bakımlardan benzer olan görüşler öne sürmüştür. Bu benzerlikleri -ve farklılıkları- görebilmek için, kısa da olsa, Hutcheson’ın bu konuda söylediklerine bakmak gerekiyor.
Hutcheson’a göre mutluluk bir tür duygu ya da hoş diyebileceğimiz duyguların devam eden durumu anlamına, mutsuzluk ise hoş olmayan duygular anlamına gelir (1971:205). Hutcheson’ın bu görüşünün Hobbes ve Locke’un görüşleri ile paralel olduğu söylenebilir. Çünkü o da Hobbes ve Locke gibi mutluluğu devam eden bir durum olarak görmektedir. O, mutluluğu hem kişiyle hem de kamuyla ilgisinde ele alır. Bu ilgi bağlamında ayrım, yararlı ya da zararlı olana göre yapılır: “yararlı”, kişiyi mutluluğa götüren, “zararlı” ise kişiyi mutsuzluğa götüren eylemlere denir. Bir de başkalarına mutluluk sağlayan eylemler kamusal olarak yararlı, tersi eylemler ise kamusal olarak zararlı diye adlandırılabilir. Bazı eylemler hem kamusal hem de özel olarak yararlı, bazı eylemler ise hem kamusal olarak hem de özel olarak zararlı olabilir (1971:205-206).
Hutcheson eylem ile ilgili olarak iki ilkenin, akıl ve duygulanım ya da tutkunun (yani güçlü duygulanımın) var olduğunu söyler. Ona göre “akıl, doğru önermeleri ortaya çıkarma gücümüzün belirtisi olarak anlaşılır” (1971:213); ancak, akıl, duygulanım olmadan, eylemler arasında ayrım yapamaz. Çünkü, Hutcheson’a göre “en son amaçlar için akıl uyarıcı değildir” (1971:217). Başka deyişle, Hutcheson akıl ve duygu yetilerinin birbirinden farklı olduğunu, farklı iş gördüklerini belirtir.
Hutcheson için de insanlığın mutluluğu kişinin mutluluğundan önce gelir ve bu yüzden kişi insanlığın mutluluğu için çalışmalıdır (1971:218). Bir yanda insanlığın mutluluğunun, öte yanda kişinin mutluluğunun söz konusu olduğu bir eylemde, kişinin kendi özel çıkarını düşünmemesi gerektiğini ona ahlâk duygusu (moral sense) söylemektedir. Kendi çıkarına öncelik veren kişi, ahlâk duygusu yüzünden yaşam boyu vicdan azabı çekecek ve hoşnutsuzluk duyacaktır. Hutcheson’a göre kişinin kamu yararına dönük olarak çalışılması gerektiğini söyleyen şey “ahlâk duygusu”dur (1971:220). Bu duygu doğal güçlerden biridir ve erdem ile kötülüğü bu duyguya göre algılayabilmekteyiz.
Ahlâk duygusu evrenseldir (1971:275). Hutcheson’a göre, insanların kamusal olarak faydalı eylemlerinin kendi amaçlarımızı destekler nitelikte olduğunu bize akıl verir, ama, bu eylemin onanmasını ancak ahlâk duygusu verebilir.
Ahlâkın kaynağının ne olduğu; ahlâksal eylemi motive edenin ne olduğu; insan eylemlerini yöneten bir ilkenin/kuralın/yasanın olup olmadığı; eylemlerin değerlendirilmesinin akla göre mi yoksa duyguya göre mi yapıldığı geçmişte tartışıldığı gibi günümüzde de tartışılmaktadır. Bu yazıda, Hume’un bu sorulara verdiği yanıtlar ortaya konularak, Hume’un ahlâk görüşünde duygunun yeri gösterilmeye çalışılacaktır.
Bütün çağlarda insanlar, neyin “iyi” neyin “kötü” olduğu ya da neyin “övgüye değer” neyin “yergiye layık” olduğu konusunda yargıda bulunmuştur. Genel olarak söylenirse, “iyi” ya da “kötü” olarak değerlendirilen eylemler ve yaşam biçimleri olmuş; iyinin ve kötünün ne olduğu ortaya konulmaya çalışılırken, “iyi”nin bir erdem, “en yüksek erdem” olduğu, “kötü”nün ise kaçınılması gereken, tiksinti verici bir şey olduğu öne sürülmüştür. “Övgüye değer” ve “yergiye layık” olan şeyin ise yine eylemler olduğu söylenmiş ve nasıl eylemde bulunursak “ahlâka uygun” eylemde bulunmuş olacağımız; bir eylemin nasıl “övgüye değer” olacağı ahlâk/etik alanında İlkçağdan beri tartışılagelmiştir. Yine bu çerçevede, eylemlerin en son ereğinin ne olduğu; eylemlerimizi yöneten temel bir ilkenin olup olmadığı (yani farklı ilkelerin, sonuçta tek bir ilkeye geri götürülüp götürülemeyeceği); insan, eylemleri değerlendirirken, bunu akla göre mi yoksa bir duyguya göre mi yapmakta olduğu; hangi özellikleri taşıyan eylemlerin insanı mutlu kıldığı tartışılmış ve halen de tartışılmaktadır.
Bu yazıda, Hume’un ahlâk görüşüne “duygu” (ahlâk, adalet ve sempati duygusu) kavramı temele alınarak bakılacak ve Hume’da ahlâkın kaynağının ne olduğu; eylemlerin nasıl ve neye göre değerlendirildiği; ahlâksal eylemi motive edenin ne olduğu ortaya konulmaya çalışılacaktır. Ancak, Hume’un görüşlerine geçmeden önce, başka bazı görüşlere kısaca bakmak uygun görünmektedir. Çünkü Hume’un bu konuda söylediklerinin değerini ortaya koyabilmek için aynı sorun hakkında öne sürülmüş görüşlere bakmak konunun doğası gereğidir. Bu türden görüşlere baktığımızda, Hume’un ahlâk görüşünün farkının ne olduğu ortaya konulabilir. Böyle bir bağlamda, Hume’un, Hutcheson’ın kuramını tekrar ettiğini, yeni bir şey söylemediğini öne süren görüşlerin doğru olup olmadığı da ancak Hutcheson’ın bu konudaki görüşlerine bakılarak ortaya konabilir.
İnsan eylemlerinin en son ereğinin mutluluk olduğu İlkçağdan beri öne sürülen görüşlerden biridir. İnsan eylemleri mutluluğu getirdiğinde övülmüş, mutsuzluğu getirdiğinde ise yerilmiştir. Mutluluğa götürmesi istenen eylemleri yöneten bir ilkenin/kuralın/yasanın olması gerektiği düşünülerek, filozoflar bu konuda bir ilke/kural/yasa aramıştır. Sözgelişi Sofistler, kendi bilgi anlayışlarına paralel olarak, “ahlâk kurallarının da çok değişik ve çeşitli olduğunu” öne sürerler. Buna göre, insanın mutluluğu da o anda kendisinin istek ve gereksinmelerine göre değişmektedir. Sofistlere göre, her yerde ve her zamanda geçerli olabilecek olan yasalar, ancak “doğa tarafından konulmuş yasalar” olabilir (Gökberk 1974:53).
Kynikler okulunun kurucusu olan Antisthenes’e göre ise “yaşamın ereği mutluluktur” (Gökberk 1974:61). Yaşamın ereğinin mutluluk olduğunu öne süren ve mutluluğun erdemle ilgili olduğunu düşünen filozofların sayısı az değildir. Platon’un ve Aristoteles’in etik görüşlerinde de mutluluğun öncelikli bir yer aldığı görülür. Sözgelişi Aristoteles’te “iyinin ve mutluluğun yaşam biçimlerinden sayıldığı” ve “tüm yapılabilecek iyilerin en ucundaki şey”in mutluluk olduğu dile getirilir. Ne var ki, Aristoteles’in deyimiyle, adı konusunda anlaşma olsa da, mutluluğun ne olduğu ve ona nasıl ulaşılacağı konusunda tartışma vardır (Aristoteles 1997:4-5). Aristoteles’e göre mutluluk, insanların peşinde koştuğu şeydir.
Stoa felsefesinde akıl ve doğa özdeştir. Stoalı Marcus Aurelius’a göre, “insanın eylemi bütüne hizmet olmalıdır” (Akarsu 1982:71). İnsan böyle eylemde bulunduğunda doğru eylemiş olacaktır. Stoa öğretisinde bir eylemin erdemli olup olmaması eylemde bulunanın bilgili ve aynı zamanda erdemli olup olmamasına bağlıdır. Stoa felsefesinde yaşamın asıl ereğinin mutluluk olduğu söylenemez. “İnsanın ereği, doğaya uygun yaşamaktır” (Arat 1979:16).
Dolayısıyla, insan doğaya uygun yaşadığı zaman mutluluğu elde edebilir.
Epikuros’a göre de “felsefenin ereği insanı mutluluğa ulaştırmaktır, felsefenin kendisi, söz ve düşünme ile, bizi mutluluğa götüren eylemden başka bir şey değildir” (Akarsu 1982:77) Onda “ruhun sarsılmazlığı olan mutluluk en yüksek değerdir.” İnsan için en yüksek erek ya da mutluluk ise ancak doğaya uygun bir yaşamda bulunabilir.
Stoa öğretisinde olduğu gibi, Epikuros’da da “insan için doğaya uygun olma akla uygun olmadır”, “erdem de sadece aklın bir işidir” (Akarsu 1982:65). Ancak, erdemler birer amaç değil, sadece doğru bir yaşam sürdürmek için araçlardır. Yani erdemler “ancak mutluluğa yaramaları, hizmet etmeleri bakımından değerli şeylerdir” (Gökberk 1974:108). Ayrıca, Epikuros, bütün eylemlerimizin ereğinin haz olması gerektiğini düşünmektedir.
Yukarıda adı geçen düşünürlerin “insanın eylemlerinin amacı nedir?”, “erdemli bir yaşam nasıl olanaklıdır?” sorularını yanıtlamaya çalıştıkları söylenebilir. Bu filozoflarda, (Platon ve Aristoteles’i saymazsak) mutlu olmanın, erdemli olmanın ilkesi “doğaya uygun yaşamak”tır. Doğaya uygun yaşamakla ‘ahlâka uygun eylemde bulunmak’ aynı anlama gelir. Bu görüşlerde, insan eylemleri bakımından amaç edinilen şey ise mutlu olmak, mutluluğa erişmektir. Ama bu mutluluk genel olarak kişiye yöneliktir, yani kişinin nasıl mutlu olacağı temel tartışma konusu yapılmış, toplumun mutluluğu ikinci planda kalmıştır. Elbette toplumsal mutluluğu temele alan Platon’u, tek tek kişilerin mutluluğuyla ilgisinde, yine toplumsal mutluluğu ana tartışma konusu yapan Aristoteles’i burada belirtmek gerekir.
Eskiçağ düşünürlerinde gördüğümüz doğaya dönüş ya da doğaya uygun yaşama anlayışı bir başka biçimde 17. ve 18. yüzyıllarda da etkin bir görüş olarak tekrar ortaya çıkmıştır. Bu yüzyıllarda, Ortaçağda doğadan koparılan insanın yeniden doğayla bütünleştirilmesi çabası görülür. Bu bakımdan “doğa” kavramı, 17. ve 18. yüzyıl düşünürlerinin temel kavramlarından biri olmuştur. Özellikle Platon’un Devlet adlı yapıtını temele alan Yeniçağ düşünürleri, temelde tek tek kişilerin değil, toplumun mutluluğuna yönelik düşüncelerini ortaya koymaya çalışmışlardır. Burada amaç edinilen şey, “olabildiğince çok sayıda insanın olabildiğince çok mutlu oluşudur” (Akarsu 1982:21).
17. ve 18. yüzyıl filozoflarında neyin ahlâklı olduğu ya da “ahlâksal iyi”nin ne olduğu konusunda merkeze alınan şey yine insan eylemleridir. Bu dönemde de, bir eylemi diğer bir eylemden daha değerli kılanın ne olduğu; insan eylemlerinin bir ahlâk kuralına ya da ilkesine dayanıp dayanmadığı; yaşamın ya da insan eylemlerinin en son ereğinin ne olduğu; eylemlerin nasıl doğaya ve akla uygun olabileceği; ahlâksal ayrımların aklın mı yoksa duygunun mu işi olduğu soruları yanıtlanmaya çalışılmıştır.
Yeniçağda insan eylemlerini açıklamaya girişen filozoflardan biri olan Hobbes, eylemlerle ilgili ilkelerin olduğu düşüncesindedir. Hobbes’a göre bu ilkelere deneyle ulaşılabilir, ama aynı zamanda bu ilkeler deneyle temellendirilebilir. Eylem ilkelerini keşfetmek ise aklın işidir. Hobbes insanın eylemleriyle ilgili ilkelerin olduğu düşüncesini temellendirmek için doğa durumuna bakar. Doğa durumunda“herkesin herkese karşı daima savaş halinde” (1993:94) olduğunu hareket noktası olarak alan Hobbes, insanı, doğası gereği bencil ve kendisini koruma içgüdüsü olan bir varlık olarak görür.
Doğa durumunda herkesin herkese karşı savaşıyor olması insanları barış ve güven ortamına geçmeye zorlamıştır. Bu yüzden Hobbes’ta ahlâksal olan, barış ve güven içinde bir yaşam sürdürmenin aracıdır: “bütün insanların iradi eylemleri ve eğilimleri, doyumlu bir hayatın sadece elde edilmesine değil, güvence altına alınmasına yöneliktir” (1993:76). Kısaca söylenirse, Hobbes, ahlâklılığı, insanın kendini sevmesi ve insanın bencilliği ile açıklamaya çalışır.
Antikçağın pek çok düşünüründe en son erek olarak görülen mutluluk Hobbes’ta en son olan değildir. Çünkü o mutluluğu “insanın zaman zaman arzu ettiği şeyleri elde etmede sürekli başarı göstermesi, yani sürekli olarak muvaffak olması” diye görür. Başka deyişle mutluluk “bir nesneden diğerine, arzunun devamlı ilerleyişidir; bir şeyin elde edilmesi bir başka şeye giden yoldur sadece” (1993:55). Nitekim Hobbes’a göre “en son amaç” veya “en büyük iyilik” diye bir şey yoktur (1993:76). Söylenenlerden de anlaşılabileceği gibi, Hobbes’ta ahlâksal olanın üstün bir değeri yoktur, ahlâksal olan barış ve güven içinde yaşamak için sadece bir araçtır.
Hobbes’a göre, güvenlik olmadan bireylerin mutlu olması olanaklı değildir. Bireyler güvenli bir ortama kavuşmak için çıkarına uygun davranmaktadır. Bu davranış, insan doğasında olduğu varsayılan “bencillik”ten kaynaklanmaktadır. Ne var ki, bu durum, insanın adil olamayacağı anlamına gelmez. Çünkü, Hobbes’un görüşünde insanın adil olması ve adil olmaması “davranışların akla uygun oluşu veya olmayışı anlamına gelir.”
Adil bir insan, eylemlerinin tümüyle adil olması için elinden gelen bütün dikkati gösteren bir insandır. İnsan eylemlerine adalet katan şey, kişinin, sahtekar olmaması, sözünden dönmemesidir. “Davranışın bu adilliği, adaletin bir erdem, adaletsizliğin ise bir kötülük olarak adlandırılması ile kastedilen şeydir.” Hobbes, insanın gerçekleştireceği eylem görünürdeki faydasıyla belirlenmişse, o eylemin adaletle ilgili olmadığı düşüncesindedir (1993:109). Hobbes’un eylemin adaletli (adil) olması için faydayı temele almaması ya da eylem faydayla belirlenmişse adil eylem olamayacağını vurgulaması önemli görünüyor.
Eylem ilkelerinin kaynağını bilmenin yolu olarak yalnızca deneyi gören bir başka filozof da Locke’tur. Locke’a göre ahlâksal bir yargılamanın biricik doğal kaynağı, belli bir eylemin yararlı ya da zararlı oluşu hakkındaki deneyden başka bir şey olamaz. Locke’a göre “şeyler ancak haz ve acıya göre iyi ya da kötü olurlar.” Bu bakımdan, haz doğuran, hazzı arttıran, acının azalmasına neden olan şeye iyi, tersine ise kötü deriz (1993:157). Toplumun varlığı ve herkesin mutluluğu bakımından belli birtakım ahlâk kurallarına uymanın zorunlu olduğunu belirten Locke, bu kuralların insanları belli birtakım ilkeleri kabul etmekte birleştirdiğini düşünür.
Locke’ta da mutluluk, Hobbes’ta olduğu gibi, süregiden bir şeyin adıdır. “Mutluluk ve mutsuzluk son sınırlarını bilemediğimiz iki ucun adıdır” (1993:172). Locke’un görüşünde ahlâksal olan haz ve acıya göre belirlenir, yani Locke eylemlerin sonuçlarına bakarak, haz ve acıya göre (iyi ve kötü diye) ahlâksal ayrımlar yapmaktadır. Locke da çoğu filozof gibi, ahlâklılıkla mutluluk arasında çok sıkı bir ilgi kurar.
Bilindiği gibi, Locke’un görüşünde “insanların birarada yaşamalarının ve kendilerini bir yöneticiye bağlı kılmalarının en büyük amacı, … mülkiyetlerinin korunmasıdır” (1993:325). Deyim yerindeyse, devletlerin varlık nedeni özel mülkiyettir. Özel mülkiyetin güçlü koruyucusu ise değişmez doğa yasasıdır. Doğa yasasına uymak insanların ortak mutluluğuna katkı sağlar (1997:128). Doğa yasasına uygun yaşamak, onurlu bir yaşam sürmek demektir. Yani böyle bir yaşam, “barışı, uyumlu ilişkileri, dostluğu, cezadan kurtulmayı, güven içinde yaşamayı, mülkiyetimizin korunmasını, kısacası mutlu olmamızı sağlar” (1997:133).
Peki, Locke’ta onurlu ya da erdemli bir yaşam sürmek ne demektir? Ona göre erdem doğal akılla keşfedilir ve bu yüzden de yasanın gücüne sahiptir. Erdem hem kendi hem de başkası için iyi bir şey yapmaktır, kötülük ise zararlı bir şey yapmaktır (1993:240-241). Bu “iyi şey”in ne olduğu örtük olsa da, Locke’un bu görüşünü doğa yasasıyla ilgisinde düşünürsek, her insanın erdemli bir yaşam sürmesi, iyi bir şey yapması olanaklı görünmüyor. Çünkü doğa yasası değişmez ve kesin olsa da, insanlar arasındaki farklılıklardan dolayı, bu yasadan bile haberi olmayan insanlar vardır. Dolayısıyla, erdemin yasa gücüne sahip olması, her insanın bunun bilincinde olduğu sonucuna götürmez; sadece, her insanın bunu akılla keşfetme olanağı olduğu söylenebilir. “Deneyci” diye adlandırılan filozoflardan Hobbes ve Locke’un ahlâk görüşlerinde duyguya yer yok gibidir. Her iki düşünür de ahlâk alanında ilke(ler) olması gerektiği ve bu ilke(ler)in akılla keşfedileceği, ortaya konabileceği noktasında ortak bir görüşe sahiptir. Ne var ki, “ahlâksal ayrımların kaynağı nedir?” sorusu her iki filozofun da açıkça sormadığı bir soru olarak kalır. Bu sorunun yanıtını arayan, ahlâk alanında “duygu”ya önemli ölçüde yer ayıran, ahlâksal ayrımların kaynağı olarak duyguyu gösteren Hutcheson olmuştur. Bir kez daha yinelersek, Hutcheson’ın buradaki sorusu, ahlâksal ayrımların kaynağına ilişkindir.
Yukarıda söylendiği gibi, Hume, ahlâksal ayrımların kaynağının ne olduğu konusunda Hutcheson’ın görüşlerine kimi bakımlardan benzer olan görüşler öne sürmüştür. Bu benzerlikleri -ve farklılıkları- görebilmek için, kısa da olsa, Hutcheson’ın bu konuda söylediklerine bakmak gerekiyor.
Hutcheson’a göre mutluluk bir tür duygu ya da hoş diyebileceğimiz duyguların devam eden durumu anlamına, mutsuzluk ise hoş olmayan duygular anlamına gelir (1971:205). Hutcheson’ın bu görüşünün Hobbes ve Locke’un görüşleri ile paralel olduğu söylenebilir. Çünkü o da Hobbes ve Locke gibi mutluluğu devam eden bir durum olarak görmektedir. O, mutluluğu hem kişiyle hem de kamuyla ilgisinde ele alır. Bu ilgi bağlamında ayrım, yararlı ya da zararlı olana göre yapılır: “yararlı”, kişiyi mutluluğa götüren, “zararlı” ise kişiyi mutsuzluğa götüren eylemlere denir. Bir de başkalarına mutluluk sağlayan eylemler kamusal olarak yararlı, tersi eylemler ise kamusal olarak zararlı diye adlandırılabilir. Bazı eylemler hem kamusal hem de özel olarak yararlı, bazı eylemler ise hem kamusal olarak hem de özel olarak zararlı olabilir (1971:205-206).
Hutcheson eylem ile ilgili olarak iki ilkenin, akıl ve duygulanım ya da tutkunun (yani güçlü duygulanımın) var olduğunu söyler. Ona göre “akıl, doğru önermeleri ortaya çıkarma gücümüzün belirtisi olarak anlaşılır” (1971:213); ancak, akıl, duygulanım olmadan, eylemler arasında ayrım yapamaz. Çünkü, Hutcheson’a göre “en son amaçlar için akıl uyarıcı değildir” (1971:217). Başka deyişle, Hutcheson akıl ve duygu yetilerinin birbirinden farklı olduğunu, farklı iş gördüklerini belirtir.
Hutcheson için de insanlığın mutluluğu kişinin mutluluğundan önce gelir ve bu yüzden kişi insanlığın mutluluğu için çalışmalıdır (1971:218). Bir yanda insanlığın mutluluğunun, öte yanda kişinin mutluluğunun söz konusu olduğu bir eylemde, kişinin kendi özel çıkarını düşünmemesi gerektiğini ona ahlâk duygusu (moral sense) söylemektedir. Kendi çıkarına öncelik veren kişi, ahlâk duygusu yüzünden yaşam boyu vicdan azabı çekecek ve hoşnutsuzluk duyacaktır. Hutcheson’a göre kişinin kamu yararına dönük olarak çalışılması gerektiğini söyleyen şey “ahlâk duygusu”dur (1971:220). Bu duygu doğal güçlerden biridir ve erdem ile kötülüğü bu duyguya göre algılayabilmekteyiz.
Ahlâk duygusu evrenseldir (1971:275). Hutcheson’a göre, insanların kamusal olarak faydalı eylemlerinin kendi amaçlarımızı destekler nitelikte olduğunu bize akıl verir, ama, bu eylemin onanmasını ancak ahlâk duygusu verebilir.