Hume’un Ahlâk Görüşünde Duygunun Yeri - 2
|
Hutcheson’ın görüşünde, ahlâk duygusu olmaksızın eylemlerin ahlâklı olup olmadığı konusunda hiçbir şey söylenemez. Kamusal olarak faydalı tüm eylemleri ahlâk duygusunun uygun bulmasının nedeni ise, bu tür eylemlerin “bütünün mutluluğunu öğütlüyor” olmalarıdır (1971:233, 297). Hutcheson’da kamu yararına çalışma aynı zamanda bir ödevdir ve ödev insana bir zorunluluk da getirmektedir. Ona göre bir eylemin kamu yararına mı yoksa özel çıkara mı hizmet ettiğini akıl değil, ahlâk duygusu ortaya koyabilir (1971:229).
Hume’a gelinceye değin, ahlâk alanında bazı tartışmaların olduğunu görüyoruz: ahlâksal ayrımların neye dayandığı; ahlâkın temelinin ne olduğu; eylemlerimizin dayandığı bir ilkenin olup olmadığı bu tartışmalardan birkaçıdır. Hobbes ve Locke ahlâksal ayrımlar yaparlar; ne var ki, bu ayrımları, akla dayalı olarak yapsalar da, hangi yetinin yaptığını soru konusu yapmazlar. Hutcheson ise ahlâksal ayrımları “ahlâk duygusu”na dayanarak yapar. Bu noktada Hume’un tespiti şudur:
“doğru ve yanlışı [truth and falshood] ayırdetmemizi sağlayan yeti ile erdem ve kötülüğü ayırdetmemizi sağlayan yeti uzun zaman birbirine karıştırılmıştır …Oysa, yakın geçmişteki bir filozof [Hutcheson] en ikna edici kanıtlamalarla bize öğretmiştir ki, ahlâk şeylerin soyut yapısında yoktur, her tek varlığın duygusuna ya da beğenisine bağlıdır… Öyleyse ahlâk algılarının, anlama yetisinin işlemleri arasında değil, beğeniler ya da duygular arasında sınıflandırılmaları gerekir”.
Hume, övgüye değer ya da yergiye layık olanın eylemler olduğunu söyler. Hume’a göre, övgüye değer olan ile akla uygun olan arasında, aynı şekilde yergiye layık olan ile akla uygun olmayan arasında bir ayrım yapmak zorunludur.
Hume insanların eylemlerinin ahlâksal nitelikte olmasının önkoşulu olarak özgürlüğü gösterir. Başka deyişle, Hume, herhangi bir eylemin ahlâksal olup olmadığını söyleyebilmemizden önce, özgürlüğün zaten olduğu bir ortamı varsaymaktadır. Ona göre,
“Özgürlüğün olmadığı yerde insanların hiçbir eylemi herhangi bir ahlâki niteliğe sahip olamaz, ne de övme ya da hoşlanmama konusu olabilir. Çünkü eylemler sadece iç karakter, tutkular ve heyecanların işaretleri olmaları bakımından ahlâk duygumuzun objeleri olduğuna göre; bu ilkelerden değil de, tümüyle dış etkenlerden doğdukları durumlarda övgü ya da kınamaya yol açmaları imkansızdır” (1976:81).
Dolayısıyla, özgür bir biçimde eylemde bulunamayan ya da özgür bir toplumda yaşamayan birinin eylemlerini övmek ya da yermek olanaksızdır. Burada Hume, insanın gerçekleştireceği bir eylemin zorla ya da zorlamayla yapılabileceğini, bu yüzden de ahlâksal niteliğe sahip olamayacağını vurgulamaktadır.
Hutcheson’da olduğu gibi, Hume’da da ahlâklı bir insanı tanıyabilmenin yolu, onun eylemlerine bakmaktır. Ancak, göreceğimiz gibi, Hume, ahlâksal ayrımların ve genel olarak ahlâkın temelinin ne olduğu konusunda Hobbes, Locke ve Hutcheson’dan farklı düşünmektedir.
İnsanların gerçekleştirdiği eylemlere bakarak, bu eylemleri gerçekleştiren kişinin adil olduğu ya da adil olmadığı üzerine sık sık yargıda bulunuruz. Hume’a göre, şeylerin doğasında varolan şey yargımızın, her bir insanın kendi içinde hissettiği şey ise duygunun ölçütüdür. Bu noktada Hume, “akıl, bu duygulanımları her zaman nasıl ayırabilir?” sorusunu sorar. Başka deyişle, Hume, “ahlâkın doğru kaynağını keşfetme” konusunda, hem duygunun hem de aklın övgü ve yergiyle ilgili tüm kararlar içine nereye kadar girdiğini” araştırır (1962:171-173, 285).
Hume’da iyi ve kötü, doğa ve ahlâk bütünüyle insansal duygu ve duygulanımlarla bağlantılı görülür (1987:169). Ama akıl da ahlâkla ilgili tüm kararlarda önemli bir paya sahiptir. Akıl, niteliklerin ve eylemlerin ne yönde olduğu konusunda bize bilgi verebilir ve eylemlerin, topluma ve bu eğilimdeki kişiye faydalı sonuçlarını gösterebilir. Elbette, kimi zaman farklı toplumsal koşullar, farklı pratik sonuçlar, farklı çıkarlar öne sürülebilir. Bu durumda da neyin doğru olduğunun belirlenebilmesi için akıl ya da yargılama gereklidir. Akıl, niteliklerin ve eylemlerin zararlı ya da faydalı eğilimleri konusunda bize bilgi verir, ancak ahlâksal bakımdan yermeyi ya da övmeyi (blame or approbation) ortaya koymada tek başına yeterli değildir. Zararlı eğilimleri değil de, faydalı olanı seçmek için, burada kendini gösterecek bir duygu gereklidir. Hume’a göre, bu duygu da “insanlığın mutluluğu için bir histen başka bir şey olamaz.” Elbette burada akıl, çoğu eylemlerin ne yönde olduğu konusunda bize bilgi verir ve insan faydalı ve yararlı olana göre bir ayrım yapar (1962:286), ama eylemin yerilmesi ya da övülmesi onun işi değildir.
Burada Hume’un ahlâk görüşünü daha iyi anlamamız açısından bir noktayı belirtmemiz yararlı olabilir: Hume’da ahlâksal kararlar vermede (ahlâksal kararlar vermek bir değerlendirmeyi gerektirir), akıl ve duygu yetisi arasında bir birliktelik vardır.
Hume’da ahlâksal kararlar vermede öncelik duyguda ya da akılda değildir. Duygu, hareket ettirici nedendir, ilk motiftir. Akıl ise değerlendirme yapabilme yetisidir. Eylemlerin değerlendirilmesinde önemli olan, her iki yetinin birlikte iş görmesidir. Çünkü, biri olmadığı zaman bir eylemin değerlendirilmesi zaten mümkün görünmüyor. Ona göre duygunun yardımı olmadan aklın tek başına tüm ahlâksal ayrımları kavramada yeterli olmadığı düşüncesi özellikle felsefede dikkate değerdir (1962:287). Yukarıda da vurgulandığı gibi, ahlâksal ayrımların yapılabilmesi için duygunun yardımı olması şarttır (bunu ilk belirten düşünür Hutcheson’dır), ama aklın yardımı olmadan eylemle ilgili bir değerlendirmenin yapılması da söz konusu değildir.
Bir eylemin yerilmesinde ya da övülmesinde etkin olan şey “duygu”dur. Hume, ahlâksal bir eylemi karmaşık bir nesne olarak gördüğünden, ancak eylemle ilgili tüm koşullar düşünüldüğünde ahlâk duygusu ile ilgili bazı genel gözlemlerin olabileceğini belirtir (1962:288-289). Hume, eylemin değerlendirilmesinde, o eylemin tüm koşullarının gözönünde bulundurulması gerektiğini belirtir. O, nesnesine uygun konuşulması gerektiğini, yani nesnenin ve eylemin bilinmesi ve araştırılması gerektiğini vurgular. Bu yapıldığında bizde, yerme ya da övme duygusu kalır (1962:291).
Hume’da bir eylemi yermemiz ya da övmemiz, aynı zamanda ahlâksal ayrımlar da yapıyor olmamız demektir. Bir eylemi yermemizden ya da övmemizden önce varsayılan şey, yerilen ya da övülen şeyle ilgili tüm koşulların bize verilmiş olduğudur. Ahlâksal kararlarda tüm durumlar ve ilişkiler öncelikli olarak bilinmelidir ve zihin, tümünün tasarlanmasından sevgi ya da nefret, saygı ya da küçük görme, övme ya da yerme hakkında yeni bir izlenim duyar.
Ahlâksal düşüncelerde, tüm nesneleri ve onların birbirleri ile olan tüm ilişkilerini önceden bilmemiz gerekir ve bunların hepsini karşılaştırarak seçimimizi ya da övmemizi saptamalıyız (1962:290). Öyle görünüyor ki, Hume’da eylemle ilgili bir yargıda bulunmak ya da eylemi değerlendirmek için o eylemin yapıldığı koşulları, tüm ilişkileri bilmemiz gerekir.
Hume’a göre “anlama yetisinin çalışmalarında, bilinen durum ve ilişkilerden yeni olanı ve bilinmeyeni çıkarırız” (1962:290). Bu durum tüm bilimlerde aynıdır.
“Tüm bilimlerde zihnimiz bilinen ilişkilerden hareketle bilinmeyeni araştırır. Ama beğeni (taste) ya da dış güzellik konusundaki tüm kararlarda, tüm ilişkiler zaten göz için apaçıktır ve böylece nesnelerin yapısına ve organlarımızın yeteneğine göre kayıtsızlık ya da tiksinti duygusunu hissetmeye başlarız” (1962:291).
Hume, ardarda meydana gelen övme ve yerme yargılamanın işi olamaz, ancak kalbin işi olabilir demektedir. Hume övme ya da yermeyi “aktif bir his ya da duygu” olarak görür (1962:290). Ne var ki, övdüğümüz şey doğru ya da toplumsal bakımından adaletli olandır, yerdiğimiz şey ise yanlış ya da toplumsal bakımdan zararlı olandır. Öyle görünüyor ki, Hume’un görüşünde, övme ve yerme birer duygu olsa da, eylemin değerlendirilmesinde, yani yargıda bulunmada akıl etkindir.
Hume’un övme ile yerme arasında yaptığı ayrım, ahlâksal iyi ile kötü arasında yaptığı ayrımla paralellik taşır. Hume, ahlâksal iyi ve kötüyü ayırma yolunu şu şekilde açıklar: Bir şeyin kendisi için istenmesi ve onun insan duygusu ya da duygulanımı ile uyum içinde olmasından ya da uyuşmasından dolayı istenmesi gerekir. Kendisi için istenmesi gerekirden kastedilen ise, herhangi bir “ücret ya da ödül olmadan, sadece etkileyen bir duygu, bir beğeni (taste) ya da his olarak doğrudan tatmin için istenmesidir” (1962:293-294). Hume’un bu düşüncesi, ahlâklılık ve ödev duygusuyla ilgi kurulduğunda daha iyi anlaşılabileceğinden, ahlâklılık ve ödev duygusu hakkında öne sürdüklerine bakmak yararlı olabilir. Hume, ahlâklılık ve ödev duygusunun başka herhangi bir motif olmadan bir eylemin gerçekleştirilmesinde belirleyici olabileceğini düşünür. Bir eylem, motif olmaksızın belli bir ödev duygusundan dolayı yerine getirilebilir (1997:415). Sözgelişi borç para alan biri borcunu adaletten dolayı değil (çünkü, adalet kamuyla ilgilidir, alınan borç gizli de olabileceğinden kamuyu ilgilendirmez), “ödev ve yükümlülük”ten dolayı geri öder (1997:416-418).
Hume, burada sadece duyguyu dikkate alır. Başka deyişle, bu eylemi gerçekleştirmeye motif olan ödev duygusudur. Ama öte yandan, kişiye bir borcun ödenmesi gerektiğini, yükümlülüğü yerine getirmesinin doğru olacağını akıl söyler. Bu yüzden, burada sözkonusu olan “ahlâklılık” ya da ahlâklı bir eylemse, buna aklın karışmaması olanaklı görünmüyor. Hume, aklın ve beğeninin sınırlarını çizerken onların özellikleri, yaptıkları iş üzerinde durur. Bunu bir kez daha yinelersek; akıl eylemi motive etmez, mutluluğu elde etmeyi ya da mutsuzluktan kaçınmayı bize öğreterek, sadece şiddetli arzu ya da eğilim taşıyan itkiyi yönetir; haz ve acı veren ve aynı zamanda mutluluğu oluşturan beğeni bir eyleme motif olur ve ilk kaynaktır ya da arzu ve istem için ilk dürtüdür. Akıl bilinen ya da varsayılan durumlardan ve ilişkilerden, gizlenenin ve bilinmeyenin keşfi için, tüm durumlarda ve ilişkilerde bize yol gösterir; beğeni ise, yerme ya da övme ile ilgili tamamen yeni bir duyguyu hissetmemizi sağlar (1962:294).
Hume’a göre eylemi motive eden şey, deyim yerindeyse, eylemin hareket ettirici nedeni “duygu”dur. Eylemler arasında ahlâksal ayrımlar yapmamızı sağlayan etkenlerden biri de yine “duygu”dur. Ne var ki bu “duygu”nun hangi duygu olduğu konusunda Hume kararsız gibi görünüyor. Çünkü Hume, ahlâksal ayrımların “ahlâk duygusu”na (1997:409) ya da “beğeni”ye, “his”se göre yapıldığını öne sürüyor. O, “ahlâksal ayrımlar bütünüyle haz ve acıyla ilgili duygulara dayanır” (1997:490), dediğinde ise ahlâksal ayrımların haz ve acıya dayandığını anlatmak istemektedir. Ahlâk duygusu bir yerde ahlâksal ayrımların kaynağı görülür, ama Hume, “sempati, ahlâksal ayrımların temel kaynağıdır” (1997:523) dediğinde, ilk duygunun sempati olduğunu dile getirmek istemektedir. Hume’un bu noktada da kalmaz. Çünkü o, ahlâksal kararlarda sürekli olarak faydaya başvurulduğunu belirtir (1962:231). Hume, bir eylemin faydasına göre o eylemi övmek (ya da yermek) gerektiğini düşünür (1962:219). Bu açıdan bakıldığında, fayda sanki ahlâk duygusunun da kaynağıymış gibi görünüyor.
Hume’da temel duygunun hangi duygu olduğunu, ahlâksal ayrımların hangi duyguya ya da ilkeye dayandığını gösterebilmemiz için, adalet ve sempati duygularına bakmamız, bunları biraz açmamız ve faydayla adalet ve sempati duygularının birbirleriyle ilgilerini ortaya koymamız gerekli görünüyor. Bu gereklilik, Hume’un, ahlâkla ilgili temel duyguları sıralarken adalete ve sempatiye özel bir yer vermesinden kaynaklanmaktadır.
Hume’un görüşünde sempati adalet duygusundan önemli ölçüde farklıdır. Ona göre insanlığın ilkeleri ve sempati bütün duygularımızın içine öylesine girer ve öylesine büyük bir etki gösterir ki, en güçlü kınama ve övgüyü uyandırmayı olanaklı kılar (1962:231). Sempati bencil bir kökeni bulunmayan doğal bir duygudur. Sempati insan zihni üzerinde güçlü bir etkiye sahip olduğundan (1997:506), ahlâkla ilgili duygularımızı üretir. Burada Hume’un kabulü, sempatinin her insanda doğal olarak varolduğudur. Hume’a göre, doğa, insan zihninin organlarına, kendini beğenmişlik dediğimiz kendine özgü bir izlenim ya da his (emotion) üretmeye uygun belirli bir yatkınlık vermiştir. Zihnin buna uygun bir yapısı olmasaydı, bu tutkuya hiçbir zaman sahip olamazdık (1997:266).
Hume’un bu kabulünün arkasında ise, daha temel bir kabul vardır: insan doğası değişmez bir yapıdadır ve dolayısıyla insan eylemlerinde de birörneklilik bulunur. Her insanın kendine özgü ilgileri ve bunun sonucu olarak nefret ettikleri ve istedikleri vardır, ancak bunun başkalarını aynı derecede etkilemesi gerektiği varsayılamaz.
Hume’a göre insan eylemlerinde yine de birörneklilik vardır.
“İnsan eylemlerinde birörneklilik hiç olmasaydı ve bu konuda oluşturabileceğimiz her deney düzensiz ve yasasız olsaydı, insan üzerine herhangi bir genel gözlem edinmek imkansızlaşırdı ve düşünmeyle ne kadar inceden inceye sindirilmiş olursa olsun, hiçbir tecrübe işe yaramazdı” (1976:69-70).
Hume’a gelinceye değin, ahlâk alanında bazı tartışmaların olduğunu görüyoruz: ahlâksal ayrımların neye dayandığı; ahlâkın temelinin ne olduğu; eylemlerimizin dayandığı bir ilkenin olup olmadığı bu tartışmalardan birkaçıdır. Hobbes ve Locke ahlâksal ayrımlar yaparlar; ne var ki, bu ayrımları, akla dayalı olarak yapsalar da, hangi yetinin yaptığını soru konusu yapmazlar. Hutcheson ise ahlâksal ayrımları “ahlâk duygusu”na dayanarak yapar. Bu noktada Hume’un tespiti şudur:
“doğru ve yanlışı [truth and falshood] ayırdetmemizi sağlayan yeti ile erdem ve kötülüğü ayırdetmemizi sağlayan yeti uzun zaman birbirine karıştırılmıştır …Oysa, yakın geçmişteki bir filozof [Hutcheson] en ikna edici kanıtlamalarla bize öğretmiştir ki, ahlâk şeylerin soyut yapısında yoktur, her tek varlığın duygusuna ya da beğenisine bağlıdır… Öyleyse ahlâk algılarının, anlama yetisinin işlemleri arasında değil, beğeniler ya da duygular arasında sınıflandırılmaları gerekir”.
Hume, övgüye değer ya da yergiye layık olanın eylemler olduğunu söyler. Hume’a göre, övgüye değer olan ile akla uygun olan arasında, aynı şekilde yergiye layık olan ile akla uygun olmayan arasında bir ayrım yapmak zorunludur.
Hume insanların eylemlerinin ahlâksal nitelikte olmasının önkoşulu olarak özgürlüğü gösterir. Başka deyişle, Hume, herhangi bir eylemin ahlâksal olup olmadığını söyleyebilmemizden önce, özgürlüğün zaten olduğu bir ortamı varsaymaktadır. Ona göre,
“Özgürlüğün olmadığı yerde insanların hiçbir eylemi herhangi bir ahlâki niteliğe sahip olamaz, ne de övme ya da hoşlanmama konusu olabilir. Çünkü eylemler sadece iç karakter, tutkular ve heyecanların işaretleri olmaları bakımından ahlâk duygumuzun objeleri olduğuna göre; bu ilkelerden değil de, tümüyle dış etkenlerden doğdukları durumlarda övgü ya da kınamaya yol açmaları imkansızdır” (1976:81).
Dolayısıyla, özgür bir biçimde eylemde bulunamayan ya da özgür bir toplumda yaşamayan birinin eylemlerini övmek ya da yermek olanaksızdır. Burada Hume, insanın gerçekleştireceği bir eylemin zorla ya da zorlamayla yapılabileceğini, bu yüzden de ahlâksal niteliğe sahip olamayacağını vurgulamaktadır.
Hutcheson’da olduğu gibi, Hume’da da ahlâklı bir insanı tanıyabilmenin yolu, onun eylemlerine bakmaktır. Ancak, göreceğimiz gibi, Hume, ahlâksal ayrımların ve genel olarak ahlâkın temelinin ne olduğu konusunda Hobbes, Locke ve Hutcheson’dan farklı düşünmektedir.
İnsanların gerçekleştirdiği eylemlere bakarak, bu eylemleri gerçekleştiren kişinin adil olduğu ya da adil olmadığı üzerine sık sık yargıda bulunuruz. Hume’a göre, şeylerin doğasında varolan şey yargımızın, her bir insanın kendi içinde hissettiği şey ise duygunun ölçütüdür. Bu noktada Hume, “akıl, bu duygulanımları her zaman nasıl ayırabilir?” sorusunu sorar. Başka deyişle, Hume, “ahlâkın doğru kaynağını keşfetme” konusunda, hem duygunun hem de aklın övgü ve yergiyle ilgili tüm kararlar içine nereye kadar girdiğini” araştırır (1962:171-173, 285).
Hume’da iyi ve kötü, doğa ve ahlâk bütünüyle insansal duygu ve duygulanımlarla bağlantılı görülür (1987:169). Ama akıl da ahlâkla ilgili tüm kararlarda önemli bir paya sahiptir. Akıl, niteliklerin ve eylemlerin ne yönde olduğu konusunda bize bilgi verebilir ve eylemlerin, topluma ve bu eğilimdeki kişiye faydalı sonuçlarını gösterebilir. Elbette, kimi zaman farklı toplumsal koşullar, farklı pratik sonuçlar, farklı çıkarlar öne sürülebilir. Bu durumda da neyin doğru olduğunun belirlenebilmesi için akıl ya da yargılama gereklidir. Akıl, niteliklerin ve eylemlerin zararlı ya da faydalı eğilimleri konusunda bize bilgi verir, ancak ahlâksal bakımdan yermeyi ya da övmeyi (blame or approbation) ortaya koymada tek başına yeterli değildir. Zararlı eğilimleri değil de, faydalı olanı seçmek için, burada kendini gösterecek bir duygu gereklidir. Hume’a göre, bu duygu da “insanlığın mutluluğu için bir histen başka bir şey olamaz.” Elbette burada akıl, çoğu eylemlerin ne yönde olduğu konusunda bize bilgi verir ve insan faydalı ve yararlı olana göre bir ayrım yapar (1962:286), ama eylemin yerilmesi ya da övülmesi onun işi değildir.
Burada Hume’un ahlâk görüşünü daha iyi anlamamız açısından bir noktayı belirtmemiz yararlı olabilir: Hume’da ahlâksal kararlar vermede (ahlâksal kararlar vermek bir değerlendirmeyi gerektirir), akıl ve duygu yetisi arasında bir birliktelik vardır.
Hume’da ahlâksal kararlar vermede öncelik duyguda ya da akılda değildir. Duygu, hareket ettirici nedendir, ilk motiftir. Akıl ise değerlendirme yapabilme yetisidir. Eylemlerin değerlendirilmesinde önemli olan, her iki yetinin birlikte iş görmesidir. Çünkü, biri olmadığı zaman bir eylemin değerlendirilmesi zaten mümkün görünmüyor. Ona göre duygunun yardımı olmadan aklın tek başına tüm ahlâksal ayrımları kavramada yeterli olmadığı düşüncesi özellikle felsefede dikkate değerdir (1962:287). Yukarıda da vurgulandığı gibi, ahlâksal ayrımların yapılabilmesi için duygunun yardımı olması şarttır (bunu ilk belirten düşünür Hutcheson’dır), ama aklın yardımı olmadan eylemle ilgili bir değerlendirmenin yapılması da söz konusu değildir.
Bir eylemin yerilmesinde ya da övülmesinde etkin olan şey “duygu”dur. Hume, ahlâksal bir eylemi karmaşık bir nesne olarak gördüğünden, ancak eylemle ilgili tüm koşullar düşünüldüğünde ahlâk duygusu ile ilgili bazı genel gözlemlerin olabileceğini belirtir (1962:288-289). Hume, eylemin değerlendirilmesinde, o eylemin tüm koşullarının gözönünde bulundurulması gerektiğini belirtir. O, nesnesine uygun konuşulması gerektiğini, yani nesnenin ve eylemin bilinmesi ve araştırılması gerektiğini vurgular. Bu yapıldığında bizde, yerme ya da övme duygusu kalır (1962:291).
Hume’da bir eylemi yermemiz ya da övmemiz, aynı zamanda ahlâksal ayrımlar da yapıyor olmamız demektir. Bir eylemi yermemizden ya da övmemizden önce varsayılan şey, yerilen ya da övülen şeyle ilgili tüm koşulların bize verilmiş olduğudur. Ahlâksal kararlarda tüm durumlar ve ilişkiler öncelikli olarak bilinmelidir ve zihin, tümünün tasarlanmasından sevgi ya da nefret, saygı ya da küçük görme, övme ya da yerme hakkında yeni bir izlenim duyar.
Ahlâksal düşüncelerde, tüm nesneleri ve onların birbirleri ile olan tüm ilişkilerini önceden bilmemiz gerekir ve bunların hepsini karşılaştırarak seçimimizi ya da övmemizi saptamalıyız (1962:290). Öyle görünüyor ki, Hume’da eylemle ilgili bir yargıda bulunmak ya da eylemi değerlendirmek için o eylemin yapıldığı koşulları, tüm ilişkileri bilmemiz gerekir.
Hume’a göre “anlama yetisinin çalışmalarında, bilinen durum ve ilişkilerden yeni olanı ve bilinmeyeni çıkarırız” (1962:290). Bu durum tüm bilimlerde aynıdır.
“Tüm bilimlerde zihnimiz bilinen ilişkilerden hareketle bilinmeyeni araştırır. Ama beğeni (taste) ya da dış güzellik konusundaki tüm kararlarda, tüm ilişkiler zaten göz için apaçıktır ve böylece nesnelerin yapısına ve organlarımızın yeteneğine göre kayıtsızlık ya da tiksinti duygusunu hissetmeye başlarız” (1962:291).
Hume, ardarda meydana gelen övme ve yerme yargılamanın işi olamaz, ancak kalbin işi olabilir demektedir. Hume övme ya da yermeyi “aktif bir his ya da duygu” olarak görür (1962:290). Ne var ki, övdüğümüz şey doğru ya da toplumsal bakımından adaletli olandır, yerdiğimiz şey ise yanlış ya da toplumsal bakımdan zararlı olandır. Öyle görünüyor ki, Hume’un görüşünde, övme ve yerme birer duygu olsa da, eylemin değerlendirilmesinde, yani yargıda bulunmada akıl etkindir.
Hume’un övme ile yerme arasında yaptığı ayrım, ahlâksal iyi ile kötü arasında yaptığı ayrımla paralellik taşır. Hume, ahlâksal iyi ve kötüyü ayırma yolunu şu şekilde açıklar: Bir şeyin kendisi için istenmesi ve onun insan duygusu ya da duygulanımı ile uyum içinde olmasından ya da uyuşmasından dolayı istenmesi gerekir. Kendisi için istenmesi gerekirden kastedilen ise, herhangi bir “ücret ya da ödül olmadan, sadece etkileyen bir duygu, bir beğeni (taste) ya da his olarak doğrudan tatmin için istenmesidir” (1962:293-294). Hume’un bu düşüncesi, ahlâklılık ve ödev duygusuyla ilgi kurulduğunda daha iyi anlaşılabileceğinden, ahlâklılık ve ödev duygusu hakkında öne sürdüklerine bakmak yararlı olabilir. Hume, ahlâklılık ve ödev duygusunun başka herhangi bir motif olmadan bir eylemin gerçekleştirilmesinde belirleyici olabileceğini düşünür. Bir eylem, motif olmaksızın belli bir ödev duygusundan dolayı yerine getirilebilir (1997:415). Sözgelişi borç para alan biri borcunu adaletten dolayı değil (çünkü, adalet kamuyla ilgilidir, alınan borç gizli de olabileceğinden kamuyu ilgilendirmez), “ödev ve yükümlülük”ten dolayı geri öder (1997:416-418).
Hume, burada sadece duyguyu dikkate alır. Başka deyişle, bu eylemi gerçekleştirmeye motif olan ödev duygusudur. Ama öte yandan, kişiye bir borcun ödenmesi gerektiğini, yükümlülüğü yerine getirmesinin doğru olacağını akıl söyler. Bu yüzden, burada sözkonusu olan “ahlâklılık” ya da ahlâklı bir eylemse, buna aklın karışmaması olanaklı görünmüyor. Hume, aklın ve beğeninin sınırlarını çizerken onların özellikleri, yaptıkları iş üzerinde durur. Bunu bir kez daha yinelersek; akıl eylemi motive etmez, mutluluğu elde etmeyi ya da mutsuzluktan kaçınmayı bize öğreterek, sadece şiddetli arzu ya da eğilim taşıyan itkiyi yönetir; haz ve acı veren ve aynı zamanda mutluluğu oluşturan beğeni bir eyleme motif olur ve ilk kaynaktır ya da arzu ve istem için ilk dürtüdür. Akıl bilinen ya da varsayılan durumlardan ve ilişkilerden, gizlenenin ve bilinmeyenin keşfi için, tüm durumlarda ve ilişkilerde bize yol gösterir; beğeni ise, yerme ya da övme ile ilgili tamamen yeni bir duyguyu hissetmemizi sağlar (1962:294).
Hume’a göre eylemi motive eden şey, deyim yerindeyse, eylemin hareket ettirici nedeni “duygu”dur. Eylemler arasında ahlâksal ayrımlar yapmamızı sağlayan etkenlerden biri de yine “duygu”dur. Ne var ki bu “duygu”nun hangi duygu olduğu konusunda Hume kararsız gibi görünüyor. Çünkü Hume, ahlâksal ayrımların “ahlâk duygusu”na (1997:409) ya da “beğeni”ye, “his”se göre yapıldığını öne sürüyor. O, “ahlâksal ayrımlar bütünüyle haz ve acıyla ilgili duygulara dayanır” (1997:490), dediğinde ise ahlâksal ayrımların haz ve acıya dayandığını anlatmak istemektedir. Ahlâk duygusu bir yerde ahlâksal ayrımların kaynağı görülür, ama Hume, “sempati, ahlâksal ayrımların temel kaynağıdır” (1997:523) dediğinde, ilk duygunun sempati olduğunu dile getirmek istemektedir. Hume’un bu noktada da kalmaz. Çünkü o, ahlâksal kararlarda sürekli olarak faydaya başvurulduğunu belirtir (1962:231). Hume, bir eylemin faydasına göre o eylemi övmek (ya da yermek) gerektiğini düşünür (1962:219). Bu açıdan bakıldığında, fayda sanki ahlâk duygusunun da kaynağıymış gibi görünüyor.
Hume’da temel duygunun hangi duygu olduğunu, ahlâksal ayrımların hangi duyguya ya da ilkeye dayandığını gösterebilmemiz için, adalet ve sempati duygularına bakmamız, bunları biraz açmamız ve faydayla adalet ve sempati duygularının birbirleriyle ilgilerini ortaya koymamız gerekli görünüyor. Bu gereklilik, Hume’un, ahlâkla ilgili temel duyguları sıralarken adalete ve sempatiye özel bir yer vermesinden kaynaklanmaktadır.
Hume’un görüşünde sempati adalet duygusundan önemli ölçüde farklıdır. Ona göre insanlığın ilkeleri ve sempati bütün duygularımızın içine öylesine girer ve öylesine büyük bir etki gösterir ki, en güçlü kınama ve övgüyü uyandırmayı olanaklı kılar (1962:231). Sempati bencil bir kökeni bulunmayan doğal bir duygudur. Sempati insan zihni üzerinde güçlü bir etkiye sahip olduğundan (1997:506), ahlâkla ilgili duygularımızı üretir. Burada Hume’un kabulü, sempatinin her insanda doğal olarak varolduğudur. Hume’a göre, doğa, insan zihninin organlarına, kendini beğenmişlik dediğimiz kendine özgü bir izlenim ya da his (emotion) üretmeye uygun belirli bir yatkınlık vermiştir. Zihnin buna uygun bir yapısı olmasaydı, bu tutkuya hiçbir zaman sahip olamazdık (1997:266).
Hume’un bu kabulünün arkasında ise, daha temel bir kabul vardır: insan doğası değişmez bir yapıdadır ve dolayısıyla insan eylemlerinde de birörneklilik bulunur. Her insanın kendine özgü ilgileri ve bunun sonucu olarak nefret ettikleri ve istedikleri vardır, ancak bunun başkalarını aynı derecede etkilemesi gerektiği varsayılamaz.
Hume’a göre insan eylemlerinde yine de birörneklilik vardır.
“İnsan eylemlerinde birörneklilik hiç olmasaydı ve bu konuda oluşturabileceğimiz her deney düzensiz ve yasasız olsaydı, insan üzerine herhangi bir genel gözlem edinmek imkansızlaşırdı ve düşünmeyle ne kadar inceden inceye sindirilmiş olursa olsun, hiçbir tecrübe işe yaramazdı” (1976:69-70).