KAPALI UYGARLIKLAR - 1
|
GYÖRGY LUKACS
Çevirenler: AFŞAR TİMUÇİN - MEHMET SERT
Yıldızlı gökyüzünde, gözlerinin önüne serilmiş olan yolların, izleyebilecekleri yolların haritasını okuyabilen zamanlara ne mutlu! Yolları yıldızların ışığıyla aydınlanmış zamanlara ne mutlu! Onlar için her şey yenidir, gene de her şey candandır; her şey serüven kokar ve gene de her şey onlarındır. Dünya uçsuz bucaksızdır, gene de kendilerini dünyada güvenli duyarlar, çünkü gönüllerinde yanan ateş yıldızların ateşindendir. Dünya ve ben, ışık ve ateş birbirinden kesinlikle ayrılırlar, bununla birlikte hiçbir zaman birbirlerine kesinlikle yabancı düşmezler, çünkü ateş her ışığın ruhudur ve her ateş ışığa bürünür. Ruhun hiçbir edimi yoktur ki anlamla dolu olmasın, ruhun hiçbir edimi yoktur ki şu ikileme, anlamında yetkin olan ve anlamlar için yetkin olan ikilemine dayanmasın; ruhun her edimi yetkindir, çünkü onun eylemi ruhun kendisinden ayrıktır ve özerk duruma gelmiştir, bu eylem kendi anlamını bulur ve bu anlamı kendi çevresine bir çember gibi çizer. «Felsefe, tam tamına yurtsamadır, her gittiği yerde kendi evinde olmak isteğidir» der Novalis.
Bu yüzden felsefe, yaşam biçimi olarak da edebi yaratının biçimini ve içeriğini belirleyen olarak da,içle dış arasındaki bir kopuşun belirtisidir, benle dünya arasındaki köklü bir ayrımı, ruhla eylem arasındaki bir tamuyarlı olmayışı belirleyen bir kopuşun belirtisidir her zaman. Mutlu dönemlerde felsefenin olmayışı ya da —bu da aynı anlama gelir— bu dönemlerdeki tüm insanların filozof olmaları, tüm felsefede ütopyacı amaçlara yönelmeleri bundandır. Gerçek felsefenin amacı bu ilkörneksel haritayı çizmek değildir de nedir? Aşkın yer sorunu, içimizin en derin yerlerinden bir biçimlenmeye doğru, onun için bilinmez olan, ama ona sonsuzluk içinde kendini gösteren ve onu kurtarıcı bir simgeler bütününe saran bir biçimlenmeye doğru fışkıran her türlü itkinin ne yönde düzenlenmesi gerektiğini belirlemek sorunundan başka bir şey midir? Buna göre tutku, aklın, kendi kendinin yetkin tamuyarlılığma yönelen önceden belirlenmiş bir yoldur ve çılgınlıktan sonra, aşkın bir gücün karmakarışık olan ama çözülebilir olan işaretleri kendini gösterir; yoksa bu güç sessizliğe gömülü kalacaktır. Bu durumda hiçbir içsellik yoktur, çünkü henüz hiçbir dışsallık yoktur, yani ruhun yönelebileceği bir yer yoktur. Ruh serüven peşine düserken ve bunları yaşarken, araştırmanın gerçek çabasını ve bir şeyi ortaya çıkarmanın gerçek tehlikesini sezemez; o henüz kendini yitirebileceğini bilmez ve kendi kendini araştırması gerektiğini hiçbir zaman düşünmez.
Destan çağı böyle bir çağdır. İnsanları ve olguları sevinçli ve kesin çizgilerle belirleyen şey hiçbir biçimde acı yokluğu ya da varlık güvenliği değildir —saçmanın ve üzücü olanın dünyadaki payı, tüm dönemlerin başlangıcından bu yana artmadı, yalnız avutucu şarkılar en açık ve en boğucu bir biçimde söylenir—, daha çok edimlerin, ruhun iç gerekliliğine, yücelik, gerçekleştirme ve bütünleştirme gerekliliğine tam olarak uygunluğudur. Ruh henüz kendinde kendisini düşüşe sürükleyecek ya da doruklara itecek herhangi bir boşluk bulmadıkça, evreni yöneten ve yazgının bilinmedik ve adaletsiz armağanlarını dağıtan tanrısallık insanın karşısında yer aldıkça, anlaşılmamış ama bildik ve yakın bir şey olarak, baba çocuğu karşısında durur gibi durdukça, ruh için hiçbir eylem yoktur ki ruha tıpatıp oturmasın. Buna göre, varlık ve yazgı, serüven ve sonaerme, varlık ve öz özdeş kavramlardır. Çünkü destanı biçimlerin yaratıcı bir yanıtı olarak kuşatan soru kendini şöyle ortaya koyar: yaşam nasıl oluyor da temel olabiliyor? Ve, şiirleri tam anlamında başlı başına bir destan meydana getiren Homeros erişilmez biri olarak kalıyorsa, bunun tek nedeni şudur. Zihnin tarihsel gelişimi sorunu belirleyebilecek düzeye gelmeden Homeros yanıtını ortaya koymuştu bile.
Helenliğin gizini, akıllara durgunluk veren yetkinliğini ve bizim için erişilmeyecek kadar yabancı bir gerçeklik meydana getiren uzaklığını kavramak ancak böylece olasıdır: Yunan yalnız yanıtları bilir, soruları bilmez, yalnız çözümleri bilir, —bazen bilmece haline gelmiş çözümleri bilir— ama bilmeceleri bilmez, yalnız biçimleri bilir, ama kaostan haberi yoktur. Biçimlerin yapılaştırıcı çemberini çelişkinin dışında çizer ve çelişki güncel olalı beri kabasabalıktan başka bir yere götürmeyecek olan her şey onu yetkinliğe götürür. Yunanlılardan sözedildiğinde, tarih felsefesi ve estetik, psikoloji ve metafizik birbirine karıştırılır ve onların yarattığı biçimler yaşadığımız döneme aktarılarak bu iki dönem bolkeseden birbirine karıştırılır. Ağız dil vermeyen bu sessiz örtülerin altında güzel ruhlar kendilerine özgü ayrıcalı anlar, düşsel bir dinginliğin kaygan ve tutulmaz anlarını ararlar; gözden kaçırdıkları bir şey vardır: bu anların değeri kendi kaygan özyapılarından gelir ve tarih felsefesinin, estetiğin, psikolojinin ve metafiziğin başlarını hep Yunan'a döndürmeleri onların gerçekten derin ve büyük olan yanlarıdır. Seller gibi akıp giden kanlarından, yaralarını sonsuza kadar gizleyebilecek bir zırh oluşturmak için onu kırmızı çelik halinde katılaştırmaya çalışan ve bu yeni kahramanlığı geleceğin gerçek kahramanlığına örnek davranışlarla ortaya koyan daha derinlikli kafalar, yaratıya ulaşma yolunda çektikleri oluşturucu acıların yetersizliğini, yetkinleşmek için yunan arılığını gereksinen yapmacıklı acılarla kapatırlar. Biçimsel yetkinliği bir iç yırtılışın işlevi şayan bir tekbenciliğin kurbanları durumundaki bu kişiler, helen biçimleri arasında bir acının sesini, yunan sanatı kendi ürünlerini aştığı ölçüde onları yoğun bir biçimde kaygılandıran bir acının sesini duyduklarını söylerler. Ama bu, ruhun girdili çıktılı aşkın yapısını bütünüyle tersine çevirmek anlamına gelir, bu yapı özü ve sonuçları içinde çok iyi tanıtlanmış olabilir, metafizik anlamı içinde çok iyi açıklanmış ve kavranmış olabilir, ama bu yapıya herhangi bir psikoloji yüklemek olanaksızdır —bu, olabildiğince sezgisel bir psikoloji ya da yalnızca kavrayışlı bir psikoloji de olsa— Çünkü, aşkın yerlerin belli bir durumunu varsaymayan ve yalnızca bu aşkın yerlerin sınırları içinde işleyen bir psikolojik kavrayış yoktur.
Helenliği bu biçimde anlamaya çalışmak yerine, yani sonunda, bilinçsizce «böyle biçimleri nasıl meydana getirirdik?» Ya da «böylesi biçimlere sahip olsaydık nasıl davranırdık» diye kendi kendimize sormak yerine, helen düşüncesinin, bizimkinden köklü bir biçimde değişik olan ve bu biçimleri zorunlu biçimler olarak olanaklı kılan bu aşkın yapısı üzerinde düşünmek daha yararlı olacaktır.
Yunan düşüncesinin soru sormadan önce yanıtlar verdiğini söylemiştik. Burada da, hiçbir psikolojik kavrayışın erişemediği, daha doğrusu ancak aşkın bir psikolojinin açığa çıkardığı bir olgu vardır. Bu olgu, her türlü yaşantıyı ve her türlü biçim yaratısını koşullayan sonuncu yapısal ilişkide, aşkın yerler arasında ve bu yerlerle bu yerlere a priori olarak verilmiş özne arasında hiçbir nitel ayrımın, yani aşılamaz olan hiçbir ayrımın bulunmadığını, bir sıçrayışta erişilmeyecek hiçbir ayrımın bulunmadığını gösterir. Bu olgu, en yüksek düzeye çıkmanın da anlamdan en yoksun durumlara inmenin de tamuyarlılığın yollarında gerçekleştiğini, yani en kötü durumda sürekli bir derecelenmenin kolayca ulaşılabilir düzeyleriyle gerçekleştiğini gösterir. Ayrıca, bu durumda zihin kendi görüş açısı içinde çoktan elde edilmiş bir anlamı kucaklamakla sınırlanır. Anlam dünyası bir çırpıda kavranabilir ve kucaklanabilir.
Onda her bireye uygun düşen yeri bulmak sözkonusudur yalnızca. Yanılgı burada aşırılıktan ya da yetersizlikten, birbirine karıştırmaktan ya da ayırdetmekten başka bir şey değildir, çünkü yaratı gözle görülür ve sonsuz olan özlerin ortaya çıkarılmasını sağlamaya vardığına göre, bilmek bir örtüyü kaldırmak anlamına gelir yalnızca. Erdem yolların ve araçların doğru bilgisinden başka bir şey değildir ve duyulara yabancı olan her şey, çok büyük bir uzaklıktan ötürü yabancıdır. Bu dünya biryapılıdır ve ne insanla dünya arasındaki ayrılık ne de Ben'in ve Sen'in karşıtlığı bu biryapılılığı bozabilir.
Ruh dünyada, bu uyumun herhangi bir ögesi olarak yer alır; ona çerçevesini kazandıran sınır şeylerin sınırından köklü bir biçimde ayırdedilmez; ruh, aydınlık ve kesin çizgiler çizer, ama ancak göreceli bir biçimde, biryapılı ve dengeli bir sisteme bağlı olarak ayırdedilir. Çünkü, düşünsel bütünlüklerin ortasında tözlülüğün tek taşıyıcısı olan insan hiçbir zaman yalnız değildir, İnsanın başkalariyle ilişkileri ve bu ilişkilerden doğan yapılar da, onun gibi, tözce zengindir, yani daha zengindir, çünkü daha evrenseldir, «daha felsefi»dir, ilkörneksel yere, yani aşka, aileye, siteye daha yakın ve daha uygundur. İnsan için ahlâki yükümlülük tam anlamıyla eğitimsel bir sorundur; bu yükümlülük yalnızca yuvaya henüz dönülmediğini gösterir, ama tözle tek ve yıkılmaz ilişkiyi göstermez. İnsanda, insanı bir kopmayı gerçekleştirmeye zorlayacak hiçbir şey yoktur; maddenin olumsallığına batmış olan insan, onu bu maddeden uzaklaştıran ve töze yaklaştıran yükselen bir devinimle kendini arılaştırmak zorundadır; önünde uzun bir yol açılır, ama o kendinde hiçbir uçurum taşımaz. Böylesi sınırlar içinde, dünya ancak kapalı ve yetkin olacaktır. Şimdiki anlamın görünümlerinin doğrudan doğruya yaşanmış ve biçimlenmeye yönelmiş bir evren çevresinde çizdiği çemberin ötesinde, korkutucu ve anlaşılmaz güçlerin varlığı duyulsa bile, bu güçler onu anlamından ayırmaya yetmez. Yaşamı yıkabilecek yetenekte olan bu güçler, insana kötülük edemezler; biçimini almış bulunan dünyaya uğursuz gölgeler fırlatabilirler, ama bu gölgeler de kendilerini daha iyi açığavuran karşıtlıklarda biçim sistemine katılırlar. Yunanlıların içinde yaşadıkları metafizik çember bizimkinden daha dardır; bu yüzden biz orada hiçbir zaman yerimizi bulamayız; daha doğrusu, sonluluğu yaşamların aşkın özünü meydana getiren bu çemberi biz kırmışızdır; biz kapalı bir dünyada soluyamayız artık. Biz, zihnin yaratıcı olduğunu anladık; bu yüzden de, bizim gözümüzde ilkörnekler nesnel zorunluluklarını bütünüyle yitirdiler ve dolayısıyla düşüncemiz her zaman eksik kalan yaklaşımın sonsuz yolunu izler.
Biz biçimler yaratmayı öğrendik ve o günden beri yorgun ve çekingen ellerimizin bıraktığı her şey son biçimine hiçbir zaman ulaşamaz. Biz kendimizde tek gerçek tözü bulduk ve o günden beri, bilmekle yapmak arasında, ruhla yapılar arasında, benle dünya arasında kapatılmaz uçurumlar açıldığını ve bu uçurumun ötesinde, her tözlülüğün düşünselliğin dağınıklığında yüzdüğünü kabul etmek gerekti. Dolayısıyla, özümüzün bizim için bir postulat durumuna gelmesi ve bizim aramızda hatta bizim içimizde daha derin ve daha korkunç bir uçurumun açılması gerekli oldu.
Dünyamız uçsuz bucaksız bir biçimde büyüdü ve dünyamızın her yanı yetenekte ve tehlikede Yunanlıların dünyasından daha zenginleşti; ama bu zenginlik, aynı zamanda, yunan yaşamının dayandığı olumlu yanı, yani bütünselliği de ortadan kaldırdı. Çünkü, her özel olgunun ilk belirleyici gerçekliği olan bütünsellik, kendi içine kapanmış bir yapıtın gerçekleşebileceğini gösterir; böyle bir yapıt gerçekleşebilecektir, çünkü onda her şey olabilir, hiçbir şey dışarda kalmamak ya da daha üst bir gerçekliğe götürülmek üzere her şey olabilir, böyle bir yapıt gerçekleşebilecektir, çünkü bu yapıtta her şey kendi yetkinliği doğrultusunda olgunlaşır ve kendi kendine ulaşarak bütünsel yapıya katılır. Her şeyin biçimler tarafından kuşatılmadan önce biryapılı olduğu olası bir varlık bütünselliği yoktur; orada biçimler zorunlu değildir, ama biçim kazanması gereken şeylerin ortasında, bulanık bir istek gibi uyuklayan her şeyin bilince kavuşması, gün ışığına kavuşmasıdır yalnızca Orada bilgi erdemdir ve erdem mutluluktur, orada güzellik dünyanın anlamını ortaya çıkarır.
Çevirenler: AFŞAR TİMUÇİN - MEHMET SERT
Yıldızlı gökyüzünde, gözlerinin önüne serilmiş olan yolların, izleyebilecekleri yolların haritasını okuyabilen zamanlara ne mutlu! Yolları yıldızların ışığıyla aydınlanmış zamanlara ne mutlu! Onlar için her şey yenidir, gene de her şey candandır; her şey serüven kokar ve gene de her şey onlarındır. Dünya uçsuz bucaksızdır, gene de kendilerini dünyada güvenli duyarlar, çünkü gönüllerinde yanan ateş yıldızların ateşindendir. Dünya ve ben, ışık ve ateş birbirinden kesinlikle ayrılırlar, bununla birlikte hiçbir zaman birbirlerine kesinlikle yabancı düşmezler, çünkü ateş her ışığın ruhudur ve her ateş ışığa bürünür. Ruhun hiçbir edimi yoktur ki anlamla dolu olmasın, ruhun hiçbir edimi yoktur ki şu ikileme, anlamında yetkin olan ve anlamlar için yetkin olan ikilemine dayanmasın; ruhun her edimi yetkindir, çünkü onun eylemi ruhun kendisinden ayrıktır ve özerk duruma gelmiştir, bu eylem kendi anlamını bulur ve bu anlamı kendi çevresine bir çember gibi çizer. «Felsefe, tam tamına yurtsamadır, her gittiği yerde kendi evinde olmak isteğidir» der Novalis.
Bu yüzden felsefe, yaşam biçimi olarak da edebi yaratının biçimini ve içeriğini belirleyen olarak da,içle dış arasındaki bir kopuşun belirtisidir, benle dünya arasındaki köklü bir ayrımı, ruhla eylem arasındaki bir tamuyarlı olmayışı belirleyen bir kopuşun belirtisidir her zaman. Mutlu dönemlerde felsefenin olmayışı ya da —bu da aynı anlama gelir— bu dönemlerdeki tüm insanların filozof olmaları, tüm felsefede ütopyacı amaçlara yönelmeleri bundandır. Gerçek felsefenin amacı bu ilkörneksel haritayı çizmek değildir de nedir? Aşkın yer sorunu, içimizin en derin yerlerinden bir biçimlenmeye doğru, onun için bilinmez olan, ama ona sonsuzluk içinde kendini gösteren ve onu kurtarıcı bir simgeler bütününe saran bir biçimlenmeye doğru fışkıran her türlü itkinin ne yönde düzenlenmesi gerektiğini belirlemek sorunundan başka bir şey midir? Buna göre tutku, aklın, kendi kendinin yetkin tamuyarlılığma yönelen önceden belirlenmiş bir yoldur ve çılgınlıktan sonra, aşkın bir gücün karmakarışık olan ama çözülebilir olan işaretleri kendini gösterir; yoksa bu güç sessizliğe gömülü kalacaktır. Bu durumda hiçbir içsellik yoktur, çünkü henüz hiçbir dışsallık yoktur, yani ruhun yönelebileceği bir yer yoktur. Ruh serüven peşine düserken ve bunları yaşarken, araştırmanın gerçek çabasını ve bir şeyi ortaya çıkarmanın gerçek tehlikesini sezemez; o henüz kendini yitirebileceğini bilmez ve kendi kendini araştırması gerektiğini hiçbir zaman düşünmez.
Destan çağı böyle bir çağdır. İnsanları ve olguları sevinçli ve kesin çizgilerle belirleyen şey hiçbir biçimde acı yokluğu ya da varlık güvenliği değildir —saçmanın ve üzücü olanın dünyadaki payı, tüm dönemlerin başlangıcından bu yana artmadı, yalnız avutucu şarkılar en açık ve en boğucu bir biçimde söylenir—, daha çok edimlerin, ruhun iç gerekliliğine, yücelik, gerçekleştirme ve bütünleştirme gerekliliğine tam olarak uygunluğudur. Ruh henüz kendinde kendisini düşüşe sürükleyecek ya da doruklara itecek herhangi bir boşluk bulmadıkça, evreni yöneten ve yazgının bilinmedik ve adaletsiz armağanlarını dağıtan tanrısallık insanın karşısında yer aldıkça, anlaşılmamış ama bildik ve yakın bir şey olarak, baba çocuğu karşısında durur gibi durdukça, ruh için hiçbir eylem yoktur ki ruha tıpatıp oturmasın. Buna göre, varlık ve yazgı, serüven ve sonaerme, varlık ve öz özdeş kavramlardır. Çünkü destanı biçimlerin yaratıcı bir yanıtı olarak kuşatan soru kendini şöyle ortaya koyar: yaşam nasıl oluyor da temel olabiliyor? Ve, şiirleri tam anlamında başlı başına bir destan meydana getiren Homeros erişilmez biri olarak kalıyorsa, bunun tek nedeni şudur. Zihnin tarihsel gelişimi sorunu belirleyebilecek düzeye gelmeden Homeros yanıtını ortaya koymuştu bile.
Helenliğin gizini, akıllara durgunluk veren yetkinliğini ve bizim için erişilmeyecek kadar yabancı bir gerçeklik meydana getiren uzaklığını kavramak ancak böylece olasıdır: Yunan yalnız yanıtları bilir, soruları bilmez, yalnız çözümleri bilir, —bazen bilmece haline gelmiş çözümleri bilir— ama bilmeceleri bilmez, yalnız biçimleri bilir, ama kaostan haberi yoktur. Biçimlerin yapılaştırıcı çemberini çelişkinin dışında çizer ve çelişki güncel olalı beri kabasabalıktan başka bir yere götürmeyecek olan her şey onu yetkinliğe götürür. Yunanlılardan sözedildiğinde, tarih felsefesi ve estetik, psikoloji ve metafizik birbirine karıştırılır ve onların yarattığı biçimler yaşadığımız döneme aktarılarak bu iki dönem bolkeseden birbirine karıştırılır. Ağız dil vermeyen bu sessiz örtülerin altında güzel ruhlar kendilerine özgü ayrıcalı anlar, düşsel bir dinginliğin kaygan ve tutulmaz anlarını ararlar; gözden kaçırdıkları bir şey vardır: bu anların değeri kendi kaygan özyapılarından gelir ve tarih felsefesinin, estetiğin, psikolojinin ve metafiziğin başlarını hep Yunan'a döndürmeleri onların gerçekten derin ve büyük olan yanlarıdır. Seller gibi akıp giden kanlarından, yaralarını sonsuza kadar gizleyebilecek bir zırh oluşturmak için onu kırmızı çelik halinde katılaştırmaya çalışan ve bu yeni kahramanlığı geleceğin gerçek kahramanlığına örnek davranışlarla ortaya koyan daha derinlikli kafalar, yaratıya ulaşma yolunda çektikleri oluşturucu acıların yetersizliğini, yetkinleşmek için yunan arılığını gereksinen yapmacıklı acılarla kapatırlar. Biçimsel yetkinliği bir iç yırtılışın işlevi şayan bir tekbenciliğin kurbanları durumundaki bu kişiler, helen biçimleri arasında bir acının sesini, yunan sanatı kendi ürünlerini aştığı ölçüde onları yoğun bir biçimde kaygılandıran bir acının sesini duyduklarını söylerler. Ama bu, ruhun girdili çıktılı aşkın yapısını bütünüyle tersine çevirmek anlamına gelir, bu yapı özü ve sonuçları içinde çok iyi tanıtlanmış olabilir, metafizik anlamı içinde çok iyi açıklanmış ve kavranmış olabilir, ama bu yapıya herhangi bir psikoloji yüklemek olanaksızdır —bu, olabildiğince sezgisel bir psikoloji ya da yalnızca kavrayışlı bir psikoloji de olsa— Çünkü, aşkın yerlerin belli bir durumunu varsaymayan ve yalnızca bu aşkın yerlerin sınırları içinde işleyen bir psikolojik kavrayış yoktur.
Helenliği bu biçimde anlamaya çalışmak yerine, yani sonunda, bilinçsizce «böyle biçimleri nasıl meydana getirirdik?» Ya da «böylesi biçimlere sahip olsaydık nasıl davranırdık» diye kendi kendimize sormak yerine, helen düşüncesinin, bizimkinden köklü bir biçimde değişik olan ve bu biçimleri zorunlu biçimler olarak olanaklı kılan bu aşkın yapısı üzerinde düşünmek daha yararlı olacaktır.
Yunan düşüncesinin soru sormadan önce yanıtlar verdiğini söylemiştik. Burada da, hiçbir psikolojik kavrayışın erişemediği, daha doğrusu ancak aşkın bir psikolojinin açığa çıkardığı bir olgu vardır. Bu olgu, her türlü yaşantıyı ve her türlü biçim yaratısını koşullayan sonuncu yapısal ilişkide, aşkın yerler arasında ve bu yerlerle bu yerlere a priori olarak verilmiş özne arasında hiçbir nitel ayrımın, yani aşılamaz olan hiçbir ayrımın bulunmadığını, bir sıçrayışta erişilmeyecek hiçbir ayrımın bulunmadığını gösterir. Bu olgu, en yüksek düzeye çıkmanın da anlamdan en yoksun durumlara inmenin de tamuyarlılığın yollarında gerçekleştiğini, yani en kötü durumda sürekli bir derecelenmenin kolayca ulaşılabilir düzeyleriyle gerçekleştiğini gösterir. Ayrıca, bu durumda zihin kendi görüş açısı içinde çoktan elde edilmiş bir anlamı kucaklamakla sınırlanır. Anlam dünyası bir çırpıda kavranabilir ve kucaklanabilir.
Onda her bireye uygun düşen yeri bulmak sözkonusudur yalnızca. Yanılgı burada aşırılıktan ya da yetersizlikten, birbirine karıştırmaktan ya da ayırdetmekten başka bir şey değildir, çünkü yaratı gözle görülür ve sonsuz olan özlerin ortaya çıkarılmasını sağlamaya vardığına göre, bilmek bir örtüyü kaldırmak anlamına gelir yalnızca. Erdem yolların ve araçların doğru bilgisinden başka bir şey değildir ve duyulara yabancı olan her şey, çok büyük bir uzaklıktan ötürü yabancıdır. Bu dünya biryapılıdır ve ne insanla dünya arasındaki ayrılık ne de Ben'in ve Sen'in karşıtlığı bu biryapılılığı bozabilir.
Ruh dünyada, bu uyumun herhangi bir ögesi olarak yer alır; ona çerçevesini kazandıran sınır şeylerin sınırından köklü bir biçimde ayırdedilmez; ruh, aydınlık ve kesin çizgiler çizer, ama ancak göreceli bir biçimde, biryapılı ve dengeli bir sisteme bağlı olarak ayırdedilir. Çünkü, düşünsel bütünlüklerin ortasında tözlülüğün tek taşıyıcısı olan insan hiçbir zaman yalnız değildir, İnsanın başkalariyle ilişkileri ve bu ilişkilerden doğan yapılar da, onun gibi, tözce zengindir, yani daha zengindir, çünkü daha evrenseldir, «daha felsefi»dir, ilkörneksel yere, yani aşka, aileye, siteye daha yakın ve daha uygundur. İnsan için ahlâki yükümlülük tam anlamıyla eğitimsel bir sorundur; bu yükümlülük yalnızca yuvaya henüz dönülmediğini gösterir, ama tözle tek ve yıkılmaz ilişkiyi göstermez. İnsanda, insanı bir kopmayı gerçekleştirmeye zorlayacak hiçbir şey yoktur; maddenin olumsallığına batmış olan insan, onu bu maddeden uzaklaştıran ve töze yaklaştıran yükselen bir devinimle kendini arılaştırmak zorundadır; önünde uzun bir yol açılır, ama o kendinde hiçbir uçurum taşımaz. Böylesi sınırlar içinde, dünya ancak kapalı ve yetkin olacaktır. Şimdiki anlamın görünümlerinin doğrudan doğruya yaşanmış ve biçimlenmeye yönelmiş bir evren çevresinde çizdiği çemberin ötesinde, korkutucu ve anlaşılmaz güçlerin varlığı duyulsa bile, bu güçler onu anlamından ayırmaya yetmez. Yaşamı yıkabilecek yetenekte olan bu güçler, insana kötülük edemezler; biçimini almış bulunan dünyaya uğursuz gölgeler fırlatabilirler, ama bu gölgeler de kendilerini daha iyi açığavuran karşıtlıklarda biçim sistemine katılırlar. Yunanlıların içinde yaşadıkları metafizik çember bizimkinden daha dardır; bu yüzden biz orada hiçbir zaman yerimizi bulamayız; daha doğrusu, sonluluğu yaşamların aşkın özünü meydana getiren bu çemberi biz kırmışızdır; biz kapalı bir dünyada soluyamayız artık. Biz, zihnin yaratıcı olduğunu anladık; bu yüzden de, bizim gözümüzde ilkörnekler nesnel zorunluluklarını bütünüyle yitirdiler ve dolayısıyla düşüncemiz her zaman eksik kalan yaklaşımın sonsuz yolunu izler.
Biz biçimler yaratmayı öğrendik ve o günden beri yorgun ve çekingen ellerimizin bıraktığı her şey son biçimine hiçbir zaman ulaşamaz. Biz kendimizde tek gerçek tözü bulduk ve o günden beri, bilmekle yapmak arasında, ruhla yapılar arasında, benle dünya arasında kapatılmaz uçurumlar açıldığını ve bu uçurumun ötesinde, her tözlülüğün düşünselliğin dağınıklığında yüzdüğünü kabul etmek gerekti. Dolayısıyla, özümüzün bizim için bir postulat durumuna gelmesi ve bizim aramızda hatta bizim içimizde daha derin ve daha korkunç bir uçurumun açılması gerekli oldu.
Dünyamız uçsuz bucaksız bir biçimde büyüdü ve dünyamızın her yanı yetenekte ve tehlikede Yunanlıların dünyasından daha zenginleşti; ama bu zenginlik, aynı zamanda, yunan yaşamının dayandığı olumlu yanı, yani bütünselliği de ortadan kaldırdı. Çünkü, her özel olgunun ilk belirleyici gerçekliği olan bütünsellik, kendi içine kapanmış bir yapıtın gerçekleşebileceğini gösterir; böyle bir yapıt gerçekleşebilecektir, çünkü onda her şey olabilir, hiçbir şey dışarda kalmamak ya da daha üst bir gerçekliğe götürülmek üzere her şey olabilir, böyle bir yapıt gerçekleşebilecektir, çünkü bu yapıtta her şey kendi yetkinliği doğrultusunda olgunlaşır ve kendi kendine ulaşarak bütünsel yapıya katılır. Her şeyin biçimler tarafından kuşatılmadan önce biryapılı olduğu olası bir varlık bütünselliği yoktur; orada biçimler zorunlu değildir, ama biçim kazanması gereken şeylerin ortasında, bulanık bir istek gibi uyuklayan her şeyin bilince kavuşması, gün ışığına kavuşmasıdır yalnızca Orada bilgi erdemdir ve erdem mutluluktur, orada güzellik dünyanın anlamını ortaya çıkarır.