TARİH BİLİMİNDE FELSEFİ BİR SORGULAMANIN ÖNEMİ ÜZERİNE - 2

Pozitivist önyargıcthk bilim çevrelerince kendisine hâlâ yaygın olarak taraftar bulsa da, bugün artık pozitivist kuramın tümevarımsal düşünce ve pasif gözlem ilkesi, Tosh'un da belirttiği gibi, bilim çevrelerince, bilimsel yöntemin ayırt edici bir özelliği olarak düşünülmemektedir. Bunun yerine "ister doğaya isterse insana ilişkin olsun her türlü gözlem seçicidir ve bundan dolayı da ne kadar tutarsız olursa olsun varsayımı ve kuramı gerekli kılar" ilkesi benimsenmektedir.

Bu belirlemelerden sonra, şimdi artık, tarihsel alanın özelliklerinin ne olduğuna geçip, tarihçilik etkinliğinin üzerinde durabiliriz: Neler tarihsel özelliktedir? Ondan da önce tarihsel olan nedir? Örneğin herhangi bir taş parçasının tarihi var mıdır? Ya da dünyanın, herhangi bir gezegenin ya da herhangi bir bitkinin tarihi var mıdır? Benzer bir biçimde bu sorulanınızı daha da çoğaltabiliriz. Burada önemli olan nokta doğal yapılar üzerine çalışmakla bir tarihsel etkinlik içinde olamayacağımızı keşfetmektir. Taşların yapıları üzerine çalışarak dünyanın oluşumu hakkında bir takım açıklamalar yapmak olanaklıdır. Ancak dünyanın oluşumu hakkındaki bu açıklamalar tarihsel özellikte değillerdir. Bunun nedeni dünyanın kendisinin tarihsel bir oluşum olmamasıdır. Öyleyse tarihsel bir oluşum ne demektir? Tarihsel bir oluşum demek, ilgili alanın varoluşunun insanın kendi yaşamının içinden kaynaklanıyor olması demektir. Fiziksel ya da kimyasal oluşumları tarihsel bir anlatımla ifade etmenin olanağı yoktur. Dünyanın kendisi, organik yaşam ya da evrim, tarihsel bir sorun olarak ele alınmazlar. Onların tarihsellikleri ancak insanın onlarla olan ilişkileri içinde ortaya çıkar. Bu anlamda bir yerbilimci kendisine taşı ya da yeri sorun ederek, onların ne zaman ve nasıl oluştukları hakkında sorular sorabilir ve incelemeleri sonunda bu sorulara yanıtlar verebilir. Ancak bu tarihsel bir soruşturma değildir. Tarihsel soruşturma, örneğin bir fizikçinin inceleme konusunun değil de, bu alan içinde fizikçilerin çözmeye çalıştığı sorunların toplamı olarak fizik biliminin gelişimini açıklamaya karşılık gelirse olanaklıdır. Buna bir örnek verecek olursak: İvmenin ne olduğuna ilişkin soruya yanıt veren birinin açıklaması tarihsel anlatıma değil, en genel anlamda, doğa-bilimsel anlatıma uygun düşer; tarihsel anlatıma uygun düşen ise, fizik biliminin ortaya çıkışı, fizik biliminin sorunlarının ne olduğu ve fizikçilerin bu sorunların üstesinden nasıl gelmeye çalıştıkları ile ilgili sorulara yanıt veren birinin açıklamalarıdır. Çünkü, "varolun şeyler tarihselliklerini yalnızca bir şey olmakla değil insanoğlunun tarihsel varoluş içindeki çabasından kazanırlar." Yani insanın doğaya ve topluma zihinsel ve eylemsel her türlü katkısı onun tarihsel var oluşunun temellerini oluşturur. Böylece şeyler birer tarihsel olguya dönüştürülmüş olurlar. Bu anlamda, toplumsal yapı ve o yapının özellikleri, çeşitli topluluklar ve geçmişleri, gelenekleri, sanat tarzları, umutlan, çabalan ve yine o topluluklarca yapılandınlmış olan toplumsal kurumlar tarihin ilgi alanını oluştururlar. Bireyler, içinde bulundukları toplumun uygulamalarına katıldıkları oranda tarihselliklerini kazanırlar. Bu yüzden tarihin temel konusu bireysel bir tarihsel varoluş değil, gruplar, kurumlar ve bunlar arasındaki ilişkilerdir. Diğer bir deyişle doğrudan insan ilişkileri üzerine yapılan bir etkinliktir. Bu etkinliği dile getiren, belki de en güzel örnek Pascal'ın, "tarih yazdığımız ve içine yazıldığımız bir kitaptır" ifadesidir. Bu anlamda tarih kılgısal bir etkinliktir. Çünkü O, her şeyden Önce, geçmişe ilişkin bir incelemedir; bu yüzden de konusu olmuş bitmiş olayları kapsar. Olmuş bitmiş olaylara ilişkin bilgi, doğrudan doğruya değil, geçmişte bırakılmış bir takım verilerin değerlendirilmesiyle olanaklı hale gelir. Tarihsel veri, onu değerlendiren tarihçi için, her zaman şimdiki zamandadır. Bu yüzden tarihsel verinin geçmişle olan bağı, onun ancak bir tarihçi tarafından ele alınıp işlenmesiyle kurulabilir. Bir tarihçi, bu verilerden yola çıkarak varolan şeylerin nasıl o hale geldiklerini araştırır. Her şeyin bir geçmişi vardır; her şeyin oldukları hale gelişleri söz konusudur; bu nedenle şeylerin tarihsel görünümleri onların, bir anlamda, zorunlu görünümleridir. Böylece, geçmişin incelenmesi olarak tarih, evrensel ve zorunlu bir insan ilgisi olmaktadır. Bu da tarih üzerine felsefe yapabilme olanağının kapılarını bize açmaktadır.

Böylesi bir etkinlik içerisinde tarihçinin işlevine gelirsek: Eğer kurgusal tasarımlar söz konusu olmuş olsaydı tarihçinin işi, geçmişteki olayları yalnızca belirlenmiş olan genel yapıya uygun olarak düzenlemek olacaktı. O, insanlığın genel amacını önceden bildiği için her olayı bu amacın gerçekleştirilmesinde işlevi olan bir rolle belirleyecekti; diğer bir deyişle, önceden saptanmış bir hedefe ulaşmak için çaba harcayan insanların eylemlerini resmedecekti. Bu elbette uygun bir tarihçilik işi olarak kabul edilemez. Çünkü bu durumda, tarihçinin üzerinde çalıştığı belgelere ilişkin söyleyebileceği ya da aydınlatacağı yeni bir şey olmaz. Her şey önceden bildiği bir planın gerçekleşmesine dönük çabalar olarak değerlendirilir. Bundan başka, eğer O, pozitivist gelenek içinde mesleğini sürdüren bir tarihçi olsaydı, bu durumda da, tarihsel olayları doğa biliminin genel ilkeleri çerçevesinde açıklamaya çalışacaktı. Belgeler üzerine derin çözümlemeler yapmak yerine onları yalnızca ortaya çıkarmak ve açıklamakla yetinecekti. Her bir tarihsel eylemi ya da olguyu kendi içinde sınıflandırarak genellemeler yapmak yolunu tutacak ve bu genellemeleri daha sonraki çalışmalarında çıkış noktası gibi kullanarak benzer ilişkilerden benzer sonuçlar çıkarmaya yönelecekti. Elbette bu tarz bir tarihçilik işi de, insanın düşünsel yeteneğini gözardı etmesi bakımından uygun bir tarih yöntemi olamaz. Çünkü tarihin asıl konusu olan insan bilinçli bir varlık olarak değil de, bilinçsiz ve kör bir nedensellik ilişkisi içinde belirli eylemleri gerçekleştiren bir varlık olarak ele alınır. Oysa, eleştirel yaklaşımların bizi getirdiği nokta, tarihçinin doğrudan doğruya insan ilişkilerinden fışkırmış bir yaşam olduğu fikrine ilgi duymasının zorunlu olduğudur. O, bu yaşama, insani ilişkiler ağı olarak bakmak ve bireylerin ya da toplulukların bu yaşam ortamı içindeki ilişkileriyle birlikte anlam kazandıklarını görmek durumundadır. Hobsbawm'ın belirttiği gibi, "Tarihçilerin önündeki temel sorun toplumlardaki geçmiş duygusunun doğasını çözümlemek ve bu duygudaki değişiklikler ile dönüşümlerin izini sürmek" olmalıdır. Belirli amaçlar için oluşturulmuş olan topluluklar, bu amaçlan gerçekleştirmek için kendilerine kesin sınırlar çizip, belirli davranış kalıplan oluştururlar; topluluğun üyeleriyse doğrudan doğruya bu amaçlarla donanır ve onu gerçekleştirmeye özgü davranış kalıplarını edinirler. Bu yüzden, her topluluk belirli yaşam amacına sahiptir ve sahip olunan bu amaç o topluluğun geçerli tek yaşam yöntemidir. Bir topluluğun bir tarihe ya da bir yaşam tekniğine sahip olması demek, toplumsal düzeyde geçerli olan ve kişinin belli bir toplulukta varolmasını sağlayan yaşam tarzına ulaşması ve bu tarzı sürdürmeye çalışması anlamına gelmektedir. Bu, aynı zamanda, kültürün de oluşturulduğu bir süreçtir.

Kültür, topluluğun, kendi geçerli yaşam tarzını oluşturmaya çalışırken sarf ettiği çabalarının bir sonucu olarak üretilir. Bunun için kültür, yalnızca özel bir hedefe ulaşmak için bir araç değil, yanı sıra, tıpkı Herder'in (1744-1803) "humanité" derken vurguladığı gibi, topluluğun yaşam biçiminin açığa vurulmasının da bir aracıdır. Bu süreç içinde oluşturulmuş olan gelenekler, aynı zamanda topluluğun kendi varlığının çerçevesini belirlerler. Dilthey'in de dediği gibi, "Her birimizin yaşamı, kendi derin ilgileri yönünde, ancak güzel sanatların, edebiyatın, tarih yazımcılığımn ve bilimsel düşünmenin oluşturduğu atmosfer içinde soluk alabilir, kendini geliştirebilir ve şekillendirebilir; bundan dolayı, farkında olsak da olmasak da, tarihsel olarak koşullanmıştır." Bu yüzden, bir tarihsel dönemin eğilimleri, genel değerleri, tarzları ve bunları benimsemiş olan toplulukların birbirleriyle karşılıklı ilişki ve etkileşimleri içinde türetilmiş olan bireysel eylemler, tarihçinin araştırmasının odak noktasını oluştururlar. Ancak bu, tarihçinin yaşamı kendine göre değerlendirmesi anlamına da gelmez. Tarihçi de, kendi döneminin ilgileriyle belirlenmiştir. Onun gerçekleri, içinde yetiştiği yaşam ortamının gerçekleridir. Her birey gibi o da, algılanabilir her şeyin yaşamın belli bir gerçekliğine karşılık gelen anlamlara sahip olduğu anlayışıyla biçimlendirilmiştir. Böylece bireysel yaşam, toplumsal yaşamla karşılıklı etkileşim içinde, bir yönüyle kendi isteklerini gerçekleştirmeye çabalarken diğer yönüyle toplumun isteklerini de gerçekleştiren bir yaşam formu olarak karşımıza çıkar. İşte, "kişi ve dünyası arasındaki etkileşim yaşamın bir görünümüdür ve tarihçi de bunu anlatır."

Tarihçinin konusunda yeterli olabilmesinin koşulu, yaşamın yalnızca ekonomik, siyasal ve sosyal durumuyla yetinmeyip, yanı sıra bireyin doğa ve toplum içindeki çabasının aldığı şekli ve niteliği de kavrayabilmesine bağlıdır. Tarihçi, yaşamı bu niteliklere göre belirlemek için, onların farkma varmak ve onları kendi bütünsellikleri içinde görmek zorundadır. Dahası tarih, düşünce tarihi olduğu için ve düşünce de doğrudan felsefi bir etkinlik içinde kuşatıldığından, tarihçi aynı zamanda felsefeden de yararlanmak zorundadır. Felsefi düşünce, kişinin kendi tarzını oluşturmasına olanak sağlar. Bu yüzden tarihçi yalnızca kendi konusunun ilke ve yöntemlerini uygulamakla kalmamalı bunun felsefi bir değerlendirmesini de yapabilmeli ve bu değerlendirmeyle ilgili kendi anlatım tarzını geliştirebilmelidir. Bunun için, tarihçi insanın doğasını kavrarken, bu kavrayışını yaşamın gerçekleriyle ilgili bir hale getirmek durumundadır. Çünkü, kişi yalnızca felsefi bir tavır alışla yaşamını bireysel bir yaşam olarak kavrayabilir. Tarihçinin doğrudan konusu olan yaşamın gerçek özü hakkında tutarlı ve doğru düşünebilmesi için insan yaşamı hakkında kendi felsefi anlayışından da yararlanması gerekir. Bunun nedeni felsefi anlayışın nesnesinin kendi içinde köklü olmasıdır. Yaşam, bir ortam içinde varlık bulur. Yaşamın bulunduğu ortam ise bir ilişkiler yumağıdır. Kişinin içinde kendisini bulduğu ortam, yine onun kendi etkileşimlerinin toplamıdır; ve bu etkileşimlerinin içinde yaşamının sonul hedeflerini saptamaya ve uygulamaya çabalar. Eğer tarihçi anlamaya çalıştığı yaşamın ne olduğunu ortaya çıkarmak isterse, ele aldığı tarihsel bireyin, kendi etkileşimleri içinde belirlemiş olduğu sonul hedeflerin neler olduğunu saptamak durumundadır. Yani, kişinin bireysel mizacını, temel yönelimlerini ve davranış biçimini anlamaya çalışmalıdır. Tıpkı sanatta olduğu gibi, yaşamda da bir biçemler çokluğu vardır ve bilgi dediğimiz .şey, bu biçemlerin tutarlı olarak sınıflandırılmasından başka bir şey değildir. Daha teknik bir ifadeyle, "Felsefe yaşama durumu içindeki bireyin eleştirel öz bilincidir. Bu sebeple tarihçi, tarihsel olanla tarihsel olarak ilgilenmenin felsefi kategorilerini kabul etmeye zorlanır" Bir topluluğun yaşam alanlarının tümü din, hukuk, politika, bilim, sanat, tarih ve felsefe gibi alanlardan oluşur. Bu alanlar aynı zamanda felsefenin kavramlarıdır. Bu nedenle tarihçiler, insan yaşamının bugünkü durumunun kapsamlı bir açıklamasını yapmak isterlerse, tarihsel olguları, felsefi bir soruşturmayla yorumlamak ve anlamlandırmak da zorundadırlar. Bunu yapabilmek ise, tarih felsefesi etkinliğine girişmek anlamını taşır.
1 | 2

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP