TARİH BİLİMİNDE FELSEFİ BİR SORGULAMANIN ÖNEMİ ÜZERİNE - 1
|
Kubilay AYSEVENER
Bu makalede tarihçilik etkinliği içinde felsefî bir sorgulamanın önemi üzerinde durulacaktır. Bu nedenle de felsefenin ve tarih felsefesinin ne olduğundan yola çıkarak, doğa bilimleri ve tarih bilimleri aynmı çerçevesinde tarihsel soruşturmanın özellikleri ele alınarak tarihçilik etkinliğinin ne olması gerektiği sorgulanacaktır.
Her şeyden önce, felsefenin kendisi bir sorgulama etkinliğidir; bir bütün olarak varolan hakkında düşünmek ve varolanın varlığını sorgulamak anlamına gelir. Bu sorgulamanın amacı, varolanları bütünsel bir ilişki içinde görmek ve onlara ilişkin genel yapılar oluşturmaktır. Örneğin bir yerbilimci herhangi bir taşı incelediğinde, o taşın değişik yer katmanlarındaki oluşumunu açıklamaya çalışır. Bu, taşın belli bir özelliği bakımından ele alınıp incelenmesidir ve bu yönüyle de açıklama bütünsel değil parçasaldır. Oysa bir filozof, taşı, yalnızca onun belli bir özelliği bakımından değil bütün başka şeylerde de ortak olan özellikleri bakımından inceler. Bu yanıyla felsefe, herhangi bir bilgi dalının temel dayanaklarını sorgulama, öncüllerle sonuçların tutarlı olup olmadığını çıkarsama ve o bilgi dalında elde edilmiş olan bilginin bütünle, evrenselle ilişkisini kurma çabası olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle herhangi bir bilgi dalının sorunları üzerine felsefe yapmak demek, o bilgi dalının sorunlarına ilişkin uygun sorulan ortaya koymak demektir. Bu anlamda filozof da, bu işleviyle, varolanı bir bütün olarak ele alan ve onun evrensel ve zorunlu özellikleriyle ilgilenen ve yine onun üzerine soyut, kavramsal ve kuramsal bir sorgulama etkinliğine girişen bir kişi olarak belirlenebilir.
Tarih felsefesi deyince aklımıza ilkin, tarihsel sürecin gidişatını yöneten genel yasaları keşfetme girişimi gelir. Bu tür bir düşünme çabası, Batı'da, 17. yüzyıldan başlayarak gelişim göstermiştir. Bu yüzyıldan önce, kapsamlı tarih çalışmaları yapan ve çalışmalarını sistematik bir biçimde toplayan Thucydides (M.Ö. V.Yüzyıl), Polybius (M.Ö.204-122), Livy (M.Ö.59-M.S.Î7), Tacitus (M.S.14-70) gibi tarihçiler olmakla birlikte, bir varlık alam olarak tarihin ne olduğunu sorgulayan tarihçiler olmamıştır. Onlar daha çok kendi dönemlerinin olaylarını anlatıp betimlemekle yetinmişlerdir. İlkin İbni Haldun (1332-1404) ve daha sonra da Francis Bacon'la (1561-1626) birlikte tarihin ne olduğu üzerine düşünülmeye başlanmıştır.
Tarih felsefesi deyimi ise, ilk kez Voltaire (1694-1778) tarafından, bir tarihsel düşünme etkinliği anlamında kullanmakla birlikte, özellikle Hegel'in (1770-1831) bu konudaki çalışmalarından sonra evrensel tarih ya da dünya tarihi anlamına karşılık gelecek bir bilme etkinliğine dönüştürülmüştür. Bu girişimin temelinde, tarihsel olgulara dayanarak yapılmış olan genellemeler üzerine kapsamlı açıklamalar getirmek isteği vardır: Acaba olguların olagelişlerini yöneten zorunlu ve evrensel yasalar var mıdır? Tarih düzenli ve tutarlı bir bütün olarak bilinebilir mi? Tarihsel süreç yazgısal mıdır yoksa belirlenmiş midir? Tarihin bir başlangıcı ve sonu var mıdır? Tarihsel olgular arasında nedensel ilişkiler var mıdır? Bu soruları yanıtlayabilmek, tarihsel olayları inceleyip onlar arasındaki bağlantıyı kurmamızı gerektirir. Bu nedenle tarih felsefesinin işi, bu bağlantılardan yola çıkarak tarihsel bilginin yapısının temel özelliklerini keşfetmektir. Bu anlamıyla tarih felsefesi, tarihin kendisiyle birlikte gelişen bir alan olmaktadır ve tarihsel bilginin düzenlenmiş bir bilgi bütünü olarak karşımıza çıktığı her yerde o da düzenli ve tanımlanmış olarak karşımızda durur; yani diğer bir deyişle, tarih felsefesi kategorik bir etkinlik olmaktadır ve amacı, bir bütün olarak dünya hakkında düşünmek ya da onun yasalarını keşfetmektir.
Bundan başka, tarih felsefesi, tarihçinin yapıp etmekte olduğu işin ne olduğunun sorgulanması anlamına da gelmektedir ve bu etkinlik içinde, "Tarihçi kimdir? Çalıştığı alanın özellikleri nelerdir? Araştırma yöntemi ne olmalıdır? Tarihçinin öncelikleri nelerdir? Bu öncelikler tarihsel metne nasıl etki eder? Tarihsel metin nasıl incelenmelidir?" gibi sorulara yanıtlar bulunmaya çalışılmaktadır. Bu anlamıyla tarih felsefesi, henüz ulaşılmamış bir gerçeklik üzerine bir bilme etkinliği olarak değil, tarihçinin gerçeğe ulaşma çabası üzerine bir bilme etkinliği, bir insanlık deneyimi ve de tarihin diğer deneyim biçimleriyle olan ilişkisini ve geçerliliğini keşfetme girişimi olarak tanımlanmaktadır.
Bu farklı yaklaşımlardan ilkine kurgusal diğerine ise eleştirel tarih felsefeleri adı verilmektedir. Kurgusal tarih felsefeleri bir anlamda, Kant'm (1724-1804) tümden çürüttüğü "dogmatik metafizik"in biçimleri olarak ortaya çıkmaktadırlar. Eleştirel tarih felsefeleri ise, özellikle son dönemde, tarih felsefesi üzerine çalışan filozofların yoğun ilgileri sonucu bilim felsefesinin sorunlarına da değinerek, bir bilimsel soruşturma mantığı oluşturma çabasına dönüştürülmüşlerdir. Bu çabanın dayanağı, olgucu tutumdan etkilenen tarihçilerin doğa biliminin yöntemlerine uygun bir tarihçilik etkinliğine girişmeleri olmuştur. Oysa doğa ve tarih birbirlerinden farklı alanlar oldukları için araştırma mantıkları da birbirlerinden farklı olmak durumundadır.
Kurgusal tarih tasarımlarında sorun daha çok tarihin bir varlık alanı olarak ne olduğu üzerinde şekillenir. Onun işleyişini anlamaya çalışarak gidişatını belirleyen yasaların neler olduğunu keşfetmek amaçlanır. Comte'dan (1798-1857) Marx'a (1818-1883), Hegel'den Toynbee'ye (1889-1975) kadar, diğer bir deyişle, 20. yüzyıla kadar tarih üzerine çalışmış bir çok filozof, tarihin yasal bir zorunlulukla işlediğini; sürecin doğrusal ya da döngüsel bir seyir izlediğini göstermeye çalışmıştır. Bu filozoflar tarihsel alanı insanın gelişiminin zemini olarak tasarlamışlar ve tarihsel süreci dönemselleştirerek insanın gelişim aşamalarını saptamak istemişlerdir. Örneğin Dünya tarihini, Hegel'in, tinin kendisini tanıdığı bir süreç olarak, Asya'da başlatıp Avrupa'da son buldurması; Comte'un, "Üç Hal Yasası"nda, teolojik, metafizik ve pozitif olmak üzere üçe ayırması; Marx'in, üretim biçiminin değişimine indirgemesi, hep bu yasal zorunluluğu göstermeye yönelik çabalar olmuşlardır. Bu durum belki de, Kant'ın, "Eğer tarihe insan eylemlerinin gelişimi ve ilerlemesi olarak bakamazsak her şey anlamsızlaşır"- kaygtsından filizlenmiş olabilir. Bu tür tasarımlar aslında karşımıza birer tarih metafizikleri olarak çıkarlar. Tarihsel gerçekliği olduğu gibi belirlediğini savlayan böylesi metafizik yaklaşımlar, gerçekte bizi, tarihe ilişkin bir çok gerçeklik anlayışıyla karşı karşıya bırakırlar. Her şeyden önce onların tek ve evrensel dizgeler olduğu savlanır. Bu dogmatik bir tavır alıştır. Rothacker(1888-1965), dogmatiği, "belirli bir stilin, özgül bir bakış tarzının sistematiğinin açımlanması" olarak tanımlar. Tarihsel alanın belli bakış tarzlarının sistematik açımlanması olduğu fikri, bizi, yapının zorunlu bir işleyişi olduğu sonucuna götürür ki, böylesi bir etkinliğin sonucunda geriye yalnızca bu zorunlu yasaların neler olduğunu göstermek kalır.
Metafiziğin ortaya çıkarmış olduğu güçlüklerin üstesinden gelmek isteyen kimi filozoflar daha bilimsel bir tavır takınarak yalnızca olgulardan hareket edip onlar arasındaki ilişkilerin mantığını çözmeye çalışmışlardır. Onlar da, tarihin bir yasa bilimi olduğunu savlamışlar ve bu durum, özellikle Comte'un bilimciliğinden sonra, tıpkı doğa bilimlerindeki gibi bir yöntemin tarih bilimleri için de geçerli olabileceği düşüncesinin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Doğa bilimlerindekine benzer bir yöntem tarih bilimleri için de söz konusu olabilir mi? Bu soru, tarih felsefesi alanında özellikle 19. Yüzyılın ortalarından başlayarak bugünlere kadar getirilen bir tartışmaya gönderme yapar. Dilthey (1833-1911) ile birlikte başlatılan bu tartışma, temele insanı alan tarih bilimlerinin, doğa bilimlerinin yöntemlerinden farklı bir yönteme sahip olması gerektiği üzerinde temellendirilmiştir. Bu yüzden tarih bilimlerinin yeni yönteminin ne olması gerektiğine ilişkin çalışmalar, filozofların ağırlıklı konularını oluşturmuştur. Burada amaç, genellikle, doğa bilimleriyle tarih bilimleri arasındaki farklılığı gözler önüne sermektir.
Alman İdealistlerine göre, doğa bilimlerinin amacı genel kavramlara ulaşmaktır. Buna karşılık tarih bilimlerinin amacı ise, tekil kavramlara ulaşmak, her olayı kendi biricikliği içinde betimlemektir. Bu anlamda bilimler, Windelband (1848-1915) tarafından, yasacı (Nomotetik) bilimler ve betimleyici (İdiografık) bilimler diye iki gruba ayırılmışlardır. Yasacı bilimler, yani doğa bilimleri, kendilerini tekrar eden benzer olayların ortaya çıkışlarının yasalarını saptamaya dönük bilimlerdir. Betimleyici bilimler ise, bu anlamda tarih bilimleri, kendini tekrar etmeyen, bir kez ortaya çıkmış olan olguları, örneğin bir dönemi, bir çağı, bir sanat akımını, bir politik dönemi v.b, betimleyen bilimlerdir. İşte tarih kendini bir kez tekrar eden olguların bireyselliklerinin kavranması üzerine bir etkinlik olduğu için bir 'yasa' bilimi olamaz. Herhangi bir tarihsel olgunun ortaya çıkış koşullarını tıpkı bir fiziksel olgunun ortaya çıkış koşullarını belirlediğimiz gibi belirleyemeyiz. Örneğin tarihsel bir olgu olan herhangi bir savaş ancak kendi özel koşullarıyla değerlendirilebilir. Oysa fiziksel bir olgu olan herhangi bir hareket genel bir ilkeye uyumluluğuyla değerlendirebilir. Bu yüzden tarihin araştırma yöntemi doğa biliminin yönteminden farklı olmak durumundadır.
Dilthey'e göre, Francis Bacon'un ünlü yapıtlarından bu yana, oluşturulan bilgi kuramlarında bilim ile doğa bilimi kavramları özdeşleştirilmiştir. Bu nedenle, özellikle pozitivistler, bilim kavramının içeriğini, bilme durumunu doğabilimsel bir uğraşıdan çıkarılmış kavramlara göre belirleyen bir anlayışa göre saptamış ve buradan yola çıkarak da, hangi çabaların bilim adını almaya layık olduğuna karar vermişlerdir. Buna göre, toplumsal olaylar ya normatif (kural koyucu) disiplinlerin konusu yapılmış ya da yarı bilimsel bir yazıcılık türü sayılan tarihe bırakılmıştır. Elbette, hukuk, politika ve benzeri normatif disiplinler, etik temellere dayalı kurallar oluşturmaları açısından bilim sayılamazlar. Çünkü bilim kural koyucu değil, tersine kural bulucu bir etkinlik olabilir. Bunun için Dilthey, bilimin yöneldiği olgular topluluğunu iki gruba ayırmış ve bunlardan doğal olgulara yönelineni doğa bilimi, insan olgularına yönelineni ise tin bilimi olarak adlandırmıştır.
Ona göre, Tinsel dünya içinde, insanın kendi eylemlerine koyduğu hedeflere göre oluşan bir değer, bir yaşama amacı ortaya çıkar. İnsan, bununla, bir nesnel zorunluluklar alanı olarak doğa alanından ayrılıp yine bu doğa ortasında oluşan bir şey olarak tarih alanına geçer. Bu alanın işleyişi doğa alanından farklıdır. Bu alanda, doğa alanında olduğu gibi yasal zorunluluklar yoktur. Rickert, bilim kavramını yalnızca doğa bilimlerini örnek alan bir yasa bilimi olarak anlamanın, Bacon'dan beri bir pozitivist önyargıcılığın ürünü olduğunu belirtir. Oysa, tarih ve doğa bilimleri, temel yöntemsel kabullerinde benzerliklere sahip olsalar da aralarında yine de önemli farklılıklar bulunur. Bunların en belli başlıcası, özellikle olaylar arasında ilişkiler kurarken, tarih alanında düşgücünün fazlaca yer almasıdır. Düşgücü tarihçinin bütün etkinliklerinde rol oynar. Çünkü tarihçilerin tek kaygısı geçmişe açıklama getirmek değil, geçmişi yeniden kurmaktır. Bu yüzden tarih yasalar bulmak peşinde değildir. Rickert, tarihi bir yasa bilimi olarak görmek demenin, bir "contradictio in adjecto" ( karşıtları bir araya getirmek ) dan başka bir şey olmadığını vurgular. Yasa' ve 'tarih' kavramları birbirlerine karşıttırlar. Tarihi, bir yasa bilimi olarak görme yanılgısından kurtulmak gerekir.
Collingwood, (1889-1943) ilke ve yöntemleri doğa biliminkine benzetilerek tasarlanan bir "insan doğası bilimi" önerisinin, 17. ve 18. yüzyıllarda ortaya çıkmış eski bir öneri olduğunu belirtir. Ona göre, "Locke da (1632-1704), Hume da (1711-1776), Kant da, insan doğası bilimiyle insanın anlama yetisinin ne olduğunu anlamakta ve insan zihninin kendisi hakkında bilgi edinmesi sorununu çözmekte başarısız olmuşlardır." Bu başarısızlığın nedeni, "insan doğası bilimi"nin yönteminin doğa biliminin yöntemine benzetilmeye çalışılması yanılgısıdır. Gerçekten de, doğa bilimlerinin nesnel ve genel yöntemleriyle, insana ilişkin öznel ve özel süreçleri anlamanın olanaklı olamayacağı açıktır. Bu nedenle, "insan doğası bilimi"ni, bir başka deyişle tarihsel bilimleri, doğa biliminin katı kurallarıyla açıklama çabası büyük bir yanılgı olmuştur. Her şeyden önce, doğa bilimi "nedensellik" ilkesine dayanırken, tarih bilimi, "amaçlılık" ilkesine dayanır. Tarihsel araştırma bu ilkeye dayalı olarak geliştirilecek bir yöntemle yapılabilir.
Bu makalede tarihçilik etkinliği içinde felsefî bir sorgulamanın önemi üzerinde durulacaktır. Bu nedenle de felsefenin ve tarih felsefesinin ne olduğundan yola çıkarak, doğa bilimleri ve tarih bilimleri aynmı çerçevesinde tarihsel soruşturmanın özellikleri ele alınarak tarihçilik etkinliğinin ne olması gerektiği sorgulanacaktır.
Her şeyden önce, felsefenin kendisi bir sorgulama etkinliğidir; bir bütün olarak varolan hakkında düşünmek ve varolanın varlığını sorgulamak anlamına gelir. Bu sorgulamanın amacı, varolanları bütünsel bir ilişki içinde görmek ve onlara ilişkin genel yapılar oluşturmaktır. Örneğin bir yerbilimci herhangi bir taşı incelediğinde, o taşın değişik yer katmanlarındaki oluşumunu açıklamaya çalışır. Bu, taşın belli bir özelliği bakımından ele alınıp incelenmesidir ve bu yönüyle de açıklama bütünsel değil parçasaldır. Oysa bir filozof, taşı, yalnızca onun belli bir özelliği bakımından değil bütün başka şeylerde de ortak olan özellikleri bakımından inceler. Bu yanıyla felsefe, herhangi bir bilgi dalının temel dayanaklarını sorgulama, öncüllerle sonuçların tutarlı olup olmadığını çıkarsama ve o bilgi dalında elde edilmiş olan bilginin bütünle, evrenselle ilişkisini kurma çabası olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle herhangi bir bilgi dalının sorunları üzerine felsefe yapmak demek, o bilgi dalının sorunlarına ilişkin uygun sorulan ortaya koymak demektir. Bu anlamda filozof da, bu işleviyle, varolanı bir bütün olarak ele alan ve onun evrensel ve zorunlu özellikleriyle ilgilenen ve yine onun üzerine soyut, kavramsal ve kuramsal bir sorgulama etkinliğine girişen bir kişi olarak belirlenebilir.
Tarih felsefesi deyince aklımıza ilkin, tarihsel sürecin gidişatını yöneten genel yasaları keşfetme girişimi gelir. Bu tür bir düşünme çabası, Batı'da, 17. yüzyıldan başlayarak gelişim göstermiştir. Bu yüzyıldan önce, kapsamlı tarih çalışmaları yapan ve çalışmalarını sistematik bir biçimde toplayan Thucydides (M.Ö. V.Yüzyıl), Polybius (M.Ö.204-122), Livy (M.Ö.59-M.S.Î7), Tacitus (M.S.14-70) gibi tarihçiler olmakla birlikte, bir varlık alam olarak tarihin ne olduğunu sorgulayan tarihçiler olmamıştır. Onlar daha çok kendi dönemlerinin olaylarını anlatıp betimlemekle yetinmişlerdir. İlkin İbni Haldun (1332-1404) ve daha sonra da Francis Bacon'la (1561-1626) birlikte tarihin ne olduğu üzerine düşünülmeye başlanmıştır.
Tarih felsefesi deyimi ise, ilk kez Voltaire (1694-1778) tarafından, bir tarihsel düşünme etkinliği anlamında kullanmakla birlikte, özellikle Hegel'in (1770-1831) bu konudaki çalışmalarından sonra evrensel tarih ya da dünya tarihi anlamına karşılık gelecek bir bilme etkinliğine dönüştürülmüştür. Bu girişimin temelinde, tarihsel olgulara dayanarak yapılmış olan genellemeler üzerine kapsamlı açıklamalar getirmek isteği vardır: Acaba olguların olagelişlerini yöneten zorunlu ve evrensel yasalar var mıdır? Tarih düzenli ve tutarlı bir bütün olarak bilinebilir mi? Tarihsel süreç yazgısal mıdır yoksa belirlenmiş midir? Tarihin bir başlangıcı ve sonu var mıdır? Tarihsel olgular arasında nedensel ilişkiler var mıdır? Bu soruları yanıtlayabilmek, tarihsel olayları inceleyip onlar arasındaki bağlantıyı kurmamızı gerektirir. Bu nedenle tarih felsefesinin işi, bu bağlantılardan yola çıkarak tarihsel bilginin yapısının temel özelliklerini keşfetmektir. Bu anlamıyla tarih felsefesi, tarihin kendisiyle birlikte gelişen bir alan olmaktadır ve tarihsel bilginin düzenlenmiş bir bilgi bütünü olarak karşımıza çıktığı her yerde o da düzenli ve tanımlanmış olarak karşımızda durur; yani diğer bir deyişle, tarih felsefesi kategorik bir etkinlik olmaktadır ve amacı, bir bütün olarak dünya hakkında düşünmek ya da onun yasalarını keşfetmektir.
Bundan başka, tarih felsefesi, tarihçinin yapıp etmekte olduğu işin ne olduğunun sorgulanması anlamına da gelmektedir ve bu etkinlik içinde, "Tarihçi kimdir? Çalıştığı alanın özellikleri nelerdir? Araştırma yöntemi ne olmalıdır? Tarihçinin öncelikleri nelerdir? Bu öncelikler tarihsel metne nasıl etki eder? Tarihsel metin nasıl incelenmelidir?" gibi sorulara yanıtlar bulunmaya çalışılmaktadır. Bu anlamıyla tarih felsefesi, henüz ulaşılmamış bir gerçeklik üzerine bir bilme etkinliği olarak değil, tarihçinin gerçeğe ulaşma çabası üzerine bir bilme etkinliği, bir insanlık deneyimi ve de tarihin diğer deneyim biçimleriyle olan ilişkisini ve geçerliliğini keşfetme girişimi olarak tanımlanmaktadır.
Bu farklı yaklaşımlardan ilkine kurgusal diğerine ise eleştirel tarih felsefeleri adı verilmektedir. Kurgusal tarih felsefeleri bir anlamda, Kant'm (1724-1804) tümden çürüttüğü "dogmatik metafizik"in biçimleri olarak ortaya çıkmaktadırlar. Eleştirel tarih felsefeleri ise, özellikle son dönemde, tarih felsefesi üzerine çalışan filozofların yoğun ilgileri sonucu bilim felsefesinin sorunlarına da değinerek, bir bilimsel soruşturma mantığı oluşturma çabasına dönüştürülmüşlerdir. Bu çabanın dayanağı, olgucu tutumdan etkilenen tarihçilerin doğa biliminin yöntemlerine uygun bir tarihçilik etkinliğine girişmeleri olmuştur. Oysa doğa ve tarih birbirlerinden farklı alanlar oldukları için araştırma mantıkları da birbirlerinden farklı olmak durumundadır.
Kurgusal tarih tasarımlarında sorun daha çok tarihin bir varlık alanı olarak ne olduğu üzerinde şekillenir. Onun işleyişini anlamaya çalışarak gidişatını belirleyen yasaların neler olduğunu keşfetmek amaçlanır. Comte'dan (1798-1857) Marx'a (1818-1883), Hegel'den Toynbee'ye (1889-1975) kadar, diğer bir deyişle, 20. yüzyıla kadar tarih üzerine çalışmış bir çok filozof, tarihin yasal bir zorunlulukla işlediğini; sürecin doğrusal ya da döngüsel bir seyir izlediğini göstermeye çalışmıştır. Bu filozoflar tarihsel alanı insanın gelişiminin zemini olarak tasarlamışlar ve tarihsel süreci dönemselleştirerek insanın gelişim aşamalarını saptamak istemişlerdir. Örneğin Dünya tarihini, Hegel'in, tinin kendisini tanıdığı bir süreç olarak, Asya'da başlatıp Avrupa'da son buldurması; Comte'un, "Üç Hal Yasası"nda, teolojik, metafizik ve pozitif olmak üzere üçe ayırması; Marx'in, üretim biçiminin değişimine indirgemesi, hep bu yasal zorunluluğu göstermeye yönelik çabalar olmuşlardır. Bu durum belki de, Kant'ın, "Eğer tarihe insan eylemlerinin gelişimi ve ilerlemesi olarak bakamazsak her şey anlamsızlaşır"- kaygtsından filizlenmiş olabilir. Bu tür tasarımlar aslında karşımıza birer tarih metafizikleri olarak çıkarlar. Tarihsel gerçekliği olduğu gibi belirlediğini savlayan böylesi metafizik yaklaşımlar, gerçekte bizi, tarihe ilişkin bir çok gerçeklik anlayışıyla karşı karşıya bırakırlar. Her şeyden önce onların tek ve evrensel dizgeler olduğu savlanır. Bu dogmatik bir tavır alıştır. Rothacker(1888-1965), dogmatiği, "belirli bir stilin, özgül bir bakış tarzının sistematiğinin açımlanması" olarak tanımlar. Tarihsel alanın belli bakış tarzlarının sistematik açımlanması olduğu fikri, bizi, yapının zorunlu bir işleyişi olduğu sonucuna götürür ki, böylesi bir etkinliğin sonucunda geriye yalnızca bu zorunlu yasaların neler olduğunu göstermek kalır.
Metafiziğin ortaya çıkarmış olduğu güçlüklerin üstesinden gelmek isteyen kimi filozoflar daha bilimsel bir tavır takınarak yalnızca olgulardan hareket edip onlar arasındaki ilişkilerin mantığını çözmeye çalışmışlardır. Onlar da, tarihin bir yasa bilimi olduğunu savlamışlar ve bu durum, özellikle Comte'un bilimciliğinden sonra, tıpkı doğa bilimlerindeki gibi bir yöntemin tarih bilimleri için de geçerli olabileceği düşüncesinin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Doğa bilimlerindekine benzer bir yöntem tarih bilimleri için de söz konusu olabilir mi? Bu soru, tarih felsefesi alanında özellikle 19. Yüzyılın ortalarından başlayarak bugünlere kadar getirilen bir tartışmaya gönderme yapar. Dilthey (1833-1911) ile birlikte başlatılan bu tartışma, temele insanı alan tarih bilimlerinin, doğa bilimlerinin yöntemlerinden farklı bir yönteme sahip olması gerektiği üzerinde temellendirilmiştir. Bu yüzden tarih bilimlerinin yeni yönteminin ne olması gerektiğine ilişkin çalışmalar, filozofların ağırlıklı konularını oluşturmuştur. Burada amaç, genellikle, doğa bilimleriyle tarih bilimleri arasındaki farklılığı gözler önüne sermektir.
Alman İdealistlerine göre, doğa bilimlerinin amacı genel kavramlara ulaşmaktır. Buna karşılık tarih bilimlerinin amacı ise, tekil kavramlara ulaşmak, her olayı kendi biricikliği içinde betimlemektir. Bu anlamda bilimler, Windelband (1848-1915) tarafından, yasacı (Nomotetik) bilimler ve betimleyici (İdiografık) bilimler diye iki gruba ayırılmışlardır. Yasacı bilimler, yani doğa bilimleri, kendilerini tekrar eden benzer olayların ortaya çıkışlarının yasalarını saptamaya dönük bilimlerdir. Betimleyici bilimler ise, bu anlamda tarih bilimleri, kendini tekrar etmeyen, bir kez ortaya çıkmış olan olguları, örneğin bir dönemi, bir çağı, bir sanat akımını, bir politik dönemi v.b, betimleyen bilimlerdir. İşte tarih kendini bir kez tekrar eden olguların bireyselliklerinin kavranması üzerine bir etkinlik olduğu için bir 'yasa' bilimi olamaz. Herhangi bir tarihsel olgunun ortaya çıkış koşullarını tıpkı bir fiziksel olgunun ortaya çıkış koşullarını belirlediğimiz gibi belirleyemeyiz. Örneğin tarihsel bir olgu olan herhangi bir savaş ancak kendi özel koşullarıyla değerlendirilebilir. Oysa fiziksel bir olgu olan herhangi bir hareket genel bir ilkeye uyumluluğuyla değerlendirebilir. Bu yüzden tarihin araştırma yöntemi doğa biliminin yönteminden farklı olmak durumundadır.
Dilthey'e göre, Francis Bacon'un ünlü yapıtlarından bu yana, oluşturulan bilgi kuramlarında bilim ile doğa bilimi kavramları özdeşleştirilmiştir. Bu nedenle, özellikle pozitivistler, bilim kavramının içeriğini, bilme durumunu doğabilimsel bir uğraşıdan çıkarılmış kavramlara göre belirleyen bir anlayışa göre saptamış ve buradan yola çıkarak da, hangi çabaların bilim adını almaya layık olduğuna karar vermişlerdir. Buna göre, toplumsal olaylar ya normatif (kural koyucu) disiplinlerin konusu yapılmış ya da yarı bilimsel bir yazıcılık türü sayılan tarihe bırakılmıştır. Elbette, hukuk, politika ve benzeri normatif disiplinler, etik temellere dayalı kurallar oluşturmaları açısından bilim sayılamazlar. Çünkü bilim kural koyucu değil, tersine kural bulucu bir etkinlik olabilir. Bunun için Dilthey, bilimin yöneldiği olgular topluluğunu iki gruba ayırmış ve bunlardan doğal olgulara yönelineni doğa bilimi, insan olgularına yönelineni ise tin bilimi olarak adlandırmıştır.
Ona göre, Tinsel dünya içinde, insanın kendi eylemlerine koyduğu hedeflere göre oluşan bir değer, bir yaşama amacı ortaya çıkar. İnsan, bununla, bir nesnel zorunluluklar alanı olarak doğa alanından ayrılıp yine bu doğa ortasında oluşan bir şey olarak tarih alanına geçer. Bu alanın işleyişi doğa alanından farklıdır. Bu alanda, doğa alanında olduğu gibi yasal zorunluluklar yoktur. Rickert, bilim kavramını yalnızca doğa bilimlerini örnek alan bir yasa bilimi olarak anlamanın, Bacon'dan beri bir pozitivist önyargıcılığın ürünü olduğunu belirtir. Oysa, tarih ve doğa bilimleri, temel yöntemsel kabullerinde benzerliklere sahip olsalar da aralarında yine de önemli farklılıklar bulunur. Bunların en belli başlıcası, özellikle olaylar arasında ilişkiler kurarken, tarih alanında düşgücünün fazlaca yer almasıdır. Düşgücü tarihçinin bütün etkinliklerinde rol oynar. Çünkü tarihçilerin tek kaygısı geçmişe açıklama getirmek değil, geçmişi yeniden kurmaktır. Bu yüzden tarih yasalar bulmak peşinde değildir. Rickert, tarihi bir yasa bilimi olarak görmek demenin, bir "contradictio in adjecto" ( karşıtları bir araya getirmek ) dan başka bir şey olmadığını vurgular. Yasa' ve 'tarih' kavramları birbirlerine karşıttırlar. Tarihi, bir yasa bilimi olarak görme yanılgısından kurtulmak gerekir.
Collingwood, (1889-1943) ilke ve yöntemleri doğa biliminkine benzetilerek tasarlanan bir "insan doğası bilimi" önerisinin, 17. ve 18. yüzyıllarda ortaya çıkmış eski bir öneri olduğunu belirtir. Ona göre, "Locke da (1632-1704), Hume da (1711-1776), Kant da, insan doğası bilimiyle insanın anlama yetisinin ne olduğunu anlamakta ve insan zihninin kendisi hakkında bilgi edinmesi sorununu çözmekte başarısız olmuşlardır." Bu başarısızlığın nedeni, "insan doğası bilimi"nin yönteminin doğa biliminin yöntemine benzetilmeye çalışılması yanılgısıdır. Gerçekten de, doğa bilimlerinin nesnel ve genel yöntemleriyle, insana ilişkin öznel ve özel süreçleri anlamanın olanaklı olamayacağı açıktır. Bu nedenle, "insan doğası bilimi"ni, bir başka deyişle tarihsel bilimleri, doğa biliminin katı kurallarıyla açıklama çabası büyük bir yanılgı olmuştur. Her şeyden önce, doğa bilimi "nedensellik" ilkesine dayanırken, tarih bilimi, "amaçlılık" ilkesine dayanır. Tarihsel araştırma bu ilkeye dayalı olarak geliştirilecek bir yöntemle yapılabilir.