Kant Felsefesinde Metafizik ve İnsan Doğası - 2
|
Kant’a göre, deneye ilişkin bilgiler ortaya koyabilmemiz ruhsal bütünlüğümüzün (Gemüt) iki kaynağından gelir. Birinci aşamada kendinde şeyler tarafından uyarılan duyusallığımızın oluşturduğu tasarımlarla bir nesne bize verilir, ikinci aşamada ise bu tasarım −verilmiş nesnenin tasarımı− belirli bir ilişki içinde düşünülür. Düşünme etkinliği anlama yetisinin saf kavramları ile gerçekleşir. Kant saf doğa biliminin olanağını bu kavramlara borçlu olduğunu savunur. Kant’a göre anlama yetisinin saf kavramları, görüden ya da duyusallıktan gelmezler, düşünmeye ve anlama yetisine aittirler (Kant 1960:B89).
Kant bu kavramları araştırırken elde bulunan biricik ip ucundan, yargılardan hareket eder. Çünkü anlama yetisinin (Verstand) işlevi olan anlamak (Verstehen), yargıda bulunmak (urteilen) anlamına gelir. Yargıda bulunmak (düşünmek) kavramlar aracılığıyla olur. Böylece öncelikle, yargıların içeriğinden yapılan soyutlamayla “düşünmenin işlevini” elde etmek sonra da yargıların genel görünümüne ulaşmak gerekir (Kant 1960: B95).
Anlama Yetisinin Saf Kavramları (Kategoriler)
1.Niceliğe Göre
Birlik (Ölçü)
Çokluk (Büyüklük)
Tümlük (Bütün)
2.Niteliğe Göre
Gerçeklik
Olumsuzlama
Sınırlandırma
3. İlişkiye Göre
Töz ve İlinek (substantia et accidiens)
Nedensellik ve Bağlantı (Neden-Etki)
Birliktelik (Etkin olanla etkilenenin karşılıklı ilişkisi)
4.Kipliğe Göre
Olanaklılık-Olanaksızlık
Varolma-Varolmama
Zorunluluk-Rastlantısallık
(Kant 1960:B106).
Kant’ın çok alıntılanan deyişiyle söylenecek olursa: “Duyusallık olmadan bize hiçbir nesne verilemez ve anlama yetisi olmadan hiçbir şey düşünülemez. İçeriksiz düşünceler boş, kavramsız görüler kördür” (Kant 1960:B75).Anlama yetisinin içini oluşturan bu kavramlar, deneyimden gelmemelerine rağmen gene de yalnızca deneyime ilişkin olarak kullanılabilir. (Kant 1960:B296 -297). Doğanın genel yasaları olarak kategoriler, deney aracılığıyla doğadan edinilen yasalar değildirler, tersine doğanın kendisi genel olarak deneyi olanaklı kılan yasalardan çıkarılır. Anlama yetisi a priori yasalarını doğadan almaz, onları doğaya buyurur (Kant 1995:72). Anlama yetisinin ürettiği ilkeler deneyi olanaklı kılan koşulları dile getirir. Kant’a göre Transzendental Analitiğin sonucu şudur: “Anlama yetisi a priori olarak olanaklı bir deneyin biçimini öncelemekten başka bir şey başaramaz” (Kant 1960:B304).
Duyusallık ve anlama yetisi (‘geniş anlamda akıl’) bilme güçleri bakımından deneyle sınırlıdırlar. Saf görüler ve anlama yetisinin saf kavramları yalnızca deney alanını düşünmek ve deney bilgisini dile getirmek için kullanılabilirler. Fakat, metafiziğin konusunu oluşturan deneyin ötesindeki nesneler hakkındaki tasarımlarımız nerden gelir? ‘Genellikle metafiziğin nasıl olanaklı olduğunun’ aydınlatılması anlamına gelen bu soru, Kant’ın ide ve “akıl”kavramlarını ele almayı gerektirir.
Deneye ilişkin yasalara dayanarak görünüşlerin çeşitliliğini kavramlar aracılığıyla birleştirmenin anlama yetisinin işi olması gibi, olanaklı deneye ilişkin bütün anlama yetisi etkinliklerinin birliğini sistematik kılmak da aklın işidir (Kant 1960:B359) Aklın bu işlevi aklın saf kavramlarının üretimini sağlar. Kant saf akıl kavramlarına “transzendental ideler” adını verir. Kant “ide” kavramını şöyle tanımlıyor: “İde ile duyularda kendisine karşılık gelen hiçbir nesnenin verilemediği zorunlu akıl kavramını anlıyorum. ... Bu kavramlar ... aklın kendi doğası sayesinde ortaya çıkarlar ve zorunlu olarak anlama yetisinin bütün kullanımı ile ilişkilidirler” (Kant 1960: B384). Böylelikle akıl “ideleri üreten yeti”nin adı olur (Kant 1960:B366-368). Saf aklın kavramları deneyle sınırlı kavramlar değildirler. Bu kavramların karşılığı hiçbir deneyde bulunamaz. “Bizde görünün malzemesini işlemek ve düşünmenin en yüksek birliği altına sokmak için akıldan daha yüksek bir yeti bulunmaz” (Kant 1960:B355) diyen Kant’a göre akıl, anlama yetisinin kavramlarını düzenler” ve bu kavramlara “olanaklı en büyük genişliğinde, dizilerin bütünselliğiyle ilgili olarak bir birlik” verir (Kant 1960 B671).
Anlama yetisi ise hiçbir zaman koşulların bütünselliğini konu edinemez. Anlama yetisinin nesnedeki çeşitliliği kavramlar aracılığıyla birliğe kavuşturması gibi, akıl da anlama yetisi kavramlarının çeşitliliğini ideler yoluyla birliğe kavuşturur (vereinigen) (Kant 1960 B672). Akıl yalnızca anlama yetisinin kullanımındaki mutlak bütünsellikle ilgilidir. Akıl bu yapısıyla koşulsuz olanın kavramları olarak ideleri üretir. “Bütün insansal bilgi görülerle başlar, oradan kavramlara geçer ve idelerde sona erer” (Kant 1960:730).
Kant aklın çıkarımlarının biçiminden (kesin, koşullu ve ayırıcı) hareketle, transzendental idelerin üç sınıf oluşturduğu sonucuna varır: “Bunlardan birincisi düşünen öznenin mutlak (koşulsuz) birliğini, ikincisi görünüşlerin koşullarının dizisinin mutlak birliğini, üçüncüsü de genel olarak düşüncenin bütün nesnelerinin koşulunun mutlak birliğini içerir.” (Kant 1960:B392).
Akıl kavramları ilkin tam özne idesi (psikolojik ide), ikinci olarak koşulların tam dizisi idesini (kosmolojik ide) ve son olarak da düşünülebilecek her şeyin olanağının en üst koşulu olan şey idesinden (teolojik ide) oluşur. Bu üç konuyu araştıran bir bilim olarak metafiziğin araştırması gereken nesneler de böylece ortaya çıkar: tanrı, özgürlük (evren) ve ölümsüzlük (ruh) (Kant 1960:B395–dipnot–). Akıl bu idelere “doğanın ötesine geçmek için” gereksinim duyar. Çünkü saf anlama yetisinin deney sınırları içinde tutulan kullanılışı, aklın tüm belirlenimini yerine getirmez (Kant 1960:B383). Aklın sadece deney alanında kullanılması “sonsuza kadar yinelenen sorular” demektir (Kant 1995:108). Her tek deney bu kullanılışın bir bölümünü oluşturur ama olanaklı deneyin tümü deney konusu değildir; bu aklın bir sorunudur. Yanıtı aranan soruların çözümü duyular dünyasında ve bu dünyayı anlamaya yarayan anlama yetisi kavramlarında bulunamaz. Akıl bu sorunu aşabilmek için idelere gereksinim duyar (Kant 1995:108).
Kant anlama yetisi kavramlarının idelerin kendisinin bilgisinin elde edilmesi amacıyla kullanılmasına “aşkın kullanılış” adını verir. Anlama yetisi kavramlarının deney alanı dışında kullanılması “aldatıcı ve temelsiz” (trügerisch und grundlos) çıkarımlara yol açar (Kant 1960:B671). Tanrı, ruh ve evren gibi anlama yetisi varlıkları (noumena) hakkında “ne saf görülerle ne de saf anlama yetisi kavramlarıyla belirli hiçbir şey bilemeyiz” (Kant 1995:67). Sadece biçim bakımından kullanılabilen bu kavram ve ilkeler, bize hiçbir zaman deneyde verilemeyecek nesnelere ilişkin olarak kullanıldığında, saf anlama yetisinin kullanımı diyalektik olur (Kant 1960:B88). İnsanın bilme yetilerinin yapısında bulunan saf anlama yetisi bilgilerini ve ilkelerini deneyim alanının dışında kullanmaya (metafiziğe) duyulan eğilim, anlama yetisini “aklımsı boş çıkarımlar” yapmaya götürüyor.
Anlama yetisinin kullanılarak idelerin bilgisinin dile getirilebileceği savı, fizikötesinin biliminin yapıldığı savıdır. Kant’a göre fizik-ötesi hakkında bilgiler ortaya koyduğunu iddia eden bir bilim insanın bilme yetisinin deneyle sınırlı olması nedeniyle olanaksızdır. Hiçbir şekilde başarılamayacak bir amacın peşinden giden metafizik analitik yargılar kullanır.Bu olanaksız görevi başardığını iddia eden “dogmatik metafizik” (Kant 1995:122 ve 135) “sıradan insan aklının” bilime aktarılması demektir (Kant 1960: A VII).
İnsanın metafiziğe yatkınlığı bir olgu olarak ortadadır. Ama bu yatkınlık genellikle bilim yerine “diyalektiği” ortaya çıkartır. Bilim olarak metafizikse öncelikle aklın kendisinin bir eleştirisi, a priori kavramların duyusallık, anlama yetisi ve akıl gibi kaynaklarına göre sınıflandırılmasını ve çözümlenmesini ve buradan hareketle, sintetik a priori bilginin olanağını, kullanılışının ilkelerini ve sınırlarını “tam bir sistem içinde” ortaya koymalıdır. Kant “Saf Aklın Eleştirisi”nde bu ayrımları yapmakla, metafiziğin gerçekleşmesinin koşullarını ortaya koymuş olur.
Bir bilim olarak metafizik, idelerin haklarında olduğu şeylerin kendileri hakkında konuşamayacaksa, neyin bilimi olacaktır? Aklın saf olarak çalışması deney alanına yönelik olduğunda, bu Saf Doğa Bilimi’nin konusuydu. Aklın deney alanının ötesi hakkında konuşması ise olanaksız olduğuna göre, bir bilim olarak metafiziğin biricik meşru konusu duyulur dünya ve bu dünyanın ötesinin tasarımları olan idelerin arasındaki “sınır” hakkında konuşmaktır.“…çünkü bu sınır, deney alanın sınırı olduğu kadar, düşünce varlığının da sınırıdır” (Kant 1995:111).
Bu nesneler hakkında “pozitif bilgi” edinemeyiz ama, sınırın kendisinin pozitif bilgisi olanaklıdır. Aklın bu şekilde sınırlandırılması, Kant’a göre aklın elinde sağlam bir ölçüt oluşturur. “Bu bilgiyle akıl duyular dünyasına kapanıp kalmadığı gibi, dışında da şuraya buraya koşmaz; kendini... sırf, bu sınırın dışında olanın onun içinde olanla bağlantısını bilmekle sınırlandırır” (Kant 1995:116). Sözgelimi “dünyanın, kavramı bu dünyanın içinde edinebileceğimiz tüm bilginin dışında olan bir varlıkla yalnızca ilgisi konusunda yargıda bulunmakla yetinirsek, bu sınırda duruyoruz demektir” (Kant 1995:111).
Böyle bir yaklaşımın ürünü olarak Kant şu önermeyi dile getiriyor: “dünyaya, sanki en yüce bir anlama yetisinin ve istemenin yapıtı imiş gibi bakmak zorundayız” (Kant 1995:112). Bu önermede duyular dünyasının “o bilinmeyenle ilgisi” gösteriliyor. Eş deyişle, idenin hakkında olduğu Tanrı’nın dünyayı yarattığı söylenmiyor, ama dünyanın sanki bir yaratıcının eseri gibi göründüğü söyleniyor. Yani tanrı hakkında “dünyayla ilgisinde” konuşuluyor (Kant 1995:112). Kant’a göre böylelikle aklı aşkın bir şekilde kullanmaktan ve bu varlığın kendi başına ne olduğunu söylemekten de kaçınmış oluruz. Bizim güçsüz kavramlarımıza uygun düşen şudur: “biz dünyayı, varoluşu, ve iç belirlenimini sanki en yüksek bir varlıktan kaynaklanıyormuş gibi düşünüyoruz; bununla biz bir yandan ona, yani dünyanın kendisine uygun düşen yapısını biliyoruz, ama yine de kendi başına nedenin yapısını belirlemeye girişmiyoruz; diğer yandan da bu yapının (dünyadaki akıl biçiminin) temelini, en üst nedenin dünyayla olan bağlantısına yerleştiriyoruz, dünyayı ise kendi başına bunun için yeterli bulmuyoruz” (Kant 1995:114). Kant’a göre bu yargı, hem bilgimizi genişletir, hem de deneyden gelmez, yani sintetik a prioridir.
Bu noktaya kadar Kant’ın metafizik hakkındaki düşünceleri genellikle epistemolojik bir perspektiften ele alındı. Kant’ın epistemolojik açıdan metafiziğe bakışı bize insanın bilme yetilerinin yapısının deneyle sınırlı olduğunu ama insanın yine de deney ötesini tasarlayabilecek zihinsel yetilerle donanmış olduğunu gösterdi. Ancak Kant’ın metafizik anlayışını onun epistemolojisiyle sınırlamak bu metafizik anlayışının yalnızca bir bölümünü görmek demektir. Kant insanın metafiziğe duyduğu gereksinimi insanın eylemler alanına ilişkin bağlantılarıyla da konu edinir. Böylece metafiziğin özüne ilişkin soru insansal “ruhsal bütünlüğün” (Gemüt) ana öğelerinin birliğine ilişkin soru halini alır. Bu noktada metafiziğin Kant tarafından temellendirilmesi ise epistemolojik karakterinden sıyrılarak daha da belirgin bir biçimde bir antropoloji biçimine bürünür (Heidegger 1991:205).
Kant’ın kavramsal dizgesi içerisinde “akıl” kavramı gerçek anlamını ideleri üreten yeti olmasında buluyordu. İdelerin hakkında oldukları şeyin kendisi hakkında bilgiler ortaya koyma çabası ise aklın diyalektiği olan “kuruntu” ile sonuçlanıyordu. Kant bu noktada, doğa her şeyi belli bir amaçla yaptığına göre, insan aklının ideleri üretmekte bilgisel olmayan bir amacı olup olmadığını sorar. Bu amacın bilgisel olamayacağı insanın bilme yetilerinin sınırlılığı nedeniyle açıktır. İstemenin özgürlüğü, ruhun ölümsüzlüğü ve tanrının varoluşu doğa araştırmasında kullanım alanı bulamaz. Fakat yine de, aklın kendilerine ilişkin olarak bilgiler ortaya koymaya çalıştığında “kuruntu”ya düştüğü nesnelerin “pozitif bilgisi” için bir kaynak olmalıdır. Kant bu kaynağın bulunması “gerektiğini” düşünür, çünkü akıl bu nesnelere ilişkin olarak deneyin sınırları ötesinde bir kaynağı ısrarla aramaktadır. İşte bu arayışın kendisi Kant’a göre, bu nesnelerin pozitif bilgisinin ortaya konabileceğinin de kanıtıdır. Kant’a göre, burada bulunabilecek biricik açık yol, idelerin “pratik kullanımıdır” (Kant 1960:B824). Aklı deney alanının ötesine geçmeye iten şey, eylemler alanına ilişkin kimi sorunlar için sağlam bir dayanak bulmaktır (Kant 1960: B825).
Kant böylece saf aklın pratik kullanımının olanaklı olup olmadığını, ve bu kullanılışta idelerin sağlam bir temeli olup olmadığını araştırır. Bu araştırma insan aklının hem pratik hem de teorik ilgilerini gösteren şu üç soru ile başlar: “1.Neyi bilebilirim?”, “2.Neyi yapmalıyım?”, “3. Ne umabilirim?” (Kant 1960:B832 - 833).
Kant bu kavramları araştırırken elde bulunan biricik ip ucundan, yargılardan hareket eder. Çünkü anlama yetisinin (Verstand) işlevi olan anlamak (Verstehen), yargıda bulunmak (urteilen) anlamına gelir. Yargıda bulunmak (düşünmek) kavramlar aracılığıyla olur. Böylece öncelikle, yargıların içeriğinden yapılan soyutlamayla “düşünmenin işlevini” elde etmek sonra da yargıların genel görünümüne ulaşmak gerekir (Kant 1960: B95).
Anlama Yetisinin Saf Kavramları (Kategoriler)
1.Niceliğe Göre
Birlik (Ölçü)
Çokluk (Büyüklük)
Tümlük (Bütün)
2.Niteliğe Göre
Gerçeklik
Olumsuzlama
Sınırlandırma
3. İlişkiye Göre
Töz ve İlinek (substantia et accidiens)
Nedensellik ve Bağlantı (Neden-Etki)
Birliktelik (Etkin olanla etkilenenin karşılıklı ilişkisi)
4.Kipliğe Göre
Olanaklılık-Olanaksızlık
Varolma-Varolmama
Zorunluluk-Rastlantısallık
(Kant 1960:B106).
Kant’ın çok alıntılanan deyişiyle söylenecek olursa: “Duyusallık olmadan bize hiçbir nesne verilemez ve anlama yetisi olmadan hiçbir şey düşünülemez. İçeriksiz düşünceler boş, kavramsız görüler kördür” (Kant 1960:B75).Anlama yetisinin içini oluşturan bu kavramlar, deneyimden gelmemelerine rağmen gene de yalnızca deneyime ilişkin olarak kullanılabilir. (Kant 1960:B296 -297). Doğanın genel yasaları olarak kategoriler, deney aracılığıyla doğadan edinilen yasalar değildirler, tersine doğanın kendisi genel olarak deneyi olanaklı kılan yasalardan çıkarılır. Anlama yetisi a priori yasalarını doğadan almaz, onları doğaya buyurur (Kant 1995:72). Anlama yetisinin ürettiği ilkeler deneyi olanaklı kılan koşulları dile getirir. Kant’a göre Transzendental Analitiğin sonucu şudur: “Anlama yetisi a priori olarak olanaklı bir deneyin biçimini öncelemekten başka bir şey başaramaz” (Kant 1960:B304).
Duyusallık ve anlama yetisi (‘geniş anlamda akıl’) bilme güçleri bakımından deneyle sınırlıdırlar. Saf görüler ve anlama yetisinin saf kavramları yalnızca deney alanını düşünmek ve deney bilgisini dile getirmek için kullanılabilirler. Fakat, metafiziğin konusunu oluşturan deneyin ötesindeki nesneler hakkındaki tasarımlarımız nerden gelir? ‘Genellikle metafiziğin nasıl olanaklı olduğunun’ aydınlatılması anlamına gelen bu soru, Kant’ın ide ve “akıl”kavramlarını ele almayı gerektirir.
Deneye ilişkin yasalara dayanarak görünüşlerin çeşitliliğini kavramlar aracılığıyla birleştirmenin anlama yetisinin işi olması gibi, olanaklı deneye ilişkin bütün anlama yetisi etkinliklerinin birliğini sistematik kılmak da aklın işidir (Kant 1960:B359) Aklın bu işlevi aklın saf kavramlarının üretimini sağlar. Kant saf akıl kavramlarına “transzendental ideler” adını verir. Kant “ide” kavramını şöyle tanımlıyor: “İde ile duyularda kendisine karşılık gelen hiçbir nesnenin verilemediği zorunlu akıl kavramını anlıyorum. ... Bu kavramlar ... aklın kendi doğası sayesinde ortaya çıkarlar ve zorunlu olarak anlama yetisinin bütün kullanımı ile ilişkilidirler” (Kant 1960: B384). Böylelikle akıl “ideleri üreten yeti”nin adı olur (Kant 1960:B366-368). Saf aklın kavramları deneyle sınırlı kavramlar değildirler. Bu kavramların karşılığı hiçbir deneyde bulunamaz. “Bizde görünün malzemesini işlemek ve düşünmenin en yüksek birliği altına sokmak için akıldan daha yüksek bir yeti bulunmaz” (Kant 1960:B355) diyen Kant’a göre akıl, anlama yetisinin kavramlarını düzenler” ve bu kavramlara “olanaklı en büyük genişliğinde, dizilerin bütünselliğiyle ilgili olarak bir birlik” verir (Kant 1960 B671).
Anlama yetisi ise hiçbir zaman koşulların bütünselliğini konu edinemez. Anlama yetisinin nesnedeki çeşitliliği kavramlar aracılığıyla birliğe kavuşturması gibi, akıl da anlama yetisi kavramlarının çeşitliliğini ideler yoluyla birliğe kavuşturur (vereinigen) (Kant 1960 B672). Akıl yalnızca anlama yetisinin kullanımındaki mutlak bütünsellikle ilgilidir. Akıl bu yapısıyla koşulsuz olanın kavramları olarak ideleri üretir. “Bütün insansal bilgi görülerle başlar, oradan kavramlara geçer ve idelerde sona erer” (Kant 1960:730).
Kant aklın çıkarımlarının biçiminden (kesin, koşullu ve ayırıcı) hareketle, transzendental idelerin üç sınıf oluşturduğu sonucuna varır: “Bunlardan birincisi düşünen öznenin mutlak (koşulsuz) birliğini, ikincisi görünüşlerin koşullarının dizisinin mutlak birliğini, üçüncüsü de genel olarak düşüncenin bütün nesnelerinin koşulunun mutlak birliğini içerir.” (Kant 1960:B392).
Akıl kavramları ilkin tam özne idesi (psikolojik ide), ikinci olarak koşulların tam dizisi idesini (kosmolojik ide) ve son olarak da düşünülebilecek her şeyin olanağının en üst koşulu olan şey idesinden (teolojik ide) oluşur. Bu üç konuyu araştıran bir bilim olarak metafiziğin araştırması gereken nesneler de böylece ortaya çıkar: tanrı, özgürlük (evren) ve ölümsüzlük (ruh) (Kant 1960:B395–dipnot–). Akıl bu idelere “doğanın ötesine geçmek için” gereksinim duyar. Çünkü saf anlama yetisinin deney sınırları içinde tutulan kullanılışı, aklın tüm belirlenimini yerine getirmez (Kant 1960:B383). Aklın sadece deney alanında kullanılması “sonsuza kadar yinelenen sorular” demektir (Kant 1995:108). Her tek deney bu kullanılışın bir bölümünü oluşturur ama olanaklı deneyin tümü deney konusu değildir; bu aklın bir sorunudur. Yanıtı aranan soruların çözümü duyular dünyasında ve bu dünyayı anlamaya yarayan anlama yetisi kavramlarında bulunamaz. Akıl bu sorunu aşabilmek için idelere gereksinim duyar (Kant 1995:108).
Kant anlama yetisi kavramlarının idelerin kendisinin bilgisinin elde edilmesi amacıyla kullanılmasına “aşkın kullanılış” adını verir. Anlama yetisi kavramlarının deney alanı dışında kullanılması “aldatıcı ve temelsiz” (trügerisch und grundlos) çıkarımlara yol açar (Kant 1960:B671). Tanrı, ruh ve evren gibi anlama yetisi varlıkları (noumena) hakkında “ne saf görülerle ne de saf anlama yetisi kavramlarıyla belirli hiçbir şey bilemeyiz” (Kant 1995:67). Sadece biçim bakımından kullanılabilen bu kavram ve ilkeler, bize hiçbir zaman deneyde verilemeyecek nesnelere ilişkin olarak kullanıldığında, saf anlama yetisinin kullanımı diyalektik olur (Kant 1960:B88). İnsanın bilme yetilerinin yapısında bulunan saf anlama yetisi bilgilerini ve ilkelerini deneyim alanının dışında kullanmaya (metafiziğe) duyulan eğilim, anlama yetisini “aklımsı boş çıkarımlar” yapmaya götürüyor.
Anlama yetisinin kullanılarak idelerin bilgisinin dile getirilebileceği savı, fizikötesinin biliminin yapıldığı savıdır. Kant’a göre fizik-ötesi hakkında bilgiler ortaya koyduğunu iddia eden bir bilim insanın bilme yetisinin deneyle sınırlı olması nedeniyle olanaksızdır. Hiçbir şekilde başarılamayacak bir amacın peşinden giden metafizik analitik yargılar kullanır.Bu olanaksız görevi başardığını iddia eden “dogmatik metafizik” (Kant 1995:122 ve 135) “sıradan insan aklının” bilime aktarılması demektir (Kant 1960: A VII).
İnsanın metafiziğe yatkınlığı bir olgu olarak ortadadır. Ama bu yatkınlık genellikle bilim yerine “diyalektiği” ortaya çıkartır. Bilim olarak metafizikse öncelikle aklın kendisinin bir eleştirisi, a priori kavramların duyusallık, anlama yetisi ve akıl gibi kaynaklarına göre sınıflandırılmasını ve çözümlenmesini ve buradan hareketle, sintetik a priori bilginin olanağını, kullanılışının ilkelerini ve sınırlarını “tam bir sistem içinde” ortaya koymalıdır. Kant “Saf Aklın Eleştirisi”nde bu ayrımları yapmakla, metafiziğin gerçekleşmesinin koşullarını ortaya koymuş olur.
Bir bilim olarak metafizik, idelerin haklarında olduğu şeylerin kendileri hakkında konuşamayacaksa, neyin bilimi olacaktır? Aklın saf olarak çalışması deney alanına yönelik olduğunda, bu Saf Doğa Bilimi’nin konusuydu. Aklın deney alanının ötesi hakkında konuşması ise olanaksız olduğuna göre, bir bilim olarak metafiziğin biricik meşru konusu duyulur dünya ve bu dünyanın ötesinin tasarımları olan idelerin arasındaki “sınır” hakkında konuşmaktır.“…çünkü bu sınır, deney alanın sınırı olduğu kadar, düşünce varlığının da sınırıdır” (Kant 1995:111).
Bu nesneler hakkında “pozitif bilgi” edinemeyiz ama, sınırın kendisinin pozitif bilgisi olanaklıdır. Aklın bu şekilde sınırlandırılması, Kant’a göre aklın elinde sağlam bir ölçüt oluşturur. “Bu bilgiyle akıl duyular dünyasına kapanıp kalmadığı gibi, dışında da şuraya buraya koşmaz; kendini... sırf, bu sınırın dışında olanın onun içinde olanla bağlantısını bilmekle sınırlandırır” (Kant 1995:116). Sözgelimi “dünyanın, kavramı bu dünyanın içinde edinebileceğimiz tüm bilginin dışında olan bir varlıkla yalnızca ilgisi konusunda yargıda bulunmakla yetinirsek, bu sınırda duruyoruz demektir” (Kant 1995:111).
Böyle bir yaklaşımın ürünü olarak Kant şu önermeyi dile getiriyor: “dünyaya, sanki en yüce bir anlama yetisinin ve istemenin yapıtı imiş gibi bakmak zorundayız” (Kant 1995:112). Bu önermede duyular dünyasının “o bilinmeyenle ilgisi” gösteriliyor. Eş deyişle, idenin hakkında olduğu Tanrı’nın dünyayı yarattığı söylenmiyor, ama dünyanın sanki bir yaratıcının eseri gibi göründüğü söyleniyor. Yani tanrı hakkında “dünyayla ilgisinde” konuşuluyor (Kant 1995:112). Kant’a göre böylelikle aklı aşkın bir şekilde kullanmaktan ve bu varlığın kendi başına ne olduğunu söylemekten de kaçınmış oluruz. Bizim güçsüz kavramlarımıza uygun düşen şudur: “biz dünyayı, varoluşu, ve iç belirlenimini sanki en yüksek bir varlıktan kaynaklanıyormuş gibi düşünüyoruz; bununla biz bir yandan ona, yani dünyanın kendisine uygun düşen yapısını biliyoruz, ama yine de kendi başına nedenin yapısını belirlemeye girişmiyoruz; diğer yandan da bu yapının (dünyadaki akıl biçiminin) temelini, en üst nedenin dünyayla olan bağlantısına yerleştiriyoruz, dünyayı ise kendi başına bunun için yeterli bulmuyoruz” (Kant 1995:114). Kant’a göre bu yargı, hem bilgimizi genişletir, hem de deneyden gelmez, yani sintetik a prioridir.
Bu noktaya kadar Kant’ın metafizik hakkındaki düşünceleri genellikle epistemolojik bir perspektiften ele alındı. Kant’ın epistemolojik açıdan metafiziğe bakışı bize insanın bilme yetilerinin yapısının deneyle sınırlı olduğunu ama insanın yine de deney ötesini tasarlayabilecek zihinsel yetilerle donanmış olduğunu gösterdi. Ancak Kant’ın metafizik anlayışını onun epistemolojisiyle sınırlamak bu metafizik anlayışının yalnızca bir bölümünü görmek demektir. Kant insanın metafiziğe duyduğu gereksinimi insanın eylemler alanına ilişkin bağlantılarıyla da konu edinir. Böylece metafiziğin özüne ilişkin soru insansal “ruhsal bütünlüğün” (Gemüt) ana öğelerinin birliğine ilişkin soru halini alır. Bu noktada metafiziğin Kant tarafından temellendirilmesi ise epistemolojik karakterinden sıyrılarak daha da belirgin bir biçimde bir antropoloji biçimine bürünür (Heidegger 1991:205).
Kant’ın kavramsal dizgesi içerisinde “akıl” kavramı gerçek anlamını ideleri üreten yeti olmasında buluyordu. İdelerin hakkında oldukları şeyin kendisi hakkında bilgiler ortaya koyma çabası ise aklın diyalektiği olan “kuruntu” ile sonuçlanıyordu. Kant bu noktada, doğa her şeyi belli bir amaçla yaptığına göre, insan aklının ideleri üretmekte bilgisel olmayan bir amacı olup olmadığını sorar. Bu amacın bilgisel olamayacağı insanın bilme yetilerinin sınırlılığı nedeniyle açıktır. İstemenin özgürlüğü, ruhun ölümsüzlüğü ve tanrının varoluşu doğa araştırmasında kullanım alanı bulamaz. Fakat yine de, aklın kendilerine ilişkin olarak bilgiler ortaya koymaya çalıştığında “kuruntu”ya düştüğü nesnelerin “pozitif bilgisi” için bir kaynak olmalıdır. Kant bu kaynağın bulunması “gerektiğini” düşünür, çünkü akıl bu nesnelere ilişkin olarak deneyin sınırları ötesinde bir kaynağı ısrarla aramaktadır. İşte bu arayışın kendisi Kant’a göre, bu nesnelerin pozitif bilgisinin ortaya konabileceğinin de kanıtıdır. Kant’a göre, burada bulunabilecek biricik açık yol, idelerin “pratik kullanımıdır” (Kant 1960:B824). Aklı deney alanının ötesine geçmeye iten şey, eylemler alanına ilişkin kimi sorunlar için sağlam bir dayanak bulmaktır (Kant 1960: B825).
Kant böylece saf aklın pratik kullanımının olanaklı olup olmadığını, ve bu kullanılışta idelerin sağlam bir temeli olup olmadığını araştırır. Bu araştırma insan aklının hem pratik hem de teorik ilgilerini gösteren şu üç soru ile başlar: “1.Neyi bilebilirim?”, “2.Neyi yapmalıyım?”, “3. Ne umabilirim?” (Kant 1960:B832 - 833).