SARTRE VE DOLAYIMLAR KURAMI - 3

İlkin, bu yapıtta, kıtlık tarih içinde ortaya çıkan ve tarihsel süreçle birlikte dönüşen, biçim değiştiren bir olgu olarak değil, ta­rihin berisinde yer alan bir önkoşul olarak sunulmaktadır: «Tarih (kıtlığın) üstüne kurulmuştur; kıtlık, bu kurulan şeye önceldir ve onu belirler.» Bu niteliği ile, önsel olarak verilmiş bir durumdur kıtlık. Tarihsel sürecin zorunluluğunu ortaya koyar bu durum, ama bu yalnızca biçimsel bir zorunluluktur. Tarihin bu biçimsel koşulu, tarihsel-toplumsal belirlenimlere açık değildir. Bu durum­ da da, kıtlık kavramı belirlenmemiş ve genel bir kavram olarak kalır bu yapıtta; gerçek bir içerikten yoksun, içi boş bir biçim ol­manın ötesine gidemez. Kıtlığın bir biçimsel koşul olduğu, dolayım-yapılar arasındaki bağlantının salt içsel bir bağlantı olmasında, yani örneğin dizisellikten gruba geçişte dizi olmanın dışında hiçbir ek belirlenimin gerekli olmamasında çok açıkça or­taya çıkmaktadır. Tarihsel sürecin özgüllüğü bu geçişte yansıtıl­maz.

Sartre kıtlığı doğrudan, dolaysız bir biçimde, maddesellik ve çokluk bağlamına yerleştirir. Birbirinden ayrı olarak, ama baş­kalarının da olduğu bir dünyada varolan bireyler, maddi dünya üstündeki eylemlerini her zaman kıtlık içinde gerçekleştirirler. Maddesellik kendi içinde, insanların edimlerinin biçiminden ba­ğımsız olarak kıtlığa yol açmaktadır, bu çözümlemede. Yani, Sartre'ın kıtlık kavramının biçimselliği, yazarın maddeselliği in­san dünyasının karşısına yerleştirmesine bağlıdır. Chiodi adlı bir yorumcunun da savunduğu gibi, bu, insan dünyası ile maddi dün­ya arasında bir karşıtlığın oluşmasını getirmekte ve maddi dünyayı mutlak zorunluluk alanına dönüştürmektedir. Böylelikle, bu iki alan arasında bir belirlenim ilişkisi kurmak yerine, maddeselliğe bir «olumsuzlayıcı güç» olma niteliğini yüklemektedir yazar:

«(Sartre) Marksizmin de varoluşçuluğun da en önemli üstünlü­ ğünün dünya ile kurulan ilişkinin... yapısal, ve dolayısıyla olumsuz-olmayan niteliğinin kabulü olduğunu anlayamamıştır.»

İş­te, maddeselliğin böyle mutlak bir biçimde olumsuz bir alan ola­rak görülmesidir kıtlığa biçimsel, tarih-dışı bir nitelik yükleyen. Maddi dünya mutlak olumsuzluk olunca da, insanın eylemi ara­cılığıyla, sürekli olarak practico -inert alanına düşmesi kaçınıl­mazdır.

Kıtlığın mutlak bir durum olarak düşünülmesi, maddi dün­yaya yaklaşımda niceliğin belirleyici olmasının bir sonucudur: in­sanın dış dünyayla kurduğu ilişkinin her zaman belli toplumsal ilişkiler çerçevesi içinde gerçekleştiğinin göz ardı edilmesidir bu. Oysa, kıtlığın toplumsal yaşamı ne ölçüde etkilediğini, insanın maddi dünya ile kurduğu ilişkinin biçimi belirler ve bu biçim de, tarihsel-toplumsal bir biçimdir. Bu bağlamda, Eleştiri'den iki örnek vermek anlamlı olabilir. Sartre işçi sınıfının 19. yüzyıldaki durumunu anlatırken, nitelikli işçilerle niteliksiz işçiler arasındaki bölünmenin temelinde makinaların yattığını savunmaktadır: «Makinalar (bu) sınıfın üyeleri­nin ne olduklarını belirlerken, ne olabileceklerini de belirliyor­du.. . »  Burada makinalara, yani maddi dünyaya yüklenen mutlak güç olma niteliği, açıklamanın, toplumsal ilişkilerin biçiminden soyutlanmış olmasının ürünüdür tümüyle. Emek sürecini özgül üretim ilişkileri çerçevesine yerleştirerek bu ilişkilerin emek sü­recinin biçimini nasıl etkilediğini, yani bu özel durumda makinaların, hangi ilişkiler ağı içinde bu bölünmeye yol açacak bir ni­telik taşıdığını anlamaya çalışmaz Sartre. Bunun yerine, emek sürecini kendi içinde, toplumsal ilişkilerin yol açtığı dönüşümle­rinden bağımsız olarak ele almaktadır.

Aynı biçimde, Sartre burjuvazinin dizi oluşunu sınıf birliğini para aracılığıyla kurmasıyla açıklar. Para «maddi bir şey» oldu­ğu için, bu yolla kurulan bir birlik ancak bir dizi olabilir, yazara göre. Bu örnekte maddeyi kendi içinde, kendi başına ele almanın yanlışlığı bir kez daha ortaya çıkmaktadır: para yalnızca maddesellik değil, belli toplumsal ilişkilerin belirlediği bir maddi biçim­dir; belli toplumsal ilişkilerin şeyleşmiş (fetişleşmiş) biçiminden başka bir şey değildir para. Bu ilişkilerin tarihsel biçimini göz ar­dı ederek Sartre da bu fetişizm içinde hapsolmakta, maddi dün­yaya özel güçler yüklemektedir.

Sartre'ın kıtlığa ve maddi dünyaya yaklaşımının tarih-dışı ol­ması, belirlenimler düzeninin tersyüz edilmesi anlamını taşır; üre­tim ilişkilerinin belirleyiciliği ikinci plana itilmektedir burada. «Her üretim sistemi... ilksel, biçimsel bir yapı olan karşılıklılığı öngerektirir; bu üretim sisteminin her aşaması, mal kıtlığının kar­şılıklılık ilişkilerinde yol açtığı etkilere sistemin tarihsel olarak belirlenmiş bir tepkisidir.»

Tarih-dışı bir nitelik taşıyan, genel bir insan ilişkileri anlayışını (karşılıklılık), üretim ilişkilerinin teme­line yerleştirmektedir Sartre. Böylece, bir yandan tarihsel olarak belirlenmemiş bir genel insan ilişkileri anlayışının, öte yandan da yine tarih-dışı bir maddesellik anlayışının oluşturduğu bir bağlamda, Sartre çözümleme­sine kaçınılmaz olarak soyut bireyden başlamaktadır. Toplumsal­lık olarak çözümlemeye sokulan karşılıklılık, sonunda yine bireye indirgenmektedir, çünkü belirlenmemiş, soyut bir toplumsallıktır bu: bireyler tarihsel-toplumsal bir bağlamın içine yerleştirilmeden, dışarıdan, rastgele bir biçimde verilmiş bir toplumsallık içinde tanımlanmaktadırlar.

Sonuç olarak, Sartre Yöntem Araştırmaları'nda başlangıç noktası diye kabul ettiği yöntemin dışına çıkmaktadır: Eleştiri'deki yöntemi, tikelden genele, bireyden toplumsal sınıfa doğru bir devinimdir. Yöntem Araştırmaları'nda açıkladığı yönteme göre, dizi ve grup gibi toplumsal yapıların sınıf çerçevesine yerleşmiş, ve dolayısıyla da tarihsel olarak belirlenmiş yapı­lar olmaları gerekirdi. Oysa, otobüs kuyruğu gibi soyut bir örnekten hareket ettiği için, yazar bu yapılara bu tür bir örneğin taşı­dığı tüm rastlantısallığı da getirmektedir.

Bu çözümlemede, dizi ve grup gib toplumsial yapıların toplumsal sınıflar içine yerleşmiş dolayımlar olduğunu gösteren hiçbir şey yoktur; çünkü bu sınıf­ların oluşturduğu bir temelden hareketle kurulmamıştır bu yapı­lar; tersine, sınıf bağlamı dışında oluşturulmuş ve hep yeniden, belirlenmemiş bireye indirgenebilecek topluluklardır bunlar.

Sartre bireyin topluluklara göre ontolojik bir öncelik taşıdı­ğını açıkça belirtir. Bireye tanınan bu ayrıcalık yazarı, topluluk­ların anlaşılırlığını bireyin anlaşılırlığını oluşturan boyutdarın bir çarpımı olarak görmeye götürmektedir: birey iki boyutluyken, Sartre'a göre toplumsal sınıflar «n boyutlu» "dur. Bu anlayış, do­ğal olarak, bir yandan bireyle dolayım-yapılar arasında, öte yan­dan da bu yapılarla toplumsal sınıflar arasında herhangi bir ge­reklilik bağı kurmayı olanaksız kılmaktadır. Aronson'un deyişi ile, «basit bir biçimde, bireylerin çarpımını alarak toplumsal ilişkileri kurmak, toplumsal ilişkileri hiç kurmamaktır... Bu sıçrayışın ge­ risinde hiçbir mantık, hiçbir gereklilik, hiçbir neden yoktur...»

Toplumsal sınıflar çözümlemeye tümüyle dışsal olarak sokulmak­ tadır. Sonuç olarak, Sartre'ın geliştirdiği toplumsal kategorilerin, bu tarih-dışı nitelikleriyle, bir toplumsal sınıflar kuramını geliş­tirmek için kullanılamayacağını söylemek haksız bir yargı gibi görünmemekte. Bu kategorilerin taşıdığı rastlantısallık, toplum­sal sınıflarla aralarında bir gereklilik bağı kurulmasında bir engel oluşturmakta.

Sonuç: Döngüsellik 

Sartre, kurmuş olduğu bu toplumsallık biçimlerini, somut içerikleri tarih süreci içinde belirlenecek olan biçimsel olanaklar olarak nitelendirmektedir. Ancak, bu toplumsal yapıları oluştu­ran ilişkilerin bütün mantığının tarih-dışında yer alması, bu iliş­kilerin tarihsel olarak belirlenmemiş olması, yazarı bir çıkmaza götürmektedir. Kendisini içinde bulduğu bu çıkmaz, Sartre'ın ta­sarısı somut tarihsel bağlamına yerleştirildiğinde, çok açık bir biçimde ortaya çıkar. İşçilerin tarihlerinde yaşadıkları çelişik sü­recin bir gelişme süreci olduğunu kabul eder Sartre. Ancak, in­celemesine konu olarak aldığı bu gelişme sürecini, yapıtın birinci cildinde kurduğu kategorilerle nasıl açıklayacağını anlamak çok güçtür. Bu kategoriler ancak işçi sınıfının karmaşık yayışını açıklayabilirler, gelişme sürecini değil; çünkü yazar söz konusu top­lumsal yapıları, tarih içinde kendilerini dönüştüren yapılar ola­rak kurmamıştır. Bu yapıların birinden ötekine geçiş, yalnızca bir soyutlama düzeyinden başka bir soyutlama düzeyine geçiştir, gerçeklikteki daha karmaşık bir düzeye doğru bir gelişme değil.

Ya­zarın kendi örneği olan «işçi sınıfının tarihi» bağlamında şu an­lama gelmektedir bu: Bu tarihi, sınıf bütününün bir gelişme sü­reci olarak kavramlaştırmak, bu bütünün dolayım-yapıları ara­sındaki bağıntının belli bir doğrultuda devinmesini, yani örneğin yapılardan birinin giderek öteki yapılara egemen olmasını, ya da tersine dönmesini gerektirirdi. Oysa, Sartre'ın kategorileri son­suza dek bir arada ve sürekli bir karşılıklılık ilişkisi içinde varolan yapıların kavramlaştırılmalarıdır. Şöyle der Sartre: «Bu bizi... iş­çi sınıfını —tarihsel sürecin herhangi bir verilmiş anında— yal­nızca kurumlaşmış bir örgütsel grup olarak değil... ayrlı zamanda hem kaynaşmış ya da ant içmiş grup... hem de dizisellik... ola­rak ele almaya götürecektir.»

Ne var ki, bu yapıların bu bütün içindeki varlıklarını hep sürdürmeleri, bütünü belirleyen egemen yapının tarih içinde değişmeyeceği anlamına gelmemelidij; örne­ğin 19. yüzyılda bu sınıfın diziselliği ile kurumlaşmış bir grup olu­şu arasında ortaya çıkan ilişki, yeni bir topluma geçiş sürecinde­ ki bir sınıfın diziselliği ile grup oluşu arasındaki ilişkiden, yani bu bütünün iç yapısından çok farklı olacaktır.

Başka türlü söylendiğinde, kategorilerinin tarihsel belirleni­me açık olmayışı, Sartre'ın asıl tasarısının, yani biçimsel çözüm­lemeden tarihe geçişin önünde bir engel olarak durmakta. Bu top­lumsal kategoriler, tarihin somut gelişmesini yansıtacak bir bi­çimde yeniden-düzenlenemez. Yazarın bu çıkmazı, yine Avrupa işçi sınıfı örneğinde açıkça ortaya çıkmaktadır: somut bir tarihsel sürecin incelenmesi olan bu özel durumda, Sartre, toplumsal kav­ramlarını aynen birinci ciltteki biçimleriyle kullanmaktadır; bi­çimsel, tarih-dışı nitelikleri aşılmamıştır bunların. Birinci cildin dışında, artık somut tarih çerçevesinde olduğu halde, burada da «sınıfların siyasal örgütlenmeleriyle, özyönetim anları.., arasın­daki aşılmaz uçurum»dan söz etmektedir Sartre.

Yalnızca çözümlemenin biçimsel yönüne ilişkin olduğu sa­vunulan döngüsellik, böylece somut tarihsel gelişmede de karşı­mıza çıkmakta. Bu, Sartre'ın diyalektiğinin öncüllerinin kaçınıl­maz sonucudur: «Tarih daha baştan çözümlemeye sokulmazsa, artık geç kalınmıştır bile: bütün tuzaklar önceden hazırlanmış de­mektir. Döngüselliğe takılıp kalırız...»

Bir kez, insan ilişkilerinin, Sartre'm yaptığı gibi soyut bir biçimde, üretim ilişkilerinden önce incelenmesi gerektiği ileri sürüldüğünde, döngüselliğe düşmekten kaçınılamaz. Ancak, soyut insan ilişkilerinden söz edilemeyeceğine göre, gerçekte Sartre'ın yaptığı bu da değildir: onun asıl yaptığı, tarihsel olarak özgül, toplumsal kategorileri, önsel kategoriler ola­rak alıp, toplumsal ilişkilerden soyutlayarak evrenselleştirmektir.

İşte, gerek «biçimsel» çözümlemenin, gerekse de somut tarihe yak­laşımın döngüselliğinin temelinde yatan, belli toplum biçimlerine özgü kategorilerin böyle evrenselleştirilmesidir. Dolayısıyla, döngüsellik, kendisinin savunduğu gibi yalnız bi­rinci cildin değil, Sartre'ın tüm tasarısının kaçınılmaz bir özelli­ğidir: «tarihin doğrultusu», tarihsel olarak özgül kategorilerin evrenselleştirilmesi temeli üstünde kurulamaz. Yazarın yapıtın ikinci cildini tamamlamayışını da belki bu olanaksızlık açıklaya­bilir.
1 | 2 | 3

1 Yorum

MAHİR KANIK
28 Ekim 2009 02:09  

çok güzel bir makale teşekkür ederim!!

«tarihin doğrultusu», tarihsel olarak özgül kategorilerin evrenselleştirilmesi temeli üstünde kurulamaz cümlesi makalenin özeti aslında bir bakıma..

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP