SARTRE VE DOLAYIMLAR KURAMI - 3
|
İlkin, bu yapıtta, kıtlık tarih içinde ortaya çıkan ve tarihsel süreçle birlikte dönüşen, biçim değiştiren bir olgu olarak değil, tarihin berisinde yer alan bir önkoşul olarak sunulmaktadır: «Tarih (kıtlığın) üstüne kurulmuştur; kıtlık, bu kurulan şeye önceldir ve onu belirler.» Bu niteliği ile, önsel olarak verilmiş bir durumdur kıtlık. Tarihsel sürecin zorunluluğunu ortaya koyar bu durum, ama bu yalnızca biçimsel bir zorunluluktur. Tarihin bu biçimsel koşulu, tarihsel-toplumsal belirlenimlere açık değildir. Bu durum da da, kıtlık kavramı belirlenmemiş ve genel bir kavram olarak kalır bu yapıtta; gerçek bir içerikten yoksun, içi boş bir biçim olmanın ötesine gidemez. Kıtlığın bir biçimsel koşul olduğu, dolayım-yapılar arasındaki bağlantının salt içsel bir bağlantı olmasında, yani örneğin dizisellikten gruba geçişte dizi olmanın dışında hiçbir ek belirlenimin gerekli olmamasında çok açıkça ortaya çıkmaktadır. Tarihsel sürecin özgüllüğü bu geçişte yansıtılmaz.
Sartre kıtlığı doğrudan, dolaysız bir biçimde, maddesellik ve çokluk bağlamına yerleştirir. Birbirinden ayrı olarak, ama başkalarının da olduğu bir dünyada varolan bireyler, maddi dünya üstündeki eylemlerini her zaman kıtlık içinde gerçekleştirirler. Maddesellik kendi içinde, insanların edimlerinin biçiminden bağımsız olarak kıtlığa yol açmaktadır, bu çözümlemede. Yani, Sartre'ın kıtlık kavramının biçimselliği, yazarın maddeselliği insan dünyasının karşısına yerleştirmesine bağlıdır. Chiodi adlı bir yorumcunun da savunduğu gibi, bu, insan dünyası ile maddi dünya arasında bir karşıtlığın oluşmasını getirmekte ve maddi dünyayı mutlak zorunluluk alanına dönüştürmektedir. Böylelikle, bu iki alan arasında bir belirlenim ilişkisi kurmak yerine, maddeselliğe bir «olumsuzlayıcı güç» olma niteliğini yüklemektedir yazar:
«(Sartre) Marksizmin de varoluşçuluğun da en önemli üstünlü ğünün dünya ile kurulan ilişkinin... yapısal, ve dolayısıyla olumsuz-olmayan niteliğinin kabulü olduğunu anlayamamıştır.»
İşte, maddeselliğin böyle mutlak bir biçimde olumsuz bir alan olarak görülmesidir kıtlığa biçimsel, tarih-dışı bir nitelik yükleyen. Maddi dünya mutlak olumsuzluk olunca da, insanın eylemi aracılığıyla, sürekli olarak practico -inert alanına düşmesi kaçınılmazdır.
Kıtlığın mutlak bir durum olarak düşünülmesi, maddi dünyaya yaklaşımda niceliğin belirleyici olmasının bir sonucudur: insanın dış dünyayla kurduğu ilişkinin her zaman belli toplumsal ilişkiler çerçevesi içinde gerçekleştiğinin göz ardı edilmesidir bu. Oysa, kıtlığın toplumsal yaşamı ne ölçüde etkilediğini, insanın maddi dünya ile kurduğu ilişkinin biçimi belirler ve bu biçim de, tarihsel-toplumsal bir biçimdir. Bu bağlamda, Eleştiri'den iki örnek vermek anlamlı olabilir. Sartre işçi sınıfının 19. yüzyıldaki durumunu anlatırken, nitelikli işçilerle niteliksiz işçiler arasındaki bölünmenin temelinde makinaların yattığını savunmaktadır: «Makinalar (bu) sınıfın üyelerinin ne olduklarını belirlerken, ne olabileceklerini de belirliyordu.. . » Burada makinalara, yani maddi dünyaya yüklenen mutlak güç olma niteliği, açıklamanın, toplumsal ilişkilerin biçiminden soyutlanmış olmasının ürünüdür tümüyle. Emek sürecini özgül üretim ilişkileri çerçevesine yerleştirerek bu ilişkilerin emek sürecinin biçimini nasıl etkilediğini, yani bu özel durumda makinaların, hangi ilişkiler ağı içinde bu bölünmeye yol açacak bir nitelik taşıdığını anlamaya çalışmaz Sartre. Bunun yerine, emek sürecini kendi içinde, toplumsal ilişkilerin yol açtığı dönüşümlerinden bağımsız olarak ele almaktadır.
Aynı biçimde, Sartre burjuvazinin dizi oluşunu sınıf birliğini para aracılığıyla kurmasıyla açıklar. Para «maddi bir şey» olduğu için, bu yolla kurulan bir birlik ancak bir dizi olabilir, yazara göre. Bu örnekte maddeyi kendi içinde, kendi başına ele almanın yanlışlığı bir kez daha ortaya çıkmaktadır: para yalnızca maddesellik değil, belli toplumsal ilişkilerin belirlediği bir maddi biçimdir; belli toplumsal ilişkilerin şeyleşmiş (fetişleşmiş) biçiminden başka bir şey değildir para. Bu ilişkilerin tarihsel biçimini göz ardı ederek Sartre da bu fetişizm içinde hapsolmakta, maddi dünyaya özel güçler yüklemektedir.
Sartre'ın kıtlığa ve maddi dünyaya yaklaşımının tarih-dışı olması, belirlenimler düzeninin tersyüz edilmesi anlamını taşır; üretim ilişkilerinin belirleyiciliği ikinci plana itilmektedir burada. «Her üretim sistemi... ilksel, biçimsel bir yapı olan karşılıklılığı öngerektirir; bu üretim sisteminin her aşaması, mal kıtlığının karşılıklılık ilişkilerinde yol açtığı etkilere sistemin tarihsel olarak belirlenmiş bir tepkisidir.»
Tarih-dışı bir nitelik taşıyan, genel bir insan ilişkileri anlayışını (karşılıklılık), üretim ilişkilerinin temeline yerleştirmektedir Sartre. Böylece, bir yandan tarihsel olarak belirlenmemiş bir genel insan ilişkileri anlayışının, öte yandan da yine tarih-dışı bir maddesellik anlayışının oluşturduğu bir bağlamda, Sartre çözümlemesine kaçınılmaz olarak soyut bireyden başlamaktadır. Toplumsallık olarak çözümlemeye sokulan karşılıklılık, sonunda yine bireye indirgenmektedir, çünkü belirlenmemiş, soyut bir toplumsallıktır bu: bireyler tarihsel-toplumsal bir bağlamın içine yerleştirilmeden, dışarıdan, rastgele bir biçimde verilmiş bir toplumsallık içinde tanımlanmaktadırlar.
Sonuç olarak, Sartre Yöntem Araştırmaları'nda başlangıç noktası diye kabul ettiği yöntemin dışına çıkmaktadır: Eleştiri'deki yöntemi, tikelden genele, bireyden toplumsal sınıfa doğru bir devinimdir. Yöntem Araştırmaları'nda açıkladığı yönteme göre, dizi ve grup gibi toplumsal yapıların sınıf çerçevesine yerleşmiş, ve dolayısıyla da tarihsel olarak belirlenmiş yapılar olmaları gerekirdi. Oysa, otobüs kuyruğu gibi soyut bir örnekten hareket ettiği için, yazar bu yapılara bu tür bir örneğin taşıdığı tüm rastlantısallığı da getirmektedir.
Bu çözümlemede, dizi ve grup gib toplumsial yapıların toplumsal sınıflar içine yerleşmiş dolayımlar olduğunu gösteren hiçbir şey yoktur; çünkü bu sınıfların oluşturduğu bir temelden hareketle kurulmamıştır bu yapılar; tersine, sınıf bağlamı dışında oluşturulmuş ve hep yeniden, belirlenmemiş bireye indirgenebilecek topluluklardır bunlar.
Sartre bireyin topluluklara göre ontolojik bir öncelik taşıdığını açıkça belirtir. Bireye tanınan bu ayrıcalık yazarı, toplulukların anlaşılırlığını bireyin anlaşılırlığını oluşturan boyutdarın bir çarpımı olarak görmeye götürmektedir: birey iki boyutluyken, Sartre'a göre toplumsal sınıflar «n boyutlu» "dur. Bu anlayış, doğal olarak, bir yandan bireyle dolayım-yapılar arasında, öte yandan da bu yapılarla toplumsal sınıflar arasında herhangi bir gereklilik bağı kurmayı olanaksız kılmaktadır. Aronson'un deyişi ile, «basit bir biçimde, bireylerin çarpımını alarak toplumsal ilişkileri kurmak, toplumsal ilişkileri hiç kurmamaktır... Bu sıçrayışın ge risinde hiçbir mantık, hiçbir gereklilik, hiçbir neden yoktur...»
Toplumsal sınıflar çözümlemeye tümüyle dışsal olarak sokulmak tadır. Sonuç olarak, Sartre'ın geliştirdiği toplumsal kategorilerin, bu tarih-dışı nitelikleriyle, bir toplumsal sınıflar kuramını geliştirmek için kullanılamayacağını söylemek haksız bir yargı gibi görünmemekte. Bu kategorilerin taşıdığı rastlantısallık, toplumsal sınıflarla aralarında bir gereklilik bağı kurulmasında bir engel oluşturmakta.
Sonuç: Döngüsellik
Sartre, kurmuş olduğu bu toplumsallık biçimlerini, somut içerikleri tarih süreci içinde belirlenecek olan biçimsel olanaklar olarak nitelendirmektedir. Ancak, bu toplumsal yapıları oluşturan ilişkilerin bütün mantığının tarih-dışında yer alması, bu ilişkilerin tarihsel olarak belirlenmemiş olması, yazarı bir çıkmaza götürmektedir. Kendisini içinde bulduğu bu çıkmaz, Sartre'ın tasarısı somut tarihsel bağlamına yerleştirildiğinde, çok açık bir biçimde ortaya çıkar. İşçilerin tarihlerinde yaşadıkları çelişik sürecin bir gelişme süreci olduğunu kabul eder Sartre. Ancak, incelemesine konu olarak aldığı bu gelişme sürecini, yapıtın birinci cildinde kurduğu kategorilerle nasıl açıklayacağını anlamak çok güçtür. Bu kategoriler ancak işçi sınıfının karmaşık yayışını açıklayabilirler, gelişme sürecini değil; çünkü yazar söz konusu toplumsal yapıları, tarih içinde kendilerini dönüştüren yapılar olarak kurmamıştır. Bu yapıların birinden ötekine geçiş, yalnızca bir soyutlama düzeyinden başka bir soyutlama düzeyine geçiştir, gerçeklikteki daha karmaşık bir düzeye doğru bir gelişme değil.
Yazarın kendi örneği olan «işçi sınıfının tarihi» bağlamında şu anlama gelmektedir bu: Bu tarihi, sınıf bütününün bir gelişme süreci olarak kavramlaştırmak, bu bütünün dolayım-yapıları arasındaki bağıntının belli bir doğrultuda devinmesini, yani örneğin yapılardan birinin giderek öteki yapılara egemen olmasını, ya da tersine dönmesini gerektirirdi. Oysa, Sartre'ın kategorileri sonsuza dek bir arada ve sürekli bir karşılıklılık ilişkisi içinde varolan yapıların kavramlaştırılmalarıdır. Şöyle der Sartre: «Bu bizi... işçi sınıfını —tarihsel sürecin herhangi bir verilmiş anında— yalnızca kurumlaşmış bir örgütsel grup olarak değil... ayrlı zamanda hem kaynaşmış ya da ant içmiş grup... hem de dizisellik... olarak ele almaya götürecektir.»
Ne var ki, bu yapıların bu bütün içindeki varlıklarını hep sürdürmeleri, bütünü belirleyen egemen yapının tarih içinde değişmeyeceği anlamına gelmemelidij; örneğin 19. yüzyılda bu sınıfın diziselliği ile kurumlaşmış bir grup oluşu arasında ortaya çıkan ilişki, yeni bir topluma geçiş sürecinde ki bir sınıfın diziselliği ile grup oluşu arasındaki ilişkiden, yani bu bütünün iç yapısından çok farklı olacaktır.
Başka türlü söylendiğinde, kategorilerinin tarihsel belirlenime açık olmayışı, Sartre'ın asıl tasarısının, yani biçimsel çözümlemeden tarihe geçişin önünde bir engel olarak durmakta. Bu toplumsal kategoriler, tarihin somut gelişmesini yansıtacak bir biçimde yeniden-düzenlenemez. Yazarın bu çıkmazı, yine Avrupa işçi sınıfı örneğinde açıkça ortaya çıkmaktadır: somut bir tarihsel sürecin incelenmesi olan bu özel durumda, Sartre, toplumsal kavramlarını aynen birinci ciltteki biçimleriyle kullanmaktadır; biçimsel, tarih-dışı nitelikleri aşılmamıştır bunların. Birinci cildin dışında, artık somut tarih çerçevesinde olduğu halde, burada da «sınıfların siyasal örgütlenmeleriyle, özyönetim anları.., arasındaki aşılmaz uçurum»dan söz etmektedir Sartre.
Yalnızca çözümlemenin biçimsel yönüne ilişkin olduğu savunulan döngüsellik, böylece somut tarihsel gelişmede de karşımıza çıkmakta. Bu, Sartre'ın diyalektiğinin öncüllerinin kaçınılmaz sonucudur: «Tarih daha baştan çözümlemeye sokulmazsa, artık geç kalınmıştır bile: bütün tuzaklar önceden hazırlanmış demektir. Döngüselliğe takılıp kalırız...»
Bir kez, insan ilişkilerinin, Sartre'm yaptığı gibi soyut bir biçimde, üretim ilişkilerinden önce incelenmesi gerektiği ileri sürüldüğünde, döngüselliğe düşmekten kaçınılamaz. Ancak, soyut insan ilişkilerinden söz edilemeyeceğine göre, gerçekte Sartre'ın yaptığı bu da değildir: onun asıl yaptığı, tarihsel olarak özgül, toplumsal kategorileri, önsel kategoriler olarak alıp, toplumsal ilişkilerden soyutlayarak evrenselleştirmektir.
İşte, gerek «biçimsel» çözümlemenin, gerekse de somut tarihe yaklaşımın döngüselliğinin temelinde yatan, belli toplum biçimlerine özgü kategorilerin böyle evrenselleştirilmesidir. Dolayısıyla, döngüsellik, kendisinin savunduğu gibi yalnız birinci cildin değil, Sartre'ın tüm tasarısının kaçınılmaz bir özelliğidir: «tarihin doğrultusu», tarihsel olarak özgül kategorilerin evrenselleştirilmesi temeli üstünde kurulamaz. Yazarın yapıtın ikinci cildini tamamlamayışını da belki bu olanaksızlık açıklayabilir.
Sartre kıtlığı doğrudan, dolaysız bir biçimde, maddesellik ve çokluk bağlamına yerleştirir. Birbirinden ayrı olarak, ama başkalarının da olduğu bir dünyada varolan bireyler, maddi dünya üstündeki eylemlerini her zaman kıtlık içinde gerçekleştirirler. Maddesellik kendi içinde, insanların edimlerinin biçiminden bağımsız olarak kıtlığa yol açmaktadır, bu çözümlemede. Yani, Sartre'ın kıtlık kavramının biçimselliği, yazarın maddeselliği insan dünyasının karşısına yerleştirmesine bağlıdır. Chiodi adlı bir yorumcunun da savunduğu gibi, bu, insan dünyası ile maddi dünya arasında bir karşıtlığın oluşmasını getirmekte ve maddi dünyayı mutlak zorunluluk alanına dönüştürmektedir. Böylelikle, bu iki alan arasında bir belirlenim ilişkisi kurmak yerine, maddeselliğe bir «olumsuzlayıcı güç» olma niteliğini yüklemektedir yazar:
«(Sartre) Marksizmin de varoluşçuluğun da en önemli üstünlü ğünün dünya ile kurulan ilişkinin... yapısal, ve dolayısıyla olumsuz-olmayan niteliğinin kabulü olduğunu anlayamamıştır.»
İşte, maddeselliğin böyle mutlak bir biçimde olumsuz bir alan olarak görülmesidir kıtlığa biçimsel, tarih-dışı bir nitelik yükleyen. Maddi dünya mutlak olumsuzluk olunca da, insanın eylemi aracılığıyla, sürekli olarak practico -inert alanına düşmesi kaçınılmazdır.
Kıtlığın mutlak bir durum olarak düşünülmesi, maddi dünyaya yaklaşımda niceliğin belirleyici olmasının bir sonucudur: insanın dış dünyayla kurduğu ilişkinin her zaman belli toplumsal ilişkiler çerçevesi içinde gerçekleştiğinin göz ardı edilmesidir bu. Oysa, kıtlığın toplumsal yaşamı ne ölçüde etkilediğini, insanın maddi dünya ile kurduğu ilişkinin biçimi belirler ve bu biçim de, tarihsel-toplumsal bir biçimdir. Bu bağlamda, Eleştiri'den iki örnek vermek anlamlı olabilir. Sartre işçi sınıfının 19. yüzyıldaki durumunu anlatırken, nitelikli işçilerle niteliksiz işçiler arasındaki bölünmenin temelinde makinaların yattığını savunmaktadır: «Makinalar (bu) sınıfın üyelerinin ne olduklarını belirlerken, ne olabileceklerini de belirliyordu.. . » Burada makinalara, yani maddi dünyaya yüklenen mutlak güç olma niteliği, açıklamanın, toplumsal ilişkilerin biçiminden soyutlanmış olmasının ürünüdür tümüyle. Emek sürecini özgül üretim ilişkileri çerçevesine yerleştirerek bu ilişkilerin emek sürecinin biçimini nasıl etkilediğini, yani bu özel durumda makinaların, hangi ilişkiler ağı içinde bu bölünmeye yol açacak bir nitelik taşıdığını anlamaya çalışmaz Sartre. Bunun yerine, emek sürecini kendi içinde, toplumsal ilişkilerin yol açtığı dönüşümlerinden bağımsız olarak ele almaktadır.
Aynı biçimde, Sartre burjuvazinin dizi oluşunu sınıf birliğini para aracılığıyla kurmasıyla açıklar. Para «maddi bir şey» olduğu için, bu yolla kurulan bir birlik ancak bir dizi olabilir, yazara göre. Bu örnekte maddeyi kendi içinde, kendi başına ele almanın yanlışlığı bir kez daha ortaya çıkmaktadır: para yalnızca maddesellik değil, belli toplumsal ilişkilerin belirlediği bir maddi biçimdir; belli toplumsal ilişkilerin şeyleşmiş (fetişleşmiş) biçiminden başka bir şey değildir para. Bu ilişkilerin tarihsel biçimini göz ardı ederek Sartre da bu fetişizm içinde hapsolmakta, maddi dünyaya özel güçler yüklemektedir.
Sartre'ın kıtlığa ve maddi dünyaya yaklaşımının tarih-dışı olması, belirlenimler düzeninin tersyüz edilmesi anlamını taşır; üretim ilişkilerinin belirleyiciliği ikinci plana itilmektedir burada. «Her üretim sistemi... ilksel, biçimsel bir yapı olan karşılıklılığı öngerektirir; bu üretim sisteminin her aşaması, mal kıtlığının karşılıklılık ilişkilerinde yol açtığı etkilere sistemin tarihsel olarak belirlenmiş bir tepkisidir.»
Tarih-dışı bir nitelik taşıyan, genel bir insan ilişkileri anlayışını (karşılıklılık), üretim ilişkilerinin temeline yerleştirmektedir Sartre. Böylece, bir yandan tarihsel olarak belirlenmemiş bir genel insan ilişkileri anlayışının, öte yandan da yine tarih-dışı bir maddesellik anlayışının oluşturduğu bir bağlamda, Sartre çözümlemesine kaçınılmaz olarak soyut bireyden başlamaktadır. Toplumsallık olarak çözümlemeye sokulan karşılıklılık, sonunda yine bireye indirgenmektedir, çünkü belirlenmemiş, soyut bir toplumsallıktır bu: bireyler tarihsel-toplumsal bir bağlamın içine yerleştirilmeden, dışarıdan, rastgele bir biçimde verilmiş bir toplumsallık içinde tanımlanmaktadırlar.
Sonuç olarak, Sartre Yöntem Araştırmaları'nda başlangıç noktası diye kabul ettiği yöntemin dışına çıkmaktadır: Eleştiri'deki yöntemi, tikelden genele, bireyden toplumsal sınıfa doğru bir devinimdir. Yöntem Araştırmaları'nda açıkladığı yönteme göre, dizi ve grup gibi toplumsal yapıların sınıf çerçevesine yerleşmiş, ve dolayısıyla da tarihsel olarak belirlenmiş yapılar olmaları gerekirdi. Oysa, otobüs kuyruğu gibi soyut bir örnekten hareket ettiği için, yazar bu yapılara bu tür bir örneğin taşıdığı tüm rastlantısallığı da getirmektedir.
Bu çözümlemede, dizi ve grup gib toplumsial yapıların toplumsal sınıflar içine yerleşmiş dolayımlar olduğunu gösteren hiçbir şey yoktur; çünkü bu sınıfların oluşturduğu bir temelden hareketle kurulmamıştır bu yapılar; tersine, sınıf bağlamı dışında oluşturulmuş ve hep yeniden, belirlenmemiş bireye indirgenebilecek topluluklardır bunlar.
Sartre bireyin topluluklara göre ontolojik bir öncelik taşıdığını açıkça belirtir. Bireye tanınan bu ayrıcalık yazarı, toplulukların anlaşılırlığını bireyin anlaşılırlığını oluşturan boyutdarın bir çarpımı olarak görmeye götürmektedir: birey iki boyutluyken, Sartre'a göre toplumsal sınıflar «n boyutlu» "dur. Bu anlayış, doğal olarak, bir yandan bireyle dolayım-yapılar arasında, öte yandan da bu yapılarla toplumsal sınıflar arasında herhangi bir gereklilik bağı kurmayı olanaksız kılmaktadır. Aronson'un deyişi ile, «basit bir biçimde, bireylerin çarpımını alarak toplumsal ilişkileri kurmak, toplumsal ilişkileri hiç kurmamaktır... Bu sıçrayışın ge risinde hiçbir mantık, hiçbir gereklilik, hiçbir neden yoktur...»
Toplumsal sınıflar çözümlemeye tümüyle dışsal olarak sokulmak tadır. Sonuç olarak, Sartre'ın geliştirdiği toplumsal kategorilerin, bu tarih-dışı nitelikleriyle, bir toplumsal sınıflar kuramını geliştirmek için kullanılamayacağını söylemek haksız bir yargı gibi görünmemekte. Bu kategorilerin taşıdığı rastlantısallık, toplumsal sınıflarla aralarında bir gereklilik bağı kurulmasında bir engel oluşturmakta.
Sonuç: Döngüsellik
Sartre, kurmuş olduğu bu toplumsallık biçimlerini, somut içerikleri tarih süreci içinde belirlenecek olan biçimsel olanaklar olarak nitelendirmektedir. Ancak, bu toplumsal yapıları oluşturan ilişkilerin bütün mantığının tarih-dışında yer alması, bu ilişkilerin tarihsel olarak belirlenmemiş olması, yazarı bir çıkmaza götürmektedir. Kendisini içinde bulduğu bu çıkmaz, Sartre'ın tasarısı somut tarihsel bağlamına yerleştirildiğinde, çok açık bir biçimde ortaya çıkar. İşçilerin tarihlerinde yaşadıkları çelişik sürecin bir gelişme süreci olduğunu kabul eder Sartre. Ancak, incelemesine konu olarak aldığı bu gelişme sürecini, yapıtın birinci cildinde kurduğu kategorilerle nasıl açıklayacağını anlamak çok güçtür. Bu kategoriler ancak işçi sınıfının karmaşık yayışını açıklayabilirler, gelişme sürecini değil; çünkü yazar söz konusu toplumsal yapıları, tarih içinde kendilerini dönüştüren yapılar olarak kurmamıştır. Bu yapıların birinden ötekine geçiş, yalnızca bir soyutlama düzeyinden başka bir soyutlama düzeyine geçiştir, gerçeklikteki daha karmaşık bir düzeye doğru bir gelişme değil.
Yazarın kendi örneği olan «işçi sınıfının tarihi» bağlamında şu anlama gelmektedir bu: Bu tarihi, sınıf bütününün bir gelişme süreci olarak kavramlaştırmak, bu bütünün dolayım-yapıları arasındaki bağıntının belli bir doğrultuda devinmesini, yani örneğin yapılardan birinin giderek öteki yapılara egemen olmasını, ya da tersine dönmesini gerektirirdi. Oysa, Sartre'ın kategorileri sonsuza dek bir arada ve sürekli bir karşılıklılık ilişkisi içinde varolan yapıların kavramlaştırılmalarıdır. Şöyle der Sartre: «Bu bizi... işçi sınıfını —tarihsel sürecin herhangi bir verilmiş anında— yalnızca kurumlaşmış bir örgütsel grup olarak değil... ayrlı zamanda hem kaynaşmış ya da ant içmiş grup... hem de dizisellik... olarak ele almaya götürecektir.»
Ne var ki, bu yapıların bu bütün içindeki varlıklarını hep sürdürmeleri, bütünü belirleyen egemen yapının tarih içinde değişmeyeceği anlamına gelmemelidij; örneğin 19. yüzyılda bu sınıfın diziselliği ile kurumlaşmış bir grup oluşu arasında ortaya çıkan ilişki, yeni bir topluma geçiş sürecinde ki bir sınıfın diziselliği ile grup oluşu arasındaki ilişkiden, yani bu bütünün iç yapısından çok farklı olacaktır.
Başka türlü söylendiğinde, kategorilerinin tarihsel belirlenime açık olmayışı, Sartre'ın asıl tasarısının, yani biçimsel çözümlemeden tarihe geçişin önünde bir engel olarak durmakta. Bu toplumsal kategoriler, tarihin somut gelişmesini yansıtacak bir biçimde yeniden-düzenlenemez. Yazarın bu çıkmazı, yine Avrupa işçi sınıfı örneğinde açıkça ortaya çıkmaktadır: somut bir tarihsel sürecin incelenmesi olan bu özel durumda, Sartre, toplumsal kavramlarını aynen birinci ciltteki biçimleriyle kullanmaktadır; biçimsel, tarih-dışı nitelikleri aşılmamıştır bunların. Birinci cildin dışında, artık somut tarih çerçevesinde olduğu halde, burada da «sınıfların siyasal örgütlenmeleriyle, özyönetim anları.., arasındaki aşılmaz uçurum»dan söz etmektedir Sartre.
Yalnızca çözümlemenin biçimsel yönüne ilişkin olduğu savunulan döngüsellik, böylece somut tarihsel gelişmede de karşımıza çıkmakta. Bu, Sartre'ın diyalektiğinin öncüllerinin kaçınılmaz sonucudur: «Tarih daha baştan çözümlemeye sokulmazsa, artık geç kalınmıştır bile: bütün tuzaklar önceden hazırlanmış demektir. Döngüselliğe takılıp kalırız...»
Bir kez, insan ilişkilerinin, Sartre'm yaptığı gibi soyut bir biçimde, üretim ilişkilerinden önce incelenmesi gerektiği ileri sürüldüğünde, döngüselliğe düşmekten kaçınılamaz. Ancak, soyut insan ilişkilerinden söz edilemeyeceğine göre, gerçekte Sartre'ın yaptığı bu da değildir: onun asıl yaptığı, tarihsel olarak özgül, toplumsal kategorileri, önsel kategoriler olarak alıp, toplumsal ilişkilerden soyutlayarak evrenselleştirmektir.
İşte, gerek «biçimsel» çözümlemenin, gerekse de somut tarihe yaklaşımın döngüselliğinin temelinde yatan, belli toplum biçimlerine özgü kategorilerin böyle evrenselleştirilmesidir. Dolayısıyla, döngüsellik, kendisinin savunduğu gibi yalnız birinci cildin değil, Sartre'ın tüm tasarısının kaçınılmaz bir özelliğidir: «tarihin doğrultusu», tarihsel olarak özgül kategorilerin evrenselleştirilmesi temeli üstünde kurulamaz. Yazarın yapıtın ikinci cildini tamamlamayışını da belki bu olanaksızlık açıklayabilir.
1 Yorum
çok güzel bir makale teşekkür ederim!!
«tarihin doğrultusu», tarihsel olarak özgül kategorilerin evrenselleştirilmesi temeli üstünde kurulamaz cümlesi makalenin özeti aslında bir bakıma..