SARTRE VE DOLAYIMLAR KURAMI - 2
|
Bu karmaşıklık, sınıf çözümlemesinin, farklı biçimler arasındaki karşılıklı ilişkileri kavrayabilecek bir biçimde geliştirilmesi gerekliliğine götürmektedir bizi: «Hangi düzeyde ele alınırsa alınsın, sınıf eyleminin anlaşılabilmesi için, hem öteki bütün düzeylerle bağıntısı içinde yorumlanması, hem de kendisinin öteki düzeyler arasındaki ilişkilerin bir pratik anlamı olarak görülmesi gerekir.»
Bu durumda, Sartre'ın toplumsal sınıflar anlayışının incelenmesine de, kaçınılmaz olarak, bu «üç somut çokluk türü» —dizisellik, kaynaşmış grup ve kurum— ile başlamak gerekmektedir. Bu somut toplumsallık biçimlerinin çözümlenmesine geçmeden önce, Sartre yönteminin çok önemli bir yönünü açıklar: bu biçimler, yalnızca «sınıf» tözünün belirlenimleri, ya da kendisini ortaya koyuş biçimleri olarak varoldukları halde, bunları başlangıçta sınıf tözünün biçimleri olarak ele almayacağını açıkça belirtir, düşünür. Kısacası, bu dolayım-yapılara sınıf dolayımları olmaları açısından yaklaşmayacaktır: «Pratik alanındaki en basit, dolaysız ve yüzeysel biraraya gelişleri, günlük yaşamda ortaya çıktıkları biçimde inceleyeceğiz.»
Böylece, yöntem açısından şöyle bir sorun çıkmaktadır ortaya: genelden somuta doğru ilerleyen bir kuramsal devinim biçimini benimseyeceğini ilân etmiş olmasına karşın, genel belirlenimi —sınıf belirlenimini— bir yana bırakıp, deney dünyasının kargaşalığına dalmaktadır Sartre. Bu sorun, yazarın «dizisellik» kavramını geliştirirken kendisini yerleştirdiği başlangıç noktası ile daha da belirginleşir. Yazara göre, diyalektiğin ilk anını insanın maddi dünya ile ilişkisi oluşturur; bu ilişkide, insan bir gereksinimi karşılayarak kendisini bütünleştirmektedir. İnsanla maddi dünya arasındaki bu ilişki diyalektiğin özünü ortaya koyar: yoksunluk durumunu aşma tasarısında insan, yoksun olmada örtük olarak varolan olumsuzluğu olumsuzlamaktadır. Bu sürecin tümüyle anlaşılması için bir tek kavram kalmaktadır geriye, o da emek kavramıdır. İnsanın maddesellik üstündeki edimi emeği aracılığıyla gerçekleşir; böylece, maddesellik dolayımıyla olumsuz olumsuzlanmaktadır.
Sartre, gereksinim, maddesellik ve emek kavramlarını diylektiğin temelini oluşturan kavramlar olarak sunmaktadır: «Beden işlev demektir, işlev ise gereksinim; gereksinim de eylem demek olduğuna göre, insan emeğinin yani insanın yaşamını üretirken ve yeniden üretirken gerçekleştirdiği ilk eylemin tümüyle diyalektik olduğu söylenebilir..»
Şimdi, Sartre için, diyalektiğin, bireyin emeğinde ortaya çıkan temel yapısı tümüyle anlaşılabilir bir nitelik taşımaktadır; ancak yazar, her şeye karşın, insanın kendi başına, yani soyut bir biçimde varolmadığının bilincindedir. Ama yine de, diyalektik sürece başkalarının da dahil edilmesi, Sartre'ın gözünde, diyalektiğin yapısal bir gerekliliği değildir. Ancak şimdilik, bireyin çokluk, ya da bireylerarası ilişkiler alanına nasıl sokulduğundan soyutlayarak, insanın dış dünya ile ilişkisini çokluğun nasıl etkilediğine göz atmak yararlı olacaktır. Çokluk, bu ilişkiye yeni bir boyut katar: maddi dünya ile ilişkisinde insan hep başkalarıyla bir karsılılıklar ağı içindedir. «Karşılıklılık» kavramını Sartre başlangıçta biçimsel bir yapı olarak sunar: karşılıklılığın olumlu ya da olumsuz oluşunu insan-maddesellik ilişkisinin özgül biçimi belirler. Karşılıklılığa olumsuz yükünü veren, maddesel dünyadaki kıtlıktır: Sartre'a göre, insan, emeğini kaçınılmaz olarak bir kıtlık bağlamında harcamaktadır; bunun sonucunda da «başkası» ile ilişkisini olumsuz bir karşılıklılık olarak algılar.
Kıtlık koşullarında, her bireyin maddesellik üstündeki edimi, bir başkasınınkini engelleyici nitelik taşır; böylelikle, insanın eylemi bir karşı-eyleme, erekselliği bir karşı-erekselliğe dönüşür. «İnsan herkes için insan-olmayan, yabancı bir tür olarak vardır.. . herkesin salt varoluşu, kıtlık tarafından, hem başkası için hem herkes için sürekli bir varolmayış tehlikesi olarak belirlenir.» Dolayısıyla, insanın maddi dünyayı dönüştürmesi, kendisinin bu etkinliği, kendisine karşı olumsuz bir güç niteliğine bürünür ve insanlar arasında olumsuz bir birliğin oluşmasına yol açar. İnsanın kendi ürününün bu olumsuz etkisini Sartre «karşı-diyalektik» olarak nitelendirir; bu, insan eyleminin practico-inert (eylemsel-atıl) bir nitelik taşımasının sonucudur. Sartre yorumcularından Aronson, bu kavramlar arasındaki bağlantıyı oldukça açık bir anlatımla rotaya koymaktadır: «kıtlığın belirlediği bir dünyada, bireysel eylem practico-inert tehdidi olarak cisimleşir. Practico-inert'in karşı-diyalektiği, kıtlık alanında bir arada varolan bireylerin çokluğuna dayanmaktadır. Practico-inert kavramının, insan eylemindeki çelişikliği yani hem eylem, hem de aynı zamanda «atalet» oluşu dile getirdiği açıkça ortaya çıkmakta, bu anlatımla.
Practico-inert dünyası kendisini, insanın günlük yaşamında ortaya koyar. Sartre da işte bu gündelik örneklere dayanarak kurar «dizi»lerin yapısını. Dizinin özgüllüğü, diziyi oluşturan kişilerin birliğinin, maddesellik dolayımıyla, dışarıdan verilmiş olmasıdır: örneğin, bir otobüs kuyruğundaki kişilerin tümü otobüse binme tasarısını paylaşırlar, ama bunu ortak bir tasarı olarak algılamazlar. Tersine, her birinin tasarısı bir başkası için bir tehdit oluşturmaktadır; bu kişiler ortak yazgılarını başkalık içinde yaşarlar: «Aralarındaki özdeşlik, gelecekteki practico-inert birliktir (yalnızca); çünkü şimdi (bu özdeşlik) anlamsız bir ayrılık olarak belirlenmektedir.» Ancak, bu insanlar çok gerçek bir anlamda ayrıdırlar birbirlerinden: birlikte olma, ya da birlikte eyleme görünümü altında yalnızlık, bu somut toplumsallık yapısının, yani dizinin ayırıcı özelliğidir.
Sınıf çözümlemesi açısından bakıldığında, Sartre'ın practico-inert kavramı ilginç sonuçlara götürmekte. Bir bireyin işçi sınıfının bir üyesi olarak belirlenmesi göz önüne alındığında, bireyin bu sınıfsal varlığı practico-inert alanının parçasıdır, yazara göre: birey, kendisine dışarıdan bir zorunluluk olarak verilmiş bir durum içinde bulmaktadır kendini. Bu alana bir kez yakalanınca da, durumunu aşamaz bir türlü: tersine, giriştiği her eylemle, yani emeği ile, bu durumunu sürekli olarak bir karşı -ereksellik biçiminde yeniden üretir. Bu zorunluluğun kendini sürekli yinelemesi, Sartre'a göre, maddeselliğin insan üstündeki etkisiyle açıklanmaktadır: «İnsana 'atalet', daha önceki çalışmasının, gereklilik biçimini almış makinada, aşılamayacak bir gelecek oluşturmuş olmasından gelir...» Burada dile getirilen, açıkça, maddeselliğin kendi içinde yol açtığı bir mutlak zorunluluktur; «sınıfsal-varlığın» aşılamaz oluşu maddeselliğin kendisinden kaynaklanmaktadır.
Bireyin sınıfsal varlığını kendi eylemi aracılığıyla, karşı-ereksellik biçiminde sürekli olarak yeniden-üretmesi, Sartre'a göre, bireylerin dizisellikte birbirlerinden kopuk olarak varolmalarıyla açıklanabilir. Sermaye ilişkisini yeniden-üreten, dizinin «özel gücü,»dür böylece; bir dizi olarak varolan işçiler, kendi eylemleriyle bu başkalık durumunu yeniden-üretirler. «Böylece, (sınıf üyelerinin) gerçek üretim ilişkilerine bir 'şey' olma, insan-dışı olma damgasını vuran, 'birçok üyenin ortak eylemi' değil, her şeyden önce (bu bireylerin) yalıtılmış ve birbirlerinden ayrı olarak varolmalarıdır.»
Sermaye ilişkisinin fetişleşmesi, bir şey niteliğine bürünmesi, işçilerin bir dizi olarak varolmalarından kaynaklanmaktadır kısacası. İşçi sınıfının bir dolayımı olan dizisellik de, Sartre'ın sözünü ettiği öteki, günlük yaşama ilişkin diziler de aynı düzeyde yer almaktadır, yazarın koyduğu biçimiyle: her iki tür diziselliği de, aynı «başkalık» terimleriyle açıklar Sartre: «işçi, başkaları tarafından belirlendiği ölçüde işçi sınıfındandır... ve bir meta olarak kendi emekgücü, işçi için başkasıdır...» Dolayısıyla, emekgücü pazarının işçiler arasında yol açtığı kopukluğun, ayrılmanın anlaşılabilirliği, otobüs kuyruğundaki insanların oluşturduğu dizinin anlaşılabilirliğinden farklı değildir, yazarın açıklamasında.
Maddeselliğin diziye yüklediği başkalık ve olumsuz birlik olma niteliklerine karşıt olarak, kaynaşmış grup» un ayırıcı özelliği ortak tasarıdır. Kendi istençleriyle ortak bir amacı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen bireylerin arasındaki dolayım, olumsuz karşılılıktaki kişi, ya da maddi dünya değildir. «Başkası ile ilişki, başka durumlarda bir özne-nesne ilişkisiyken,' kaynaşmış grupta bu ikilik ortadan kalkar: «Bu grup hiçbir biçimde bir nesne değildir; zaten hiçbir zaman ben görmem bu grubu; onun beni gördüğü ölçüde, onun eyleminin beni bir araç ya da erek olarak aldığı ölçüde bütünselliğini gerçekleştirmiş olurum bu grubun.»
Buradaki ilişki, özne-nesne ilişkisi olmaktan oldukça uzak bir bütünleşme-bütünleştirme bağlantısıdır. Bu, kaynaşmış grubun yalnızca bir eylem olarak varolduğu anlamına gelir. Dolayısıyla, bu topluluk biçiminin anlaşılırlığının temeli, bireyin, aynı zamanda herkesin eylemi olma niteliğini taşıyan eyleminde yatar: Grup, «nesnelleşmesinde ortadan kalkmak üzere oluşturur kendisini.»
Kaynaşmış grupta «başkaları»ndan söz edilemez; çünkü, yalnızca sınırlı bir salt eylem süreci olmanın ötesinde grup, herkes açısından türdeş olan bir eylemlilik biçimidir. Bir yandan, ortak eylem olmanın dışında hiçbir şey değildir grup; yani, bir varlık, ya da durum olarak nitelendirilemez. Öte yandan da, hiçbir biçimde işbirliğine ya da işbölümüne dayanmaz bu eylemlilik biçimi. Bu yüzden de, baştan sona «kendim» olarak vardır grup. Bu türdeşlik çerçevesinde «çokluk» bastırılmıştır, doğal olarak.
Sartre'a göre, bu ortak ve özgür eylemin ortaya çıkması için, mantıksal olarak, diziselliğin daha önceden varolması gerekmektedir. Grup ancak bir dış tehdit karşısında oluşur; practico-inert dünyanın «ataleti» ve maddeselliği altında yaşamanın olanaksızlığı işte bu mantıksal koşula karşılık verir: «bir eylemde bütünleşen grup, edilgin biçimin bağrında ve onun olumsuzlanması olarak ortaya çıkar.»
Kısacası, işçi sınıfının özgül bir dolayım-yapısı olarak sunulan grup, Sartre'ın yapıtında, bu sınıfın diziselliğine ve «ataletine» dayandırılmaktadır. Bu da, grubu, yazarın practico-inert çözümlenmesinde başvurduğu temel kategorilere geri götürmektedir. Bu özel dolayım-yapı, kıtlığın, maddeselliğin ve çokluğun bastırılması olmasına karşın, bu kategorilerin içine yerleştiği genel düzlemde yer almaktadır. Gerçekten de, grubun özelliklerinden biri olan «birliğin dolaysız olarak kavranması» (Apocalypse) olma niteliğini kıtlık koşullarıyla açıklar Sartre. Grubun devinimini, yani başka bir deyişle, diyalektik sürecin devamlılığını sağlayan, practico-inert'in olumsuz etkileridir. Atalete düşme tehlikesinin sürekliliği, grubun yeni biçimlere bürünmesine yol açar: «ant içme», «kardeşlik ve şiddet» ve «örgüt», grubun practico-inert'e karşı mücadelesinde büründüğü farklı biçimlerden bazılarıdır.
Bu biçimlerden «Örgüt», Sartre'ın üçüncü ana dolayım-yapısı olan «kurum» ile bağlantısı açısından özel bir önem taşımaktadır. Kaynaşmış grubun tersine, örgütün özelliği kendisine yönelik oluşudur. Örgütte, etkinlik gereği sonucunda bir işlev farklılaşması oluşur; bu farklılaşma, gruptaki birey/ortak eylem aynılığını ortadan kaldırır. Burada bireysel eylem artık ortak eylemin bir işlevi olmuştur: «(İşlev) bireysel eylemin bir belirlenimidir: birey, belli bir görevi, ve yalnızca o görevi yerine getirdiği ölçüde grubun bir üyesidir.»
Örgüt bağlamında, görev, grubun ortak bireyidir: birey yaptığı görev aracılığıyla örgütün eylemiyle dolaysız olarak bağ kurar. Kaynaşmış grubun farklılaşmamış eylemiyle karşılaştırıldığında, örgüt, daha etkin bir yapı olmakla birlikte, bir yabancılaşma örneğidir. Sartre şöyle açıklar bu yabancılaşmayı: «(tüm eylemler) ortak sürecin gelişmesine katıldıkları ölçüde, bireysel eylem... sonradan geriye bakıldığında, başka her eylemle birlikte dönüşmüştür.»
Bu farklılaşma bağlamında, bireyin eylemi kendi dışındaki eylemlerin etkisine açıktır kısacası, ve buda yabancılaşmayı getirir. Kaynaşmış gruba olduğu gibi, örgüte de bireysel eylem açısından yaklaşmaktadır Sartre. Bu açıdan bakıldığında, örgütün belirlenmiş bireyleri, kaynaşmış grubun türdeşliğine göre bir üstünlük taşır; ancak Sartre yine de, bireysel eylemin ortak erek tarafından tanımlanmasında, ve bu niteliğiyle kendiliğinden bir süreç olmamasında bir yabancılaşma öğesi bulur. Kıtlık koşullarında örgütün «kurum» a dönüşmesini, bireysel olan ile ortak olan arasındaki çelişki belirler. Grup, bireyin sahip olduğu türden bir ontolojik temele sahip olmadığı için, sürekli olarak denetlenmesi gerekmektedir bu yapının; başka türlü varlığını sürdüremez. Kaynaşmış grupta bu sürekliliği ant içme sağlamaktadır; örgütün ise bu tür bir önlemi yoktur. Dolayısıyla, örgüt içinde bu dağılma tehdidine karşı birtakım güç yapıları oluşur; işte bu süreç ortak bireyin kurumsal bireye dönüşmesidir. Artık birey değildir özgürlüğün taşıyıcısı; bu özelliği kurumun ortak eylemi yüklenmiştir: «(kurum), eylem içinde, üyelerini kendi gelişmesi için gerekli olan cansız gereçler olarak üretir.»
Bireyin edilgin bir gerece dönüşmesi, doğal olarak «atalet» ve başkalığı çağrıştırmaktadır, dolaysız bir biçimde. Sonuç olarak da, bireyler açısından, kurum içinde eylem «başkası olarak eylem» dir. Böylece, diyalektik süreç bir döngüsellik olarak ortaya koymakta kendisini: practico-inert alanındaki başkalık, yabancılaşma ve ayrılık, kurumla birlikte varılan karmaşıklık düzeyinde de çıkar ortaya. Ancak, Sartre bu döngüselliğin, diyalektiğin birinci cildin araştırma konusunu oluşturan biçimsel yönünün bir özelligi olduğunu ısrarla vurgulamaktadır. Diziden başlayıp kuruma varan diyalektik, tarihsel sürecin anlatımı değildir, yazarın ifadesine göre: toplumsal yapıların bu biçimsel çözümlemesi, farklı soyutlama düzeylerinde yer alan farklı karmaşıklıktaki yapılar olarak düşünülmelidir.
Sartre'ın biçimsel çözümlemeden tarihsel sürece geçiş tasarısını şimdilik bir yana bırakarak, bu noktada, yukarıda anılan toplumsal yapıları geliştirirken yazarın kullandığı temel kategorilerin incelenmesine geçmek gerekmekte.
III. Tarih-Dışı Bir Kategori Olarak Kıtlık
Sartre'm geliştirdiği çeşitli temel toplumsal kategoriler arasında içsel bir bağ vardır: bu kategorilerin tümü de kıtlıkla bağlantılıdır. Bu çözümlemede, belli bir karmaşıklık düzeyindeki bir yapının anlaşılırlığı bir alt düzeydeki biçime dayanmaktadır; bu ilişkilerin oluşturduğu bütünsel yapının temelinde ise kıtlık yer almaktadır. Bu yüzden de, Sartre'ın kıtlık kavramının niteliği özel bir önem taşır.
Sartre'ın bu yapıtta gerçekleştirmeye çalıştığı tasarının savunucularından bazılarının ileri sürdüğünün tersine, kanımca yazar, kıtlığa mutlak, tarih-dışı bir nitelik yüklemektedir. İnsan yaşamının, her çağda geçerli olmuş ve olacak kaçınılmaz bir öğesidir kıtlık, yazara göre. Yapıtın birçok yerinde kıtlığın olumsal olduğu yolunda önermeler vardır; ancak Sartre'ın olumsallıktan anladığı, başka dünyalarda kıtlığın olmadığının önsel olarak ileri sürülemeyeceğidir, yalnızca: "Kıtlığın olumsallığı (yani, başka eylemli organizmalarla başka ortamlar arasında, doğrudan bir biçimde bolluk ilişkilerinin düşünülmesinin önsel olarak olanaksız olmadığı) insan gerçeğinin olumsallığında yeniden-içselleşmiştir. İnsan, bir kıtlık alanında, kendisi gibi başka birçok organizmayla bir arada yaşayan eylemli bir organizmadır." Bu durumda, çözümlemesinin genel doğrultusu (aşağıda da ortaya çıkacağı gibi) kıtlığın insan tarihinde kaçınılmaz olduğu yönündeyken, yazarın bu olguyu «olumsal» olarak nitelendirmesi çok şey değiştirmemektedir. Kıtlığın insanlar için aşılmaz bir olgu olduğu izlenimini vermektedir yapıtın genel doğrultusu. Ancak, kesin bir yargıya varabilmek için bu kavramın daha yakından incelenmesi gerekmektedir.
Bu durumda, Sartre'ın toplumsal sınıflar anlayışının incelenmesine de, kaçınılmaz olarak, bu «üç somut çokluk türü» —dizisellik, kaynaşmış grup ve kurum— ile başlamak gerekmektedir. Bu somut toplumsallık biçimlerinin çözümlenmesine geçmeden önce, Sartre yönteminin çok önemli bir yönünü açıklar: bu biçimler, yalnızca «sınıf» tözünün belirlenimleri, ya da kendisini ortaya koyuş biçimleri olarak varoldukları halde, bunları başlangıçta sınıf tözünün biçimleri olarak ele almayacağını açıkça belirtir, düşünür. Kısacası, bu dolayım-yapılara sınıf dolayımları olmaları açısından yaklaşmayacaktır: «Pratik alanındaki en basit, dolaysız ve yüzeysel biraraya gelişleri, günlük yaşamda ortaya çıktıkları biçimde inceleyeceğiz.»
Böylece, yöntem açısından şöyle bir sorun çıkmaktadır ortaya: genelden somuta doğru ilerleyen bir kuramsal devinim biçimini benimseyeceğini ilân etmiş olmasına karşın, genel belirlenimi —sınıf belirlenimini— bir yana bırakıp, deney dünyasının kargaşalığına dalmaktadır Sartre. Bu sorun, yazarın «dizisellik» kavramını geliştirirken kendisini yerleştirdiği başlangıç noktası ile daha da belirginleşir. Yazara göre, diyalektiğin ilk anını insanın maddi dünya ile ilişkisi oluşturur; bu ilişkide, insan bir gereksinimi karşılayarak kendisini bütünleştirmektedir. İnsanla maddi dünya arasındaki bu ilişki diyalektiğin özünü ortaya koyar: yoksunluk durumunu aşma tasarısında insan, yoksun olmada örtük olarak varolan olumsuzluğu olumsuzlamaktadır. Bu sürecin tümüyle anlaşılması için bir tek kavram kalmaktadır geriye, o da emek kavramıdır. İnsanın maddesellik üstündeki edimi emeği aracılığıyla gerçekleşir; böylece, maddesellik dolayımıyla olumsuz olumsuzlanmaktadır.
Sartre, gereksinim, maddesellik ve emek kavramlarını diylektiğin temelini oluşturan kavramlar olarak sunmaktadır: «Beden işlev demektir, işlev ise gereksinim; gereksinim de eylem demek olduğuna göre, insan emeğinin yani insanın yaşamını üretirken ve yeniden üretirken gerçekleştirdiği ilk eylemin tümüyle diyalektik olduğu söylenebilir..»
Şimdi, Sartre için, diyalektiğin, bireyin emeğinde ortaya çıkan temel yapısı tümüyle anlaşılabilir bir nitelik taşımaktadır; ancak yazar, her şeye karşın, insanın kendi başına, yani soyut bir biçimde varolmadığının bilincindedir. Ama yine de, diyalektik sürece başkalarının da dahil edilmesi, Sartre'ın gözünde, diyalektiğin yapısal bir gerekliliği değildir. Ancak şimdilik, bireyin çokluk, ya da bireylerarası ilişkiler alanına nasıl sokulduğundan soyutlayarak, insanın dış dünya ile ilişkisini çokluğun nasıl etkilediğine göz atmak yararlı olacaktır. Çokluk, bu ilişkiye yeni bir boyut katar: maddi dünya ile ilişkisinde insan hep başkalarıyla bir karsılılıklar ağı içindedir. «Karşılıklılık» kavramını Sartre başlangıçta biçimsel bir yapı olarak sunar: karşılıklılığın olumlu ya da olumsuz oluşunu insan-maddesellik ilişkisinin özgül biçimi belirler. Karşılıklılığa olumsuz yükünü veren, maddesel dünyadaki kıtlıktır: Sartre'a göre, insan, emeğini kaçınılmaz olarak bir kıtlık bağlamında harcamaktadır; bunun sonucunda da «başkası» ile ilişkisini olumsuz bir karşılıklılık olarak algılar.
Kıtlık koşullarında, her bireyin maddesellik üstündeki edimi, bir başkasınınkini engelleyici nitelik taşır; böylelikle, insanın eylemi bir karşı-eyleme, erekselliği bir karşı-erekselliğe dönüşür. «İnsan herkes için insan-olmayan, yabancı bir tür olarak vardır.. . herkesin salt varoluşu, kıtlık tarafından, hem başkası için hem herkes için sürekli bir varolmayış tehlikesi olarak belirlenir.» Dolayısıyla, insanın maddi dünyayı dönüştürmesi, kendisinin bu etkinliği, kendisine karşı olumsuz bir güç niteliğine bürünür ve insanlar arasında olumsuz bir birliğin oluşmasına yol açar. İnsanın kendi ürününün bu olumsuz etkisini Sartre «karşı-diyalektik» olarak nitelendirir; bu, insan eyleminin practico-inert (eylemsel-atıl) bir nitelik taşımasının sonucudur. Sartre yorumcularından Aronson, bu kavramlar arasındaki bağlantıyı oldukça açık bir anlatımla rotaya koymaktadır: «kıtlığın belirlediği bir dünyada, bireysel eylem practico-inert tehdidi olarak cisimleşir. Practico-inert'in karşı-diyalektiği, kıtlık alanında bir arada varolan bireylerin çokluğuna dayanmaktadır. Practico-inert kavramının, insan eylemindeki çelişikliği yani hem eylem, hem de aynı zamanda «atalet» oluşu dile getirdiği açıkça ortaya çıkmakta, bu anlatımla.
Practico-inert dünyası kendisini, insanın günlük yaşamında ortaya koyar. Sartre da işte bu gündelik örneklere dayanarak kurar «dizi»lerin yapısını. Dizinin özgüllüğü, diziyi oluşturan kişilerin birliğinin, maddesellik dolayımıyla, dışarıdan verilmiş olmasıdır: örneğin, bir otobüs kuyruğundaki kişilerin tümü otobüse binme tasarısını paylaşırlar, ama bunu ortak bir tasarı olarak algılamazlar. Tersine, her birinin tasarısı bir başkası için bir tehdit oluşturmaktadır; bu kişiler ortak yazgılarını başkalık içinde yaşarlar: «Aralarındaki özdeşlik, gelecekteki practico-inert birliktir (yalnızca); çünkü şimdi (bu özdeşlik) anlamsız bir ayrılık olarak belirlenmektedir.» Ancak, bu insanlar çok gerçek bir anlamda ayrıdırlar birbirlerinden: birlikte olma, ya da birlikte eyleme görünümü altında yalnızlık, bu somut toplumsallık yapısının, yani dizinin ayırıcı özelliğidir.
Sınıf çözümlemesi açısından bakıldığında, Sartre'ın practico-inert kavramı ilginç sonuçlara götürmekte. Bir bireyin işçi sınıfının bir üyesi olarak belirlenmesi göz önüne alındığında, bireyin bu sınıfsal varlığı practico-inert alanının parçasıdır, yazara göre: birey, kendisine dışarıdan bir zorunluluk olarak verilmiş bir durum içinde bulmaktadır kendini. Bu alana bir kez yakalanınca da, durumunu aşamaz bir türlü: tersine, giriştiği her eylemle, yani emeği ile, bu durumunu sürekli olarak bir karşı -ereksellik biçiminde yeniden üretir. Bu zorunluluğun kendini sürekli yinelemesi, Sartre'a göre, maddeselliğin insan üstündeki etkisiyle açıklanmaktadır: «İnsana 'atalet', daha önceki çalışmasının, gereklilik biçimini almış makinada, aşılamayacak bir gelecek oluşturmuş olmasından gelir...» Burada dile getirilen, açıkça, maddeselliğin kendi içinde yol açtığı bir mutlak zorunluluktur; «sınıfsal-varlığın» aşılamaz oluşu maddeselliğin kendisinden kaynaklanmaktadır.
Bireyin sınıfsal varlığını kendi eylemi aracılığıyla, karşı-ereksellik biçiminde sürekli olarak yeniden-üretmesi, Sartre'a göre, bireylerin dizisellikte birbirlerinden kopuk olarak varolmalarıyla açıklanabilir. Sermaye ilişkisini yeniden-üreten, dizinin «özel gücü,»dür böylece; bir dizi olarak varolan işçiler, kendi eylemleriyle bu başkalık durumunu yeniden-üretirler. «Böylece, (sınıf üyelerinin) gerçek üretim ilişkilerine bir 'şey' olma, insan-dışı olma damgasını vuran, 'birçok üyenin ortak eylemi' değil, her şeyden önce (bu bireylerin) yalıtılmış ve birbirlerinden ayrı olarak varolmalarıdır.»
Sermaye ilişkisinin fetişleşmesi, bir şey niteliğine bürünmesi, işçilerin bir dizi olarak varolmalarından kaynaklanmaktadır kısacası. İşçi sınıfının bir dolayımı olan dizisellik de, Sartre'ın sözünü ettiği öteki, günlük yaşama ilişkin diziler de aynı düzeyde yer almaktadır, yazarın koyduğu biçimiyle: her iki tür diziselliği de, aynı «başkalık» terimleriyle açıklar Sartre: «işçi, başkaları tarafından belirlendiği ölçüde işçi sınıfındandır... ve bir meta olarak kendi emekgücü, işçi için başkasıdır...» Dolayısıyla, emekgücü pazarının işçiler arasında yol açtığı kopukluğun, ayrılmanın anlaşılabilirliği, otobüs kuyruğundaki insanların oluşturduğu dizinin anlaşılabilirliğinden farklı değildir, yazarın açıklamasında.
Maddeselliğin diziye yüklediği başkalık ve olumsuz birlik olma niteliklerine karşıt olarak, kaynaşmış grup» un ayırıcı özelliği ortak tasarıdır. Kendi istençleriyle ortak bir amacı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen bireylerin arasındaki dolayım, olumsuz karşılılıktaki kişi, ya da maddi dünya değildir. «Başkası ile ilişki, başka durumlarda bir özne-nesne ilişkisiyken,' kaynaşmış grupta bu ikilik ortadan kalkar: «Bu grup hiçbir biçimde bir nesne değildir; zaten hiçbir zaman ben görmem bu grubu; onun beni gördüğü ölçüde, onun eyleminin beni bir araç ya da erek olarak aldığı ölçüde bütünselliğini gerçekleştirmiş olurum bu grubun.»
Buradaki ilişki, özne-nesne ilişkisi olmaktan oldukça uzak bir bütünleşme-bütünleştirme bağlantısıdır. Bu, kaynaşmış grubun yalnızca bir eylem olarak varolduğu anlamına gelir. Dolayısıyla, bu topluluk biçiminin anlaşılırlığının temeli, bireyin, aynı zamanda herkesin eylemi olma niteliğini taşıyan eyleminde yatar: Grup, «nesnelleşmesinde ortadan kalkmak üzere oluşturur kendisini.»
Kaynaşmış grupta «başkaları»ndan söz edilemez; çünkü, yalnızca sınırlı bir salt eylem süreci olmanın ötesinde grup, herkes açısından türdeş olan bir eylemlilik biçimidir. Bir yandan, ortak eylem olmanın dışında hiçbir şey değildir grup; yani, bir varlık, ya da durum olarak nitelendirilemez. Öte yandan da, hiçbir biçimde işbirliğine ya da işbölümüne dayanmaz bu eylemlilik biçimi. Bu yüzden de, baştan sona «kendim» olarak vardır grup. Bu türdeşlik çerçevesinde «çokluk» bastırılmıştır, doğal olarak.
Sartre'a göre, bu ortak ve özgür eylemin ortaya çıkması için, mantıksal olarak, diziselliğin daha önceden varolması gerekmektedir. Grup ancak bir dış tehdit karşısında oluşur; practico-inert dünyanın «ataleti» ve maddeselliği altında yaşamanın olanaksızlığı işte bu mantıksal koşula karşılık verir: «bir eylemde bütünleşen grup, edilgin biçimin bağrında ve onun olumsuzlanması olarak ortaya çıkar.»
Kısacası, işçi sınıfının özgül bir dolayım-yapısı olarak sunulan grup, Sartre'ın yapıtında, bu sınıfın diziselliğine ve «ataletine» dayandırılmaktadır. Bu da, grubu, yazarın practico-inert çözümlenmesinde başvurduğu temel kategorilere geri götürmektedir. Bu özel dolayım-yapı, kıtlığın, maddeselliğin ve çokluğun bastırılması olmasına karşın, bu kategorilerin içine yerleştiği genel düzlemde yer almaktadır. Gerçekten de, grubun özelliklerinden biri olan «birliğin dolaysız olarak kavranması» (Apocalypse) olma niteliğini kıtlık koşullarıyla açıklar Sartre. Grubun devinimini, yani başka bir deyişle, diyalektik sürecin devamlılığını sağlayan, practico-inert'in olumsuz etkileridir. Atalete düşme tehlikesinin sürekliliği, grubun yeni biçimlere bürünmesine yol açar: «ant içme», «kardeşlik ve şiddet» ve «örgüt», grubun practico-inert'e karşı mücadelesinde büründüğü farklı biçimlerden bazılarıdır.
Bu biçimlerden «Örgüt», Sartre'ın üçüncü ana dolayım-yapısı olan «kurum» ile bağlantısı açısından özel bir önem taşımaktadır. Kaynaşmış grubun tersine, örgütün özelliği kendisine yönelik oluşudur. Örgütte, etkinlik gereği sonucunda bir işlev farklılaşması oluşur; bu farklılaşma, gruptaki birey/ortak eylem aynılığını ortadan kaldırır. Burada bireysel eylem artık ortak eylemin bir işlevi olmuştur: «(İşlev) bireysel eylemin bir belirlenimidir: birey, belli bir görevi, ve yalnızca o görevi yerine getirdiği ölçüde grubun bir üyesidir.»
Örgüt bağlamında, görev, grubun ortak bireyidir: birey yaptığı görev aracılığıyla örgütün eylemiyle dolaysız olarak bağ kurar. Kaynaşmış grubun farklılaşmamış eylemiyle karşılaştırıldığında, örgüt, daha etkin bir yapı olmakla birlikte, bir yabancılaşma örneğidir. Sartre şöyle açıklar bu yabancılaşmayı: «(tüm eylemler) ortak sürecin gelişmesine katıldıkları ölçüde, bireysel eylem... sonradan geriye bakıldığında, başka her eylemle birlikte dönüşmüştür.»
Bu farklılaşma bağlamında, bireyin eylemi kendi dışındaki eylemlerin etkisine açıktır kısacası, ve buda yabancılaşmayı getirir. Kaynaşmış gruba olduğu gibi, örgüte de bireysel eylem açısından yaklaşmaktadır Sartre. Bu açıdan bakıldığında, örgütün belirlenmiş bireyleri, kaynaşmış grubun türdeşliğine göre bir üstünlük taşır; ancak Sartre yine de, bireysel eylemin ortak erek tarafından tanımlanmasında, ve bu niteliğiyle kendiliğinden bir süreç olmamasında bir yabancılaşma öğesi bulur. Kıtlık koşullarında örgütün «kurum» a dönüşmesini, bireysel olan ile ortak olan arasındaki çelişki belirler. Grup, bireyin sahip olduğu türden bir ontolojik temele sahip olmadığı için, sürekli olarak denetlenmesi gerekmektedir bu yapının; başka türlü varlığını sürdüremez. Kaynaşmış grupta bu sürekliliği ant içme sağlamaktadır; örgütün ise bu tür bir önlemi yoktur. Dolayısıyla, örgüt içinde bu dağılma tehdidine karşı birtakım güç yapıları oluşur; işte bu süreç ortak bireyin kurumsal bireye dönüşmesidir. Artık birey değildir özgürlüğün taşıyıcısı; bu özelliği kurumun ortak eylemi yüklenmiştir: «(kurum), eylem içinde, üyelerini kendi gelişmesi için gerekli olan cansız gereçler olarak üretir.»
Bireyin edilgin bir gerece dönüşmesi, doğal olarak «atalet» ve başkalığı çağrıştırmaktadır, dolaysız bir biçimde. Sonuç olarak da, bireyler açısından, kurum içinde eylem «başkası olarak eylem» dir. Böylece, diyalektik süreç bir döngüsellik olarak ortaya koymakta kendisini: practico-inert alanındaki başkalık, yabancılaşma ve ayrılık, kurumla birlikte varılan karmaşıklık düzeyinde de çıkar ortaya. Ancak, Sartre bu döngüselliğin, diyalektiğin birinci cildin araştırma konusunu oluşturan biçimsel yönünün bir özelligi olduğunu ısrarla vurgulamaktadır. Diziden başlayıp kuruma varan diyalektik, tarihsel sürecin anlatımı değildir, yazarın ifadesine göre: toplumsal yapıların bu biçimsel çözümlemesi, farklı soyutlama düzeylerinde yer alan farklı karmaşıklıktaki yapılar olarak düşünülmelidir.
Sartre'ın biçimsel çözümlemeden tarihsel sürece geçiş tasarısını şimdilik bir yana bırakarak, bu noktada, yukarıda anılan toplumsal yapıları geliştirirken yazarın kullandığı temel kategorilerin incelenmesine geçmek gerekmekte.
III. Tarih-Dışı Bir Kategori Olarak Kıtlık
Sartre'm geliştirdiği çeşitli temel toplumsal kategoriler arasında içsel bir bağ vardır: bu kategorilerin tümü de kıtlıkla bağlantılıdır. Bu çözümlemede, belli bir karmaşıklık düzeyindeki bir yapının anlaşılırlığı bir alt düzeydeki biçime dayanmaktadır; bu ilişkilerin oluşturduğu bütünsel yapının temelinde ise kıtlık yer almaktadır. Bu yüzden de, Sartre'ın kıtlık kavramının niteliği özel bir önem taşır.
Sartre'ın bu yapıtta gerçekleştirmeye çalıştığı tasarının savunucularından bazılarının ileri sürdüğünün tersine, kanımca yazar, kıtlığa mutlak, tarih-dışı bir nitelik yüklemektedir. İnsan yaşamının, her çağda geçerli olmuş ve olacak kaçınılmaz bir öğesidir kıtlık, yazara göre. Yapıtın birçok yerinde kıtlığın olumsal olduğu yolunda önermeler vardır; ancak Sartre'ın olumsallıktan anladığı, başka dünyalarda kıtlığın olmadığının önsel olarak ileri sürülemeyeceğidir, yalnızca: "Kıtlığın olumsallığı (yani, başka eylemli organizmalarla başka ortamlar arasında, doğrudan bir biçimde bolluk ilişkilerinin düşünülmesinin önsel olarak olanaksız olmadığı) insan gerçeğinin olumsallığında yeniden-içselleşmiştir. İnsan, bir kıtlık alanında, kendisi gibi başka birçok organizmayla bir arada yaşayan eylemli bir organizmadır." Bu durumda, çözümlemesinin genel doğrultusu (aşağıda da ortaya çıkacağı gibi) kıtlığın insan tarihinde kaçınılmaz olduğu yönündeyken, yazarın bu olguyu «olumsal» olarak nitelendirmesi çok şey değiştirmemektedir. Kıtlığın insanlar için aşılmaz bir olgu olduğu izlenimini vermektedir yapıtın genel doğrultusu. Ancak, kesin bir yargıya varabilmek için bu kavramın daha yakından incelenmesi gerekmektedir.