Varoluş - 2
|
Şüphesiz bir varoluş felsefesi Pascal veya Kierkegaard’da olduğu gibi mutlaka dinsel bir felsefe olmak zorunda değildir. Ama o her zaman dünyada bir durum içinde bulunan, yani kendi geleceğiyle, gerçekleştirilmesi veya gerçekleştirilmemesi kendisine kalmış olan imkanlarıyla ilişki içinde bulunan bir öznel insan, var olan özne felsefesidir. Bu insan sadece doğadaki nesnelerle değil, aynı zamanda diğer insanlarla da ilişki içinde bulunan bir insandır. Fransa’da 1945 yılında en fazla başarı kazanmış varoluş felsefelerinden birini, Jean Paul Sartre’ın varoluşçuluğunu analiz ederek bu varoluş kavramını aydınlığa kavuşturalım.
6. Jean Paul Sartre’ın varoluşçuluğu
1. Varoluşçuluk bir hümanizmdir
Jean Paul Sartre bir konferansına şu çok özel başlığı vermiştir: Varoluşçuluk bir hümanizmdir. Sartre, varoluşun özden önce geldiğini ilan eder. Burada imal edilmiş nesnelerin varoluşundan tamamen farklı olan insani varoluş söz konusudur. Örneğin, konferansçının önünde bulunan şu sürahi vardır. Ancak o var olmadan önce düşünülmüş, belki onu yapan insan tarafından bir kağıt üzerine çizilmiştir. O, özel olarak içine su konulması için tasarlanmıştır. Bir örneğe göre ve bir amaç için kullanılmak üzere yapılmış olan bu sürahi bir kavram, bir fikir, başka deyişle bir varoluş olmadan önce bir öz olmuştur. Ama ben, insan, çok basit olarak sadece varım. Benim kişiliğim önceden ve belli bir amaçla çizilmiş bir örneğe göre yapılmamıştır. insan söz konusu olduğunda varoluş özden önce gelir. Varoluşun öze bu önceliği arkasından bir özgürlük felsefesini sürükler. Herhangi bir amaca hizmet etmeyi, herhangi bir girişimde bulunmayı seçen benim.
Varoluşun bu önceliğini ileri sürerek Sartre şüphesiz bazı klasik filozofların özcü tanrıbilimlerine saldırmaktadır. O, Leibniz’in Tanrı’nın daha sonra kendisini gerçekleştirmek için önce mümkün insan kavramını tasavvur ettiğini söyleyen akılcı tanrıbilimine tamamen karşıdır. Böyle bir felsefede somut varoluş ancak özün açılmasıdır. Ve örneğin tüm hayatımın eylemleri beni tanımladığı ileri sürülen başlangıçtaki formülün açığa çıkmasından başka bir şey olamazlar. Fakat varoluşçuluk bu noktada -Sartre kendisinin tanrı tanımaz olduğunu ilan etse de- insanın esrarlı bir sevgiden, nedeni olmayan tanrısal bir cömertlikten ortaya çıktığını söyleyen Hıristiyan geleneğiyle birleşmektedir. insan iyi düzenlenmiş bir mekanizma değildir, kendini mahvetme veya kurtarma konusunda özgür olan bir yaratıktır. Her neyse varoluşçuluk kesin olarak bilimciliğe karşıdır ve yapısalcılık varoluş felsefesine karşı bilimciliğin bir tür intikamı olacaktır.
Bilimcilik her zaman insanı bir şey gibi açıklama arzusuna boyun eğer (Teknokrasi de, pratik alanda, insanı bir nesne gibi kullanmaya çalışır). Sartre’dan çok önce Gabriel Marcel bu temayı geliştirmişti. O, 1925’ten itibaren varoluş ve nesnellik arasında ayrım yapmaktaydı. Nesne, önümdedir, onu dıştan inceleyebilirim, analiz edebilirim. O bir problem teşkil eder (Yunanca problem, Latince nesne (objet), önüme konulan şey anlamına gelir). Ben nesnelere sahibim, ama kendimle ilişkilerim artık sahip olma ilişkileri değil, bir olma durumu, yani varoluş durumudur. Ben, şu kol saatine sahibim, ama şu bedenim veya şu bilincim. Saatimin bozulması saatçinin tekniğinin çözebileceği nesnel bir problemdir, ama kendimi suçladığım bir yanlış, bir problem değildir, varoluşsal bir sırdır. Doğrudan doğruya kişiliğimi, varoluşumu ilgilendiren hiçbir şey nesnel teknikler alanına ait değildir. Teknisyenin suçu, kişiyi nesneleştirmek, ona bir bütünde kullanılabilir bir öğe gibi davranmaktır.
2. insanın aşkınlığı
kendisini çevreleyen şey tarafından tamamen belirlenmiş olduğunu söylemekteydi. Bu dogmatik tezin yerine Sartre bir diyalektiği geçirir. Gerçekten Sartre bir yandan her insanın bir "durum içinde" olduğunu kabul eder (Bu her varoluş felsefesine özgü olan bir kabuldür). insanın bir bedeni, bir geçmişi, dostları veya düşmanları, önünde engeller vb. vardır. Ama öte yandan duruma anlamını veren, var olan insandır. Örneğin, bir belirlenimci, bir "özcü" insanların "dayanılmaz bir durum içinde" oldukları için başkaldırdıklarını iddia eder. Sartre ise, hiçbir durumun kendisi bakımından dayanılmaz olmadığına, ona bu anlamı veren şeyin varoluşsal bir başkaldırı projesi olduğuna dikkat çeker. Bir başka şeyle ilgili olarak aynı durumu Tanrı’nın bizi bir sınaması olarak görebilirdik. Geleceğe ilişkin niyetlerimi, amaçlarımı şimdiki duruma yansıtarak, hangisi olursa olsun, bu durumu özgürlüğümün sebebi kılmaktayım. Daha önce Kierkegaard da her varoluş durumunun arkasından sayısız imkanları sürüklediğine işaret etmişti. insanın omuzları üzerine çöken seçim yapma zorunluluğunun nedeni buydu. Var olan bir şey olmak, imkanları tasarlamak için dünya sahnesinde birinci planda bir rol oynamak zorunlu değildir. Kierkegaard içinde hiçbir olayın cereyan etmediği, en büyük olayın bir yaban horozunun uçması olduğu Danimarka’nın tam göbeğinde yer alan Jutland ovalarının ortasında bile insanın bir varolan olduğunu, seçim yapmak (örneğin Tanrı’ya lanet etmek veya tersine ona şükranlarını sunmak) zorunda olduğunu söylemekteydi. En acı verici, en zorlayıcı durumlar insanın özgür bir varolan olma durumunu ortadan kaldırmazlar, tersine onu ortaya çıkarırlar. Sartre 1945 yılında şunları söylemekteydi: "Hiçbir zaman Alman işgali altında olduğumuz zamanki kadar özgür olmadık." Paradoks ancak görünüştedir, çünkü bir durum ne kadar zor, trajikse, ne kadar bizi zorlarsa, yapacağımız seçim o kadar acildir. Durumlara anlamlarını veren şey, benim bir varolan olarak kararlarımdır. Dünya benim özgürlüğümün aynasından başka bir şey değildir. Sartre’ın aşkınlık dediği şey, geleceğe ilişkin bir tasarıyla şu andaki bir durumun aşılmasıdır.
işte tam da bir durum içinde olan varlıklar olduğumuz için, Pascal’ın dediği gibi , "gemiye binmiş" olduğumuz için seçimlerimiz kaçınılmazdır, bir tür "özgür olmaya mahkumuz". Seçmemeyi seçmek de bir seçim yapmaktır. Hiçbir şey yapmamak, varolan bir insan olarak bir karar vermektir ve bunu yapandan hesap sorulabilir. Buna her an seçim yapmak zorunda olduğumuzu da ekleyelim. Dün verdiğim özgür kararlar yarınki kararlarımı bağlamaz. Her an, eğer istersem, hayatımı değiştirebilirim. Burada varoluş kavramının onu varlık kavramının karşısına yerleştiren çok özel bir anlamını kavramaktayız.
Var olmak, kendisine mühlet verilmiş olma, geleceğimi yeni bir yöne çevirme ve böylece geçmişimi değiştirme ve onu kurtarma imkanına sahip olmamdır. Özgürlüğüm ancak ölümümle sona ermektedir. Var olmaktan kesildiğim anda hayatım, varlık ve öz olmaktadır. O artık tümüyle geçmiştedir, artık kader haline dönüşmüştür. Varoluşum bundan böyle verilmiş bir şey gibi anlatabileceğim, betimleyebileceğim donmuş, belirli, kapalı varlık haline dönüşmüştür.
Özetle varlık, geçmiş varoluştur. Hegel daha önce olağanüstü bir söz söylemişti: "Wesen ist was gewesen ist": Varlık, var olmuş olandır. Böylece cehennemde olan Kapalı Oturum’un kahramanlarının artık geçmiş hayatları üzerinde hiçbir güçleri yoktur. Onlardan biri şöyle bir cümle -varoluşçuluğun ünlü cümlelerinden biri- sarf eder: "Sen hayatından başka bir şey değilsin." Var olduğum (ve her an hayatımı değiştirme gücüne sahip olduğum bir zamanda özgürlüğümü dile getiren, öldüğüm zaman ise özümü ve kaderimi ifade eden bir cümle. Hayatım o andan itibaren artık varlık haline gelmek üzere varoluş olmaktan çıkmıştır. O, benden sonra yaşayanlar için artık tamamen bitmiş bir hikayeden başka bir şey değildir. "Ölmek, yaşayanlara yem olmaktır."
3. Varolan bir şeyin doğası yoktur
Bir durum içinde varoluşa sahip olan insanın, -hangisi olursa olsun- bu durum karşısında özgür olduğunu gördük. Onun kendi karşısında, kendisiyle ilgili olarak da özgür olduğunu eklememiz gerekir. Varoluşa sahip olan bir varlık olduğu için insanın doğası yoktur. Bu cümleyi kolayca açıklayabiliriz. Şu çakıl taşının, şu koltuğun bir doğası vardır. Onlar tamamen ve basit olarak neyse odur. Onlar "kendinde" varlıklardır. (Altının som olduğunun söylendiği gibi) onların gerçeklikleri, somdur. Onlar için ne "içeri", ne "mümkünler" söz konusudur. Ama insan varoluşa sahip olduğunun bilincindedir. O, "kendisi için" vardır. Tekrar edelim: Diğer varlıkların bir şey "olma"sına karşılık, insan varoluşa sahiptir, yani o "kendisi için"in aşkınlığı sayesinde her zaman bir şey "olma"nın dışına çıkar.
Etimolojik anlamında var olmak, "dışına çıkmak"tır (ex-ister). Özgür varoluşun ifade ettiği bu sürekli dışa çıkış, varoluşa sahip olan hiçbir şeyin, var olmaya devam ettikçe, önceden belirlenmiş bir doğanın kölesi olamayacağı sonucunu doğurur. Ne bedenim, ne karakterim dediğim şey, ne hayat şartlarım benim için bir kader değildir. Gündelik dilde dendiği gibi, ben "paçamı kurtarabilirim, işin içinden sıyrılabilirim (s’en sortir)". Varoluşculuğun anlamı budur. Varolan bir şey olmak, her şeyden önce bilinçli bir varlık olmaktır. Bilinçli zihnim kendime bir öz, bir doğa yakıştırmamı bana yasaklamaktadır. Örneğin, üzgün olduğumun bilincinde olmam ne demektir? Bu üzüntümü benim uzağımda bulunan bir nesne gibi ortaya koymam demektir. Bir başkasını görür gibi yerimde duramadığımı, kıvrandığımı görmem, ağladığımı işitmem demektir. Üzüntüsünün bilincine varan ben, artık üzüntülü olan benin tamamen aynı değildir. "Kendisi için" olmak, bilinçli olmak demek, artık tam olarak kendisiyle bir düşmemek, kendini hiçbir zaman bir şey olmamaya mahkum bir varlık olarak görmek demektir.
Varlığa sahip olmamız (şeyler, nesneler gibi) ne isek o olmamızdır. Varoluşa sahip olmamız ise her zaman ne değilsek o olmamızdır, ne isek o olmamamızdır. Ben ancak zihnimde, ne isem oyum. Gerçekte her zaman niyetim kötü olmaksızın ciddiye alamayacağım rolümü aşarım. Çünkü bu rol benim olmadığım, oynadığım bir roldür. Kelimeler’de Sartre, küçük Sartre’ın bembeyaz sakalı ile Tanrı babaya benzeyen ciddi büyük babasının önünde nasıl örnek-çocuk komedisini oynadığını anlatır. Ama bu örnek-çocuk o değildi (Çünkü biz hiçbir şey değiliz, salt özgürlüğüz ve "varlık hiçliği"yiz), o, o örnek-çocuk gibiymiş gibi yapmaktaydı. Böylece Varlık ve Hiçlik’in ünlü bir örneğini yeniden ele alırsak, "canlı jestlerine sahip olan ve biraz fazla saygıyla eğilen" bir kukla gibi yanımıza yaklaşan garson bize bir komedi oynadığı duygusunu verir. O, neyi oynamaktadır? Garsonu. iş işten Geçti filminde fiyakalı üniforması içinde büyük bir hoşnutlukla aynada kendine bakan savaşçı, yüce, asil bir "şey"e dönüşen, özü gereği Efendi’yi temsil ettiğini düşünen diktatörün kötü niyeti daha vahimdir. Sartre’ın "alçak" dediği (O, böylece argo bir kelimeye felsefi bir anlam kazandırır) insan, tam da varoluşa sahip olduğunu unutan ve "özsel" bir üstünlüğe sahip olduğunu zanneden "tıkabasa varlıkla dolu" bir insandır. Son derece kötü niyetle insan doğa bakımından erkeğin kadından üstün olduğunu, namuslu insanın serseriden başka bir öze sahip olduğunu, beyazların siyahlara hakim olmak için yaratılmış olduğunu ilan edebilir.
Üç büyük varoluşçu kitap "alçaklar"ın kurbanlarının savunmasını üstlenir. Yahudi Sorunu Üzerine Düşünceler’ de Sartre, Yahudileri, Yahudi düşmanlarının zihinlerinde buldukları geleneksel ve efsanevi imgeden kendilerini kurtarmaya davet eder. "Yahudi özü" diye bir şey yoktur ve diğer halklar gibi Yahudiler de varoluşlarını kazanmak zorundadırlar. Aynı şekilde Jean Genet vesilesiyle (Aziz Genet, Komedyen ve Þehit) Sartre namuslu insanların cani bir yaratığa dönüştürmeye çalıştıkları genç bir suçlunun vakası üzerine eğilir. O, genç suçluya "Sen bir serseriden başka şey değilsin" denmiştir ve belki o özgürlüğü için toplumun ona yüklediği bu kötü insan rolünü üstlenmekten başka bir çıkış yolu görmemiştir. Ama nasıl ki "özü gereği" namuslu insanlar yoksa, "özü gereği " hırsız veya serseriler de yoktur. Aynı şekilde Simone de Beauvoir, ikinci Cins’te kadının ne olduğu ileri sürülüyorsa o olmadığını; a priori bir kadın özü, ezeli-ebedi kadınlık diye bir şeyin var olmadığını göstermeye yönelir. Ezeli-ebedi kadınlık, zencilerin çocuksu oldukları, Yahudilerin dalaveracı olduklarına ilişkin efsanelere benzer özcü bir efsanedir. Kadının doğası gereği cilveli, hoppa, erkekten daha az zeki olduğu doğru değildir. Bilinçli varolanlar olduğumuz için insani varlığın özü yoktur. Bilinç her veriyi nesne olarak koyduğu, onu aştığı veya Sartre’ın dediği gibi hiçliğe dönüştürdüğü için bilinçli varolan, varlığın zıddıdır.
Sartre’ın "hiçlik" dediği, bilincin bir özelliği olan bu, insanın kendisiyle veya bir durumla bir düşmemesi, kendisinden sürekli olarak ayrı olması olgusudur. Bilincim nesne olarak koyduğu ve aştığı bu benin özelliklerini "hiçleştirir". O halde ben her zaman bu hiçle, bilincin göstergesi olan bu "hiçlik"le kendimden ayrıyım. Sartre burada (kantçı veya descartesçı biçimi altında) geleneksel üniversite idealizmiyle, yani düşünülen şeyin düşünen özneye göreli olduğu ve bilincin önce geldiği görüşüyle buluşmaktadır. Burada, "Bilinç her şeyin üzerine yükselen gurur ve her şeyi düşüncenin bir varlığı kılan inkardır" diyen Alain’den fazla uzakta değiliz.
6. Jean Paul Sartre’ın varoluşçuluğu
1. Varoluşçuluk bir hümanizmdir
Jean Paul Sartre bir konferansına şu çok özel başlığı vermiştir: Varoluşçuluk bir hümanizmdir. Sartre, varoluşun özden önce geldiğini ilan eder. Burada imal edilmiş nesnelerin varoluşundan tamamen farklı olan insani varoluş söz konusudur. Örneğin, konferansçının önünde bulunan şu sürahi vardır. Ancak o var olmadan önce düşünülmüş, belki onu yapan insan tarafından bir kağıt üzerine çizilmiştir. O, özel olarak içine su konulması için tasarlanmıştır. Bir örneğe göre ve bir amaç için kullanılmak üzere yapılmış olan bu sürahi bir kavram, bir fikir, başka deyişle bir varoluş olmadan önce bir öz olmuştur. Ama ben, insan, çok basit olarak sadece varım. Benim kişiliğim önceden ve belli bir amaçla çizilmiş bir örneğe göre yapılmamıştır. insan söz konusu olduğunda varoluş özden önce gelir. Varoluşun öze bu önceliği arkasından bir özgürlük felsefesini sürükler. Herhangi bir amaca hizmet etmeyi, herhangi bir girişimde bulunmayı seçen benim.
Varoluşun bu önceliğini ileri sürerek Sartre şüphesiz bazı klasik filozofların özcü tanrıbilimlerine saldırmaktadır. O, Leibniz’in Tanrı’nın daha sonra kendisini gerçekleştirmek için önce mümkün insan kavramını tasavvur ettiğini söyleyen akılcı tanrıbilimine tamamen karşıdır. Böyle bir felsefede somut varoluş ancak özün açılmasıdır. Ve örneğin tüm hayatımın eylemleri beni tanımladığı ileri sürülen başlangıçtaki formülün açığa çıkmasından başka bir şey olamazlar. Fakat varoluşçuluk bu noktada -Sartre kendisinin tanrı tanımaz olduğunu ilan etse de- insanın esrarlı bir sevgiden, nedeni olmayan tanrısal bir cömertlikten ortaya çıktığını söyleyen Hıristiyan geleneğiyle birleşmektedir. insan iyi düzenlenmiş bir mekanizma değildir, kendini mahvetme veya kurtarma konusunda özgür olan bir yaratıktır. Her neyse varoluşçuluk kesin olarak bilimciliğe karşıdır ve yapısalcılık varoluş felsefesine karşı bilimciliğin bir tür intikamı olacaktır.
Bilimcilik her zaman insanı bir şey gibi açıklama arzusuna boyun eğer (Teknokrasi de, pratik alanda, insanı bir nesne gibi kullanmaya çalışır). Sartre’dan çok önce Gabriel Marcel bu temayı geliştirmişti. O, 1925’ten itibaren varoluş ve nesnellik arasında ayrım yapmaktaydı. Nesne, önümdedir, onu dıştan inceleyebilirim, analiz edebilirim. O bir problem teşkil eder (Yunanca problem, Latince nesne (objet), önüme konulan şey anlamına gelir). Ben nesnelere sahibim, ama kendimle ilişkilerim artık sahip olma ilişkileri değil, bir olma durumu, yani varoluş durumudur. Ben, şu kol saatine sahibim, ama şu bedenim veya şu bilincim. Saatimin bozulması saatçinin tekniğinin çözebileceği nesnel bir problemdir, ama kendimi suçladığım bir yanlış, bir problem değildir, varoluşsal bir sırdır. Doğrudan doğruya kişiliğimi, varoluşumu ilgilendiren hiçbir şey nesnel teknikler alanına ait değildir. Teknisyenin suçu, kişiyi nesneleştirmek, ona bir bütünde kullanılabilir bir öğe gibi davranmaktır.
2. insanın aşkınlığı
kendisini çevreleyen şey tarafından tamamen belirlenmiş olduğunu söylemekteydi. Bu dogmatik tezin yerine Sartre bir diyalektiği geçirir. Gerçekten Sartre bir yandan her insanın bir "durum içinde" olduğunu kabul eder (Bu her varoluş felsefesine özgü olan bir kabuldür). insanın bir bedeni, bir geçmişi, dostları veya düşmanları, önünde engeller vb. vardır. Ama öte yandan duruma anlamını veren, var olan insandır. Örneğin, bir belirlenimci, bir "özcü" insanların "dayanılmaz bir durum içinde" oldukları için başkaldırdıklarını iddia eder. Sartre ise, hiçbir durumun kendisi bakımından dayanılmaz olmadığına, ona bu anlamı veren şeyin varoluşsal bir başkaldırı projesi olduğuna dikkat çeker. Bir başka şeyle ilgili olarak aynı durumu Tanrı’nın bizi bir sınaması olarak görebilirdik. Geleceğe ilişkin niyetlerimi, amaçlarımı şimdiki duruma yansıtarak, hangisi olursa olsun, bu durumu özgürlüğümün sebebi kılmaktayım. Daha önce Kierkegaard da her varoluş durumunun arkasından sayısız imkanları sürüklediğine işaret etmişti. insanın omuzları üzerine çöken seçim yapma zorunluluğunun nedeni buydu. Var olan bir şey olmak, imkanları tasarlamak için dünya sahnesinde birinci planda bir rol oynamak zorunlu değildir. Kierkegaard içinde hiçbir olayın cereyan etmediği, en büyük olayın bir yaban horozunun uçması olduğu Danimarka’nın tam göbeğinde yer alan Jutland ovalarının ortasında bile insanın bir varolan olduğunu, seçim yapmak (örneğin Tanrı’ya lanet etmek veya tersine ona şükranlarını sunmak) zorunda olduğunu söylemekteydi. En acı verici, en zorlayıcı durumlar insanın özgür bir varolan olma durumunu ortadan kaldırmazlar, tersine onu ortaya çıkarırlar. Sartre 1945 yılında şunları söylemekteydi: "Hiçbir zaman Alman işgali altında olduğumuz zamanki kadar özgür olmadık." Paradoks ancak görünüştedir, çünkü bir durum ne kadar zor, trajikse, ne kadar bizi zorlarsa, yapacağımız seçim o kadar acildir. Durumlara anlamlarını veren şey, benim bir varolan olarak kararlarımdır. Dünya benim özgürlüğümün aynasından başka bir şey değildir. Sartre’ın aşkınlık dediği şey, geleceğe ilişkin bir tasarıyla şu andaki bir durumun aşılmasıdır.
işte tam da bir durum içinde olan varlıklar olduğumuz için, Pascal’ın dediği gibi , "gemiye binmiş" olduğumuz için seçimlerimiz kaçınılmazdır, bir tür "özgür olmaya mahkumuz". Seçmemeyi seçmek de bir seçim yapmaktır. Hiçbir şey yapmamak, varolan bir insan olarak bir karar vermektir ve bunu yapandan hesap sorulabilir. Buna her an seçim yapmak zorunda olduğumuzu da ekleyelim. Dün verdiğim özgür kararlar yarınki kararlarımı bağlamaz. Her an, eğer istersem, hayatımı değiştirebilirim. Burada varoluş kavramının onu varlık kavramının karşısına yerleştiren çok özel bir anlamını kavramaktayız.
Var olmak, kendisine mühlet verilmiş olma, geleceğimi yeni bir yöne çevirme ve böylece geçmişimi değiştirme ve onu kurtarma imkanına sahip olmamdır. Özgürlüğüm ancak ölümümle sona ermektedir. Var olmaktan kesildiğim anda hayatım, varlık ve öz olmaktadır. O artık tümüyle geçmiştedir, artık kader haline dönüşmüştür. Varoluşum bundan böyle verilmiş bir şey gibi anlatabileceğim, betimleyebileceğim donmuş, belirli, kapalı varlık haline dönüşmüştür.
Özetle varlık, geçmiş varoluştur. Hegel daha önce olağanüstü bir söz söylemişti: "Wesen ist was gewesen ist": Varlık, var olmuş olandır. Böylece cehennemde olan Kapalı Oturum’un kahramanlarının artık geçmiş hayatları üzerinde hiçbir güçleri yoktur. Onlardan biri şöyle bir cümle -varoluşçuluğun ünlü cümlelerinden biri- sarf eder: "Sen hayatından başka bir şey değilsin." Var olduğum (ve her an hayatımı değiştirme gücüne sahip olduğum bir zamanda özgürlüğümü dile getiren, öldüğüm zaman ise özümü ve kaderimi ifade eden bir cümle. Hayatım o andan itibaren artık varlık haline gelmek üzere varoluş olmaktan çıkmıştır. O, benden sonra yaşayanlar için artık tamamen bitmiş bir hikayeden başka bir şey değildir. "Ölmek, yaşayanlara yem olmaktır."
3. Varolan bir şeyin doğası yoktur
Bir durum içinde varoluşa sahip olan insanın, -hangisi olursa olsun- bu durum karşısında özgür olduğunu gördük. Onun kendi karşısında, kendisiyle ilgili olarak da özgür olduğunu eklememiz gerekir. Varoluşa sahip olan bir varlık olduğu için insanın doğası yoktur. Bu cümleyi kolayca açıklayabiliriz. Şu çakıl taşının, şu koltuğun bir doğası vardır. Onlar tamamen ve basit olarak neyse odur. Onlar "kendinde" varlıklardır. (Altının som olduğunun söylendiği gibi) onların gerçeklikleri, somdur. Onlar için ne "içeri", ne "mümkünler" söz konusudur. Ama insan varoluşa sahip olduğunun bilincindedir. O, "kendisi için" vardır. Tekrar edelim: Diğer varlıkların bir şey "olma"sına karşılık, insan varoluşa sahiptir, yani o "kendisi için"in aşkınlığı sayesinde her zaman bir şey "olma"nın dışına çıkar.
Etimolojik anlamında var olmak, "dışına çıkmak"tır (ex-ister). Özgür varoluşun ifade ettiği bu sürekli dışa çıkış, varoluşa sahip olan hiçbir şeyin, var olmaya devam ettikçe, önceden belirlenmiş bir doğanın kölesi olamayacağı sonucunu doğurur. Ne bedenim, ne karakterim dediğim şey, ne hayat şartlarım benim için bir kader değildir. Gündelik dilde dendiği gibi, ben "paçamı kurtarabilirim, işin içinden sıyrılabilirim (s’en sortir)". Varoluşculuğun anlamı budur. Varolan bir şey olmak, her şeyden önce bilinçli bir varlık olmaktır. Bilinçli zihnim kendime bir öz, bir doğa yakıştırmamı bana yasaklamaktadır. Örneğin, üzgün olduğumun bilincinde olmam ne demektir? Bu üzüntümü benim uzağımda bulunan bir nesne gibi ortaya koymam demektir. Bir başkasını görür gibi yerimde duramadığımı, kıvrandığımı görmem, ağladığımı işitmem demektir. Üzüntüsünün bilincine varan ben, artık üzüntülü olan benin tamamen aynı değildir. "Kendisi için" olmak, bilinçli olmak demek, artık tam olarak kendisiyle bir düşmemek, kendini hiçbir zaman bir şey olmamaya mahkum bir varlık olarak görmek demektir.
Varlığa sahip olmamız (şeyler, nesneler gibi) ne isek o olmamızdır. Varoluşa sahip olmamız ise her zaman ne değilsek o olmamızdır, ne isek o olmamamızdır. Ben ancak zihnimde, ne isem oyum. Gerçekte her zaman niyetim kötü olmaksızın ciddiye alamayacağım rolümü aşarım. Çünkü bu rol benim olmadığım, oynadığım bir roldür. Kelimeler’de Sartre, küçük Sartre’ın bembeyaz sakalı ile Tanrı babaya benzeyen ciddi büyük babasının önünde nasıl örnek-çocuk komedisini oynadığını anlatır. Ama bu örnek-çocuk o değildi (Çünkü biz hiçbir şey değiliz, salt özgürlüğüz ve "varlık hiçliği"yiz), o, o örnek-çocuk gibiymiş gibi yapmaktaydı. Böylece Varlık ve Hiçlik’in ünlü bir örneğini yeniden ele alırsak, "canlı jestlerine sahip olan ve biraz fazla saygıyla eğilen" bir kukla gibi yanımıza yaklaşan garson bize bir komedi oynadığı duygusunu verir. O, neyi oynamaktadır? Garsonu. iş işten Geçti filminde fiyakalı üniforması içinde büyük bir hoşnutlukla aynada kendine bakan savaşçı, yüce, asil bir "şey"e dönüşen, özü gereği Efendi’yi temsil ettiğini düşünen diktatörün kötü niyeti daha vahimdir. Sartre’ın "alçak" dediği (O, böylece argo bir kelimeye felsefi bir anlam kazandırır) insan, tam da varoluşa sahip olduğunu unutan ve "özsel" bir üstünlüğe sahip olduğunu zanneden "tıkabasa varlıkla dolu" bir insandır. Son derece kötü niyetle insan doğa bakımından erkeğin kadından üstün olduğunu, namuslu insanın serseriden başka bir öze sahip olduğunu, beyazların siyahlara hakim olmak için yaratılmış olduğunu ilan edebilir.
Üç büyük varoluşçu kitap "alçaklar"ın kurbanlarının savunmasını üstlenir. Yahudi Sorunu Üzerine Düşünceler’ de Sartre, Yahudileri, Yahudi düşmanlarının zihinlerinde buldukları geleneksel ve efsanevi imgeden kendilerini kurtarmaya davet eder. "Yahudi özü" diye bir şey yoktur ve diğer halklar gibi Yahudiler de varoluşlarını kazanmak zorundadırlar. Aynı şekilde Jean Genet vesilesiyle (Aziz Genet, Komedyen ve Þehit) Sartre namuslu insanların cani bir yaratığa dönüştürmeye çalıştıkları genç bir suçlunun vakası üzerine eğilir. O, genç suçluya "Sen bir serseriden başka şey değilsin" denmiştir ve belki o özgürlüğü için toplumun ona yüklediği bu kötü insan rolünü üstlenmekten başka bir çıkış yolu görmemiştir. Ama nasıl ki "özü gereği" namuslu insanlar yoksa, "özü gereği " hırsız veya serseriler de yoktur. Aynı şekilde Simone de Beauvoir, ikinci Cins’te kadının ne olduğu ileri sürülüyorsa o olmadığını; a priori bir kadın özü, ezeli-ebedi kadınlık diye bir şeyin var olmadığını göstermeye yönelir. Ezeli-ebedi kadınlık, zencilerin çocuksu oldukları, Yahudilerin dalaveracı olduklarına ilişkin efsanelere benzer özcü bir efsanedir. Kadının doğası gereği cilveli, hoppa, erkekten daha az zeki olduğu doğru değildir. Bilinçli varolanlar olduğumuz için insani varlığın özü yoktur. Bilinç her veriyi nesne olarak koyduğu, onu aştığı veya Sartre’ın dediği gibi hiçliğe dönüştürdüğü için bilinçli varolan, varlığın zıddıdır.
Sartre’ın "hiçlik" dediği, bilincin bir özelliği olan bu, insanın kendisiyle veya bir durumla bir düşmemesi, kendisinden sürekli olarak ayrı olması olgusudur. Bilincim nesne olarak koyduğu ve aştığı bu benin özelliklerini "hiçleştirir". O halde ben her zaman bu hiçle, bilincin göstergesi olan bu "hiçlik"le kendimden ayrıyım. Sartre burada (kantçı veya descartesçı biçimi altında) geleneksel üniversite idealizmiyle, yani düşünülen şeyin düşünen özneye göreli olduğu ve bilincin önce geldiği görüşüyle buluşmaktadır. Burada, "Bilinç her şeyin üzerine yükselen gurur ve her şeyi düşüncenin bir varlığı kılan inkardır" diyen Alain’den fazla uzakta değiliz.
ANA FiKiRLER
Varoluş, var olan şeyin doğası, özü göz önüne alınmaksızın, basit olarak varlık, varolma olgusudur. Örneğin ben, benim bir insan, bir Fransız, bir hoca olmam olgusunu basit olarak var olmam olgusundan ayırt ederim. Bir özün tanımlanabilir, analiz edilebilir olmasına karşılık basit varoluş olgusu saptanır, yaşanır bir olgudur.
Kant’ın ifadesiyle varoluş, mutlak bir durumdur. Onunla karşılaşırız, ama onu tanımlayamayız. Şüphesiz Aziz Anselmus ve Descartes, Tanrı fikrinden onun varolduğunun çıkarabileceğini ileri sürmüşlerdir. Çünkü onlara göre Tanrı fikri, mükemmel bir varlık fikridir. Bu fikir, var oluşun kendisi olan mükemmellik de içinde olmak üzere bütün mükemmellikleri içermez mi? Ama Kant bu akıl yürütmeyi çürütmüştür: Mükemmel bir varlık fikrinden olsa olsa mükemmel bir varolan fikrini çıkarırım. Ama varoluşun kendisi çıkarsanabilir bir şey değildir. Kafamdaki yüz talerlik bir servet fikrinden cebimde bu yüz talerin var olduğunu çıkaramam. Tanrı fikrinden veya diğer herhangi bir fikirden birçok fikri çıkarabilirim, ama hiçbir varoluşu çıkaramam.
Çağdaş varoluşçu filozoflar (XIX. yüzyılda Kierkegaard, XX. yüzyılda Sartre) hiçbir sisteme, hiçbir mantığa indirgenebilir olmayan insani varoluşun her şeyden önce özgürlük olduğu üzerinde ısrar etmişlerdir. Nedenlerden dolayı eylemde bulunduğum söylenecektir, ama varoluşçular buna varoluşun nedenleri özgürce yaratmak olduğu şeklinde cevap vereceklerdir.
1 Yorum
BULUNDUĞUM HER ANDA FARKLI BİRŞEYİM O NEDENLE YAPACAĞIM HER TANIM ESKİDE KALACAKTIR.BİRŞEYİ TAM OLARAK ANLAMAM İÇİNDE ONUN BİTİŞİNİ DE GÖRMELİYİM Kİ ONUNLA İLGİLİ DAHA SAĞLIKLI TESBİTLERDE BULUNAYIM.ÇOK SAĞLIKLI BİR MAKALE DOĞRU KAYNAKLARA BAŞVURULMUŞ BU KONUDA FARABİNİNDE BU KONUYA IŞIK TUTABİLECEĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM.TEŞEKKÜR EDERİM MAKALE İÇİN!!