3. Estetik seyir
|
Estetik "yaratım" probleminin tam karşısında deyim yerindeyse estetik eserin "alınması" problemi bulunur. Estetik algıyla tamamen öznel bir dünyaya girmiş olmuyor muyuz? Her seyirci, her dinleyici estetik zevkini, bu zevki buldugu yerde alır ve zevklerin çeşitliligi çok renkli, çok kıvrımlı bir yelpaze üzerinde sıralanır. Sanattan hoşlanan birinin zevkini incelemenin imkansız oldugu söylenebilir. Çünkü ortada tek degil binlerce zevk vardır. "Yaratıcılar"ın ortak bir psikolojisi olmasına karşılık, seyircilerin her biri ortak bir ölçü olmaksızın kendi tarzında zevk duyar. Şüphesiz bütün seyircilerde estetik duygu kendini bir iç sevinçle ortaya koyar. Ama Karl Münchinger’in yönetiminde çalınan Bach’ın İkinci Brandenburg konçertosunu dinleyen kültürlü bir sanat severle, Top 50 listesi içinde bulunan filanca şarkıyı kendinden geçmiş bir şekilde dinleyen bir yeni yetme, aynı duyguyu mu duyarlar?
Bize öyle geliyor ki bilinçli olarak estetik duygunun öznelligini kabul eden Victor Basch’ın görüşünü benimsemek, estetik duygu hakkında her türlü felsefi kuramın imkanını kesin olarak ortadan kaldırmak ve güzelligin gerçek degeriyle ilgili her türlü yaklaşımı reddetmek demek olacaktır.
Gerçekten sanat eserinin dogurmuş oldugu en yaygın duygular, estetik duygular degildir. Açık saçık fotograflardan veya genç ve yakışıklı erkek mirasyedilerin yoksul işçi kızlarıyla evlendikleri "popüler" diye adlandırılan romanlardan hoşlanan bir insanla ilgili olarak sanatsal bir seyirden söz etmeyiz. Malraux’nun dedigi gibi, "açlık doyurucu" bu sanatlar, "karşı-sanatlar"dır. Bir sanat eserinin estetik degerinin büyük halk yıgını üzerinde elde ettigi başarıyla hemen hemen hiçbir ilgisi yoktur. XIX. yüzyılda Stendhal’ın tanınmayan bir romancı olarak kalmasına karşılık, Etienne Béquet’nin Mavi Mendil’inin roman alanında en büyük başarıyı kazanmış oldugunu unutmayalım. Phèdre’in tam bir başarısızlıkla karşılaştıgı, Le Cid’in ancak yarı-başarı elde ettigi XVII. yüzyılda Thomas Corneille’in Timocrate’ı en büyük başarıyı elde etmişti. Margot’nun agladıgı bir melodram bir sanat eseri degildir ve Margot’nun duygusu da estetik bir seyir degildir.
İnsan deneyiminin yapılarını gerçekten kendilerini gösterdikleri şekilde betimleme yönünde bir çaba olan çagdaş fenomenoloji, estetik algının kendine özgülügünün hakkını vermiştir. Mikel Dufrenne’in iyi bir biçimde gösterdigi gibi sonsuz derecede çeşitli olan tercihlerimiz, zevklerimiz, estetik deneyimi meydana getirmeleri şöyle dursun, hedefimizin kapsamını daraltırlar. "Zevk sahibi olmak, zevklere sahip olmamaktır." Benim yargım, güzelin ölçüsü olmak şöyle dursun, beni yargılar. Gerçekten geçerli estetik duygu, estetik bir gerçekligin kabul edilmesidir. "Eserin bizde olması bir yana, biz eserin içindeyiz." "Duygu"dan bir ruhun hayatının öznel bir anını degil, "temel" bir keşfin koşulunu anlamak şartıyla, estetik "duygu"dan, estetik "heyecan"dan söz edebiliriz.
Estetik bir haz, kendine özgü bir hazdır. Onu bir başka şeye geri götürmek, onun özüne ihanet etmektir. Stendhal ile birlikte "Güzellik bir mutluluk vaadidir" demek hiçbir şey söylememektir, çünkü estetik seyrediş şüphesiz bir mutluluktur, ama herhangi bir mutluluk degildir. Eger duyusal bir hazzın veya hatta cinsel bir hazzın söz konusu oldugunu kastediyorsak, estetik seyredişi kendisinden bir başka şeyle karıştırıyoruz demektir. Ancak duyusalcılıga karşı olan kuram, estetik seyretmeyi akılsal bir düzenin, gizli bir mantıgın algılanmasına indirgeyen entelektüalizm de estetik duygunun kendine özgülügüne saygı göstermemektedir. Leibniz, "Müzik, saydıgını bilmeyen bir zihnin yaptıgı bir aritmetik işlemdir" demekteydi. Fakat bir konserin dinleyicilerine verdigi duygu, matematik bir problemi çözmüş olma duygusuyla aynı şey degildir.
Peki estetik seyretmenin özü nedir? Örnegin Van Gogh’un ünlü Zeytin Agaçları tablosunu seyrettigimde duydugum duygunun özelligi nedir? Duygumun, gerçek zeytin agaçları önünde duyacagım duyguyla hiçbir ortak yanı yoktur. Gerçek zeytin agaçları beni zeytinlerini toplamaya veya belki gölgelerinde bir ögleden sonra uykusuna davet eder. Zeytin agaçları önümdedir, arzularımın basit aracıdır. Buna karşılık Van Gogh’un zeytin agaçlarının önünde olan benim. Bir kartpostal veya sıradan bir resim üzerindeki zeytin agaçları bana uykuyu, tatili düşündürür. Onlar benim için ancak bir yokluktur, oysa Van Gogh’un zeytin agaçları, büyüleyici bir varlıga sahiptirler, onlar kendi kendilerine yeterler. Onlar kelimenin gerçek anlamında beni alıp götürürler, kaçırırlar, kendi evrenimden koparırlar. Birdenbire ne tatilin dünyası, ne Provence bölgesi, Van Gogh’un dünyası olan bir dünyaya sokarlar. Bu dünya, egri bügrü, karışık zeytin agaçlarının bu dramatik ve acı içinde kıvranan dünyası, bende Van Gogh’un dramı ve acısının ötesinde esrarlı ve sürekli bir mutluluk duygusu dogurur.
Estetik seyir, yakamızı bırakmayan, bütün diger şeyleri gözümüzün önünden silen bir gerçegin bizi istila etmesidir, bütün geri kalan şeyleri ortadan kaldıran bir güzellik duygusunun ruhumuzda hazır bulunmasıdır. Altıncı Brandenburg Konçertosu’nu dinlemekteyim. Alto solistlerin polifonisi Konservatuvar’ın salonunun yırtılmış yer halılarını, yıpranmış duvar kaplamalarını görmeme engel olmamaktadır. Ama birdenbire, bir anda, her şey silinmektedir. Artık ne salon, ne diger insanlar vardır. Sadece Bach’ın kendi varlıgı demek olan sesin varlıgı vardır. Yalnız degilim. Ortada beni varlıgın dış koşullarından alıp uzaklara götüren bir diyalog vardır. Salona ne oldu? Artık o benim için mevcut degildir, çünkü maddi olan her şey uçup gitmiştir. ( Plotinos, olaganüstü güzel bir biçimde şöyle demekteydi: "Mimari, taşlarını ortadan kaldırdıgımızda binadan geri kalan şeydir." ) Çalgıcılara ilişkin görsel algım, çalgı aletlerine ilişkin işitme duyumum, köklü bir degişimle, beni kendimin üstüne çıkaran bir duyguya, coşkuya dönüşmüştür.
Bize öyle geliyor ki bilinçli olarak estetik duygunun öznelligini kabul eden Victor Basch’ın görüşünü benimsemek, estetik duygu hakkında her türlü felsefi kuramın imkanını kesin olarak ortadan kaldırmak ve güzelligin gerçek degeriyle ilgili her türlü yaklaşımı reddetmek demek olacaktır.
Gerçekten sanat eserinin dogurmuş oldugu en yaygın duygular, estetik duygular degildir. Açık saçık fotograflardan veya genç ve yakışıklı erkek mirasyedilerin yoksul işçi kızlarıyla evlendikleri "popüler" diye adlandırılan romanlardan hoşlanan bir insanla ilgili olarak sanatsal bir seyirden söz etmeyiz. Malraux’nun dedigi gibi, "açlık doyurucu" bu sanatlar, "karşı-sanatlar"dır. Bir sanat eserinin estetik degerinin büyük halk yıgını üzerinde elde ettigi başarıyla hemen hemen hiçbir ilgisi yoktur. XIX. yüzyılda Stendhal’ın tanınmayan bir romancı olarak kalmasına karşılık, Etienne Béquet’nin Mavi Mendil’inin roman alanında en büyük başarıyı kazanmış oldugunu unutmayalım. Phèdre’in tam bir başarısızlıkla karşılaştıgı, Le Cid’in ancak yarı-başarı elde ettigi XVII. yüzyılda Thomas Corneille’in Timocrate’ı en büyük başarıyı elde etmişti. Margot’nun agladıgı bir melodram bir sanat eseri degildir ve Margot’nun duygusu da estetik bir seyir degildir.
İnsan deneyiminin yapılarını gerçekten kendilerini gösterdikleri şekilde betimleme yönünde bir çaba olan çagdaş fenomenoloji, estetik algının kendine özgülügünün hakkını vermiştir. Mikel Dufrenne’in iyi bir biçimde gösterdigi gibi sonsuz derecede çeşitli olan tercihlerimiz, zevklerimiz, estetik deneyimi meydana getirmeleri şöyle dursun, hedefimizin kapsamını daraltırlar. "Zevk sahibi olmak, zevklere sahip olmamaktır." Benim yargım, güzelin ölçüsü olmak şöyle dursun, beni yargılar. Gerçekten geçerli estetik duygu, estetik bir gerçekligin kabul edilmesidir. "Eserin bizde olması bir yana, biz eserin içindeyiz." "Duygu"dan bir ruhun hayatının öznel bir anını degil, "temel" bir keşfin koşulunu anlamak şartıyla, estetik "duygu"dan, estetik "heyecan"dan söz edebiliriz.
Estetik bir haz, kendine özgü bir hazdır. Onu bir başka şeye geri götürmek, onun özüne ihanet etmektir. Stendhal ile birlikte "Güzellik bir mutluluk vaadidir" demek hiçbir şey söylememektir, çünkü estetik seyrediş şüphesiz bir mutluluktur, ama herhangi bir mutluluk degildir. Eger duyusal bir hazzın veya hatta cinsel bir hazzın söz konusu oldugunu kastediyorsak, estetik seyredişi kendisinden bir başka şeyle karıştırıyoruz demektir. Ancak duyusalcılıga karşı olan kuram, estetik seyretmeyi akılsal bir düzenin, gizli bir mantıgın algılanmasına indirgeyen entelektüalizm de estetik duygunun kendine özgülügüne saygı göstermemektedir. Leibniz, "Müzik, saydıgını bilmeyen bir zihnin yaptıgı bir aritmetik işlemdir" demekteydi. Fakat bir konserin dinleyicilerine verdigi duygu, matematik bir problemi çözmüş olma duygusuyla aynı şey degildir.
Peki estetik seyretmenin özü nedir? Örnegin Van Gogh’un ünlü Zeytin Agaçları tablosunu seyrettigimde duydugum duygunun özelligi nedir? Duygumun, gerçek zeytin agaçları önünde duyacagım duyguyla hiçbir ortak yanı yoktur. Gerçek zeytin agaçları beni zeytinlerini toplamaya veya belki gölgelerinde bir ögleden sonra uykusuna davet eder. Zeytin agaçları önümdedir, arzularımın basit aracıdır. Buna karşılık Van Gogh’un zeytin agaçlarının önünde olan benim. Bir kartpostal veya sıradan bir resim üzerindeki zeytin agaçları bana uykuyu, tatili düşündürür. Onlar benim için ancak bir yokluktur, oysa Van Gogh’un zeytin agaçları, büyüleyici bir varlıga sahiptirler, onlar kendi kendilerine yeterler. Onlar kelimenin gerçek anlamında beni alıp götürürler, kaçırırlar, kendi evrenimden koparırlar. Birdenbire ne tatilin dünyası, ne Provence bölgesi, Van Gogh’un dünyası olan bir dünyaya sokarlar. Bu dünya, egri bügrü, karışık zeytin agaçlarının bu dramatik ve acı içinde kıvranan dünyası, bende Van Gogh’un dramı ve acısının ötesinde esrarlı ve sürekli bir mutluluk duygusu dogurur.
Estetik seyir, yakamızı bırakmayan, bütün diger şeyleri gözümüzün önünden silen bir gerçegin bizi istila etmesidir, bütün geri kalan şeyleri ortadan kaldıran bir güzellik duygusunun ruhumuzda hazır bulunmasıdır. Altıncı Brandenburg Konçertosu’nu dinlemekteyim. Alto solistlerin polifonisi Konservatuvar’ın salonunun yırtılmış yer halılarını, yıpranmış duvar kaplamalarını görmeme engel olmamaktadır. Ama birdenbire, bir anda, her şey silinmektedir. Artık ne salon, ne diger insanlar vardır. Sadece Bach’ın kendi varlıgı demek olan sesin varlıgı vardır. Yalnız degilim. Ortada beni varlıgın dış koşullarından alıp uzaklara götüren bir diyalog vardır. Salona ne oldu? Artık o benim için mevcut degildir, çünkü maddi olan her şey uçup gitmiştir. ( Plotinos, olaganüstü güzel bir biçimde şöyle demekteydi: "Mimari, taşlarını ortadan kaldırdıgımızda binadan geri kalan şeydir." ) Çalgıcılara ilişkin görsel algım, çalgı aletlerine ilişkin işitme duyumum, köklü bir degişimle, beni kendimin üstüne çıkaran bir duyguya, coşkuya dönüşmüştür.
1 Yorum
Kaynak belirtilmemiş?