Sokrates Öncesi Filozofların Doğa Anlayışında Dayanışma (Solidarity) Düşüncesi - 2

Evreni belirli bir uyum, birliktelik içinde tutan bu Logos’tur. Herakleitos, doğadaki savaşımı, karşıtların çekişmesini kendiliğe terk etmeyerek ussal bir öğeye, Logos’a bağlayarak evrenin birliğini, biraradalığını, dayanışmasını sağlamaya çalışır.

Herakleitos’un çağdaşı Elealı Parmenides (aşağı-yukarı M.Ö. 515-445) bu sürekli akış sürecinde olan evren anlayışına mantıksal olarak karşı çıkıp, asıl yanılgının deney dünyasına, doğaya (physis) bakarak varlığı anlamak olduğunu ileri sürdü. Doğa, deney dünyası, duyular aracılığıyla bize sürekli değişim, çokluk içinde görünür. Bu sürekli değişim, çokluk durumunda bulunan doğaya, deney dünyasına bakarak varlığın ne olduğunu düşündüğümüzde kaçınılmaz olarak duyular bizi yanıltacak, varlığı kavramamızı engelleyecektir. Bu bakımdan Parmenides, daha önceki filozofları doğadaki (physis), deney dünyasındaki şeylerin, çokluğun bir kökten geldiğini açıklama yaklaşımlarını bir yana bırakıp, salt düşünmeyle varlığı açıklamaya çalıştı.

Parmenides’e göre “Yalnız var olan vardır, ancak varolan düşünülebilir. Varolmayan yoktur, bu nedenle de düşünülemez.” (Cornford 1957: 2-27) Bu Varolana Parmenides Bir, Bir olan der. Bir, değişmez, bölünmez, yoğunlaşmaz, seyrelmez, yok olmaz, doğmamıştır, birliktir. Bu Bir, Varolan, daha önceki filozofların düşündüğü gibi cisimsel bir şeydir. Parmenides onu, küre biçiminde, kendi içinde kapalı bütün olarak düşünür. Parmenides’in “Varolmayandan” sözünü ettiği şey boşluktur. “Varolan”, meydana gelmiş bir şey olsaydı, zorunlu olarak “varolamayan” bir şeyden meydana gelmiş olacaktı dolayısıyla da “varolmayan”, gerçekten “varolmuş” olacaktı. Varolan yok olsaydı, yerini “varolmayan” alacaktı. (Windelband 1956: 59)

Miletlilerin ileri sürdüğü gibi, “Varolan” yoğunlaşıp seyrelseydi, “Varlığın” bölümlenmesi gerekecekti, araya varolmayan girecekti. Dolayısıyla, Herakleitos’un sözünü ettiği değişim, “varolanın” içinde “yokolan” gerektirir. Parmenides, “Varlığı” böylesi düşünme biçimini, Varolan içinde varolmayanı düşünmek yanılgısına düşmekle eleştirir.

Parmenides’in eleştirisinin önemi, “Varlığın” bütünlüğünü, Bir’liğini, varolmayan aracılığıyla bölersek, varlığı varlık yapan bütünlüğün, biraradalığın, dayanışmanın dağılacağını dile getirip, “Varlığın”, varlığını bitimsiz sürdürmesinin mantıksal bir gereklilik olduğuna dikkat çekmesidir.

Pythagoras (aşağı-yukarı M.Ö. 570–497) kendisinden önceki filozofların doğayı açıklamada karşı karşıya geldikleri sorunları görüp, doğayı açıklamada öncellerinden oldukça ayrı bir yaklaşım geliştirmiştir. Miletliler doğayı, fiziksel bir madde, arkhé, temelinde açıklamaya girişmiş, farklı türden şeylerin bu maddeden nasıl oluştuğu sorunuyla karşılaşmıştılar. Doğadaki farklı şeyler bu maddeden nasıl oluşuyordu? Bu farklılıkların aynı maddenin “seyrelmesi ya da yoğunlaşması” ile oluştuğu düşüncesi ise Parmenides’in haklı olarak gösterdiği gibi ussal olarak anlaşılır değildi. Ne var ki, Parmenides’in, doğadaki değişmeyi, çokluğu bir yana bırakıp tasarladığı, salt mantıksal Bir, Varlık da deney dünyasını, fiziksel dünyayı, doğayı açıklamak için en az doğada kalıcı, değişmez hiçbir şey olmadığını ileri süren Herakleitos’un akı kavramı kadar sorunluydu.

Pythagoras geometri ile doğa (physis) arasında bir ilişki kurarak kendisinden önceki filozofların uğraştığı, ilk maddenin, arkhénin neye benzediği sorununu gereksiz kılıp, doğa kavramına yeni bir yaklaşım getirdi. Önceki filozoflar da geometri konusunda oldukça ileriydiler. Ancak onlar geometri ile doğa arasında bir bağ olabileceğini gözden kaçırmıştılar. Bu bağı Pythagoras kurar.

Geometrik şekiller uzaysal biçimler oldukları için maddi bir özellik taşımazlar. Söz gelimi, bir üçgen, bir dikdörtgen maddi olarak gösterilemez. Bunun yanı sıra “biçimsel” özellikler taşıyan bu geometrik şekillerin niteliksel farklılıkları vardır.

Pythagoras, doğanın geometrik olarak “biçimlenme gücünün” olduğunu, doğadaki niteliksel farklılıkların da bu geometrik yapılardaki farklılıklardan kaynaklandığını ileri sürdü. Böylece, yalnızca, anamaddenin, arkhénin neye benzediği sorunu önemsiz dahası gereksiz olmuyor, aynı zamanda farklı nitelikteki şeylerin bu ilk maddeden nasıl oluştukları sorunu da çözülmüş oluyordu. Miletlilere göre, anamadde, kendisinden meydana gelmiş bir şeyle aynı olamazdı, dolayısıyla annamaddeyi kendisinden meydana gelen şeylerden niteliksel olarak ayrı tutmak gerekiyordu. Bu da, anamaddeden diğer şeylerin nasıl ortaya çıktığı sorununa yol açıyordu.

Pythagoras anamaddenin “geometrik biçimlenme gücünün”, şeylerin hem ayrı ayrı hem de bütün olarak oldukları şey olmalarını sağladığını ileri sürererk anamaddenin başka zorlama niteliklere gereksinimini ortadan kaldırıyordu. Bu anlamda Pythagoras, sayıları varlığın tözü (arkhé) olarak ele alır. (Windelband 1956: 95) Onun, doğanın sayılardan oluştuğu düşüncesi, yalnızca doğanın biçimsel bir yapısının olduğunu dile getirmez bu biçimsel yapının bir uyum (harmonia) içinde olduğunu da dile getirir.

Bu geometrik uyumu gözeten Pythagoras şeylerin düzenini de bir sayılar dizgesi olarak görür. Evrende bu uyumun on temel karşıtlıkla kurulduğunu düşünür: Tek-çift, bir-çok, sağ-sol, erkek-dişi, duran-kımıldayan, doğru-eğri, aydınlık-karanlık, iyi-kötü, kare-dikdörtgen, sınırlı-sınırsız. Pythagoras evrendeki uyumu, bu karşıtlıkların matematiksel oranlarındaki uyum olarak görür. Evrende bir uyum gözeten Pythagoras, bu bakımdan, yeri (dünya) evrenin merkezi olmaktan çıkarıp, onu evrenin merkezinde yer alan ateşin etrafında dönen bir küre olarak tasarlamıştır.

Pythagoras, Anaksimenes’in havanın seyrelme-yoğunlaşma işlemi sonucunda değişik şeylere dönüşmesi düşüncesinin önemini kavramıştır. Anaksimenes şeylerin nicel bir değişimle (seyrelme ya da yoğunlaşma) biçim değiştirdiğini ileri sürerek, şeylerin dayanı masına bir temel sağlamıştı. Pythagoras bu düşünceyi daha da ileri götürerek, şeylerin salt biçimlenme güçlerinin onların özü, arkhési olduğunu dile getirip doğayı uyumlu bir geometrik dayanı manın örüntüsü olarak tasarlar.

Pythagoras’ın doğadaki dayanışmayı sayısal bir uyuma bağlama düşüncesi, kendisinden sonraki doğa filozoflarının düşüncelerinde şu ya da bu biçimde etkili olacaktır. Bu etki, doğadaki “çokluğu”, “değişmeyi”, diğer bir deyişle oluş sorununu yeniden ele alan Empedokles’in (yaklaşık olarak M.Ö. 492-432) yaklaşımında görünür.

Empedokles, Parmenides’in “varlık meydana gelmez, yokolmaz” düşüncesini, dünyanın “oluş”, “yokoluş”, “değişim” görünümüyle uyumlu kılar. Empedokles doğanın dört temel anamaddeden oluştuğunu, bu anamaddelerin Parmenides’in Bir’inin özeliklerini taşıdığını düşünür. Çok küçük parçalar olan, “meydana gelmemiş”, “yokolmaz”, “değişmez” bu anamaddeler toprak, su, hava, ateştir. Doğayı oluşturan bu dört öğe, her şeyin kökenidir. Böylelikle doğayı açıklamada öğe (element) kavramını ilk ileri süren Empedokles olmuştur. Pythagorascı biçimciliğin etkisiyle Empedokles, bu öğelerin uzayda devinirken çeşitli sayısal orantılara göre birbirlerine karışarak, “değişimi”, “çokluğu” oluşturduğunu düşünür. (Guthrie 1960: 51; Windelband 1956: 98) Pythagoras’ın biçimciliğinin etkisi açıktır. Doğada “meydana gelme” bu öğelerin “karışması”, “yokolma” da bu öğelerin “dağılmasından” başka bir şey değildir. Buöğeler Parmenides’in hareketsiz Bir’i gibi bölünmez, değişmez olduklarından kendiliklerinden karışıp dağılamazlar. Empedokles, bu öğelerin karışmasını, dağılmasını sağlayan gücün Sevgi (Philia) ile Nefret (Neikos) olduğunu söyleyerek Miletli filozofların kendiliğinden canlı anamadde (hylezooist) anlayışından ayrılıp, dışsal bir hareket nedeni varsayarak, doğaya mekanik bir yaklaşımın yolunu da açar. Ayrıca dört öğeyi anamadde saymakla, doğayı bir anamaddeye dayanarak açıklamaya çalışan Miletlilerin tekçi (monist) anamadde yaklaşımına karşı, çoğul (pluralist) anamadde düşüncesini de geliştirmiş olur.

Empedokles doğanın bütünlüğünü, birliğini, dışsal bir güç olarak Sevgi ile Nefret’in yönetimine bırakır. Miletliler doğanın dayanışmasını arkhénin canlılığıyla sağlarken, Empedokles bu dayanışmayı temel dört öğeyi belirli bir biçimde yöneten dış bir güçle sağlamaya çalışır.

Doğadaki nitelikçe birbirinden farklı sayısız çeşitliliğin Empedokles’in sınırlı “dört öğe”siyle açıklanamayacağını ileri sürerek, “doğada ne kadar nitelik olarak çeşitlilik varsa o kadar da nitelik olarak ayrı anamadde vardır” (Aristotle, Metaphysics; I, 3, 343) diyen Anaksagoras’la (yaklaşık olarak M.Ö. 500–428) bu çoğulcu anamadde anlayışı sürer. Anaksagoras da, “meydana gelme” ile “yokolma” olamayacağını düşünür. Anaksagoras anamaddeyi (arkhé), nitelik olarak ayrı olan her şeyin özü, tohumu (spermata) olarak düşünür. Doğada gördüğümüz “oluşum” ile “yokolma” da, gerçekten varolan bu özlerin, tohumların (spermata) “birleşmesinden”, “dağılmasından” başka bir şey değildir diyerek Empedokles’e katılır. Doğada gördüğümüz her şeyde, bu tohumların (anamaddelerin) hepsinden vardır, ancak bir şeyde hangi tohum (anamadde) ağır basmış, baskın gelmişse o şeyi o tohum (anamadde) çeşidine göre tanırız, adlandırırız. Sonsuz bölünebilir olan bu tohumlar (spermata) doğada yalnız başına
bulunmaz.

Doğadaki oluşumu sonsuz nitelikteki anamaddelerin birleşme, dağılma hareketi olarak ele alan Anaksagoras’a göre bu anamaddelerin “kendiliğinden hareket etme gücü” olmadığı için, onları harekete geçiren bir kuvvet gerekir. Anaksagoras sayısız anamaddeyi harekete geçiren, doğanın belirli bir düzen, erek (telos) içinde görünmesini sağlayan şeyin nous (akıl, düşünme) olduğunu belirtir. Doğanın düzenini, ereğini sağlayan nous, bir akıl gibi görünse de Anaksagoras nousu maddi bir şey olarak tasarlayarak öncellerine katılır. Bununla birlikte, Anaksagoras madde ile us arasındaki ayrımı ilk sezdiren filozoftur. (Guthrie 1960: 55) Madde olan nous, bütün maddelerin “en incesi”, “en seçkini”, “en arınmışı”, “en katışıksızı”, “en yalınıdır”. Kendi kendine hareket edebilen tek canlı maddedir. Nous, evrenin oluşumunun başlangıcında, bir karmaşa yığını (khaos) durumunda bulunan anamaddeleri (spermata) bir dönme hareketiyle yavaş yavaş kuşatarak devinime geçirmiştir. Bu devinimle benzer anamaddeler bir araya toplanmış, yer oluşmuş, yerin dış yüzündeki taşlar, kayalar büyük bir hızla boşluğa fırlayarak kızıp, akkor haline dönüşüp yıldızları oluşturmuştur.

Anaksagoras tözleri sonsuz kılarak daha karmaşık ancak daha birarada, bütün, dayanışmalı bir doğa, evren tasarımı sunar. Doğayı evrensel aklın, yani nousun yönetimine terk ederek bu dayanışmayı, bir ereğe (telos) bağlayarak daha da pekiştirir.

Doğanın oluşumunu nousun düzenleyici, biçimlendirici kuvvetinin, karmaşaya (khaos) müdahalesi olarak gören Anaksagoras’ın mekanik yaklaşımını Demokritos (yaklaşık olarak M.Ö. 460-370) daha da etkili kılacaktır. Doğayı oluşturan anamaddenin(arkhé) kendi kendisiyle özdeş kalması gerektiği düşüncesi Demokritos’a kadar iyice güçlenmiştir. Bunun ayırdında olan Anaksagoras anamaddeleri (spermata) harekete geçirebilmek, doğadaki değişimi, çokluğu açıklayabilmek için “kendinden canlı”, akıllı bir maddeye (nous) başvurmak zorunda kalmıştır. Demokritos, doğayı bir aklın (nous) biçimlendirmesi yollu bu ereksel (teleolojik) açıklamaya karışı çıkıp, kendi kendine dayanışan, bütünüyle mekanik bir doğa anlayışı geliştirir.

Demokritos’a göre de doğayı oluşturan gerçek varlık “meydana gelmemiştir”, “yokolmaz”, “değişmez”, kendi kendisiyle özdeştir. Bunun yanı sıra Demokritos, Parmenides’in “varolmayan”, (kenon) (boşluk, uzay) dediği şeyin var olduğunu ileri sürer. (Aristotle, Physics; IV, 6, 213a,31) Bu “varolmayan” (boşluk, uzay) yoluyla, “varolan”, “varlık”, görülemeyen küçüklüklere (atomoi) bölünür. (Aristotle, Metaphysics; I, 4, 985b, 4) Bu bölünmüş, ancak daha bölünemez olan bu görülemeyen şeyleri Demokritos atom (bölünemez) olarak adlandırır. Maddi olan bu atomlar yapı olarak “türdeştir”, aynı yapıdadırlar. Boşluk, uzay atomlara hareket olanağı sağlar.

Atomların birbirlerinden farklılığı, yalnızca bu boşlukta tuttukları yer, dizilişleri, büyüklükleri dolayısıyla ağırlıkları ile hafiflikleri bakımındandır. (Aristotle, Metaphysics; I, 4, 985b, 14) Diğer bir deyişle atomlar arasındaki farklılık “nitel” bir farklılık değil “nicel” bir farklılıktır. Duyu verilerimiz, bölünemeyecek kadar küçük, görünemez atomları algılayacak keskinlikte olmadığından biz ancak renk, koku, sıcaklık, soğukluk, ses gibi yanılsamaları algılarız. Çünkü atomların renk, koku, sıcaklık, soğukluk, ses gibi nitelikleri yoktur. (Aristotle, Physics; III, 4, 203a, 33)

Demokritos’un mekanik yaklaşımı doğanın oluşumunu açıklamasında daha da belirginleşir. Demokritos’a göre atomlar başlangıçta, boşlukta birbirlerine çarpmadan düzenli bir şekilde hareket etmekteydiler. Ancak mükemmel bir şekilde hareket eden atomlardan biri, boşlukta başka bir atomla çarpışarak bu düzenliliği bozup bir dönme hareketi başlatır. Bu dönme hareketiyle büyük, yavaş hareket eden atomlar ortada toplanmış yeri, toprağı meydana getirmiştir. Daha hızlı, daha hafif atomlar yukarıya doğru fırlayıp, hızlarına, hafifliklerine göre sırasıyla suyu, havayı, ateşi oluşturmuşlardır. Demokritos da Anaksagoras gibi, yıldızları, ayı, güneşi bu dönme hareketinin etkisiyle boşluğa fırlamış kızgın taşlar olduğunu düşünür. Bu düşüncelerine bakarak Demokritos’un doğanın oluşumunu rastlantıya dayadığı düşünülebilir. Ancak, Demokritos tam tersine, doğada rastlantıdan söz edilemeyeceğini, doğaya zorunluluğun egemen olduğunu savunur. Atomların çarpışmasından oluşan doğada, nedenleri bilirsek rastlantının olmadığını anlarız.

Doğanın rastlantıyla oluştuğu düşüncesi, doğadaki nedenleri bilmememizden kaynaklanır. Demokritos bu mekanik maddeci yaklaşımı yalnızca doğayı açıklamada değil insan doğasını da açıklamada sürdürür. Düşünme, algı aslında bedenimizdeki atomların en hafifi, en incesi, en düzü olan ateş atomlarının hareketinden başka bir şey değildir. Duygularımıza, arzularımıza da yine bu ate atomlarının hareketi yol açar. Ateş atomlarının hareketleri ölçülü, dingin ise insanı mutlu değilse insanı mutsuz ederler.

Sokrates öncesi doğa filozoflarının ele alıp çözmeye çalıştıkları sorunlara genel olarak baktığımızda maddi bir öğeye dayanarak doğadaki “oluşumu”, “değişimi” bir dayanışma içerisinde açıklamaya çalıştıklarını görürüz. Ancak, Sokrates öncesi filozofların maddi bir öğeye dayanarak doğayı açıklama çabaları, salt gözlemlenen, duyu dünyasına dayalı kaba bir deneycilik ya da özdekçilik olarak ele alınamaz. Her şeyin kaynağı, ilk ilkesi, temel öğesi düşüncesinin kendisi deneyi aşan, soyut bir uslamlamayı gerektirir. Bu uslamlama felsefenin, dinden, söylencelerden ayrışmasının belirtisidir.

Sokrates öncesi doğa filozofları maddi öğeyi her neyle özdeşleştirirlerse özdeşleştirsinler, yaşamdan ölüme, değişimden kalıcılığa, varlıktan yokluğa her şeyi birbiriyle ilişkili bir bütünlük içinde, bir dayanışma içinde anlaşılır, açıklanır kılmayı amaçlarlar.

Arkhé sorunu, varlığın “ilk ilkesinin” ne olduğu sorusu biçiminde ele alındığında, Sokrates öncesi filozofların arkhé kavramı kendi başına varlığın ne olduğunu açıklamaya yönelik olmaktan çok, varlığa ahlaksal bir anlam yükler. Bu bakımdan Sokrates öncesi filozofların arkhé kavramıyla sağlamaya çalıştıkları evrenin (kosmos) dayanışması, salt mantıksal olmaktan çok ahlaksal bir tutumdur. Önerilen değişik arkhé biçimleri de bu ahlaksal durumu değişik öğelere dayanarak sağlamaktan başka bir şey değildir. Miletli, Elalı, Herakleitoscu, Pisagorcu, Atomcu yaklaşımların birleştirici özelliği, evrenin (kosmos) ahlaksal bir karakteri olduğu inancıdır. Sokrates öncesi filozoflar evrenin içinde zorunlu olarak bir zihin, us, nous gördüklerinden evrenin anlaşılabilir, açıklanabilir olduğunu düşünmektedirler. (Vlastos 1947: 156-178) Bu bakımdan Sokrates öncesi filozofların evrenin salt görünür düzenliliklerini açıklamaya takılıp kaldıklarını düşünmek yanlıştır.

Sokrates öncesi doğa filozofları için evren (kosmos), düzensizlikten, karmaşıklıktan (kaos) çıkıp uyumlu bir düzene kavuşmuş doğadır. Onlar için, doğanın görünen, algılanan bu düzenliliğinin altında ne yattığı önemlidir. Bu görünen düzenliliği yine görünen bir maddi ilkeye (su, hava gibi) bağlama eğilimlerinin yanı sıra görünmez ilkeye (tohum, atom gibi) bağlama eğilimi de olmuştur.Bu ilke, ister görünür olsun ister görünmez olsun, ahlaksal bir ilkedir. Bu ilke, evreni öylesi bir biçimde birarada tutmalı ya da dayanışır kılmalı ki görünür düzenliliği salt açıklanır kılmakla kalmamalı aynı zamanda evreni ahlaksal olarak anlaşılabilir kılmalıdır (Vlastos 1947: 156-178).

Evreni ahlaksal olarak dayanışır kılmak için Sokrates öncesi filozofların hepsi, ileri sürdükleri birbirinden farklı arkhéyi yöneten bir güç tasarlamışlardır. Bu güç, Thales’in tasarladığı gibi arkhénin kendisinde (canlılık) olabileceği gibi, Empedokles’in (Sevgi-Nefret) ya da Anaksagoras’ın (nous) tasarladığı gibi arkhenin dışında da olabilir.

Sokrates öncesi filozoflar doğayı sürüp giden bir çekişme, bir gerilim ortamı olarak görürler. Bu çekişmenin, bu gerilimin yatıştırılmasını ya da dengelenmesini bu güç yönetir. Dolayısıyla arkhé ile onu yöneten güç arasındaki ilişki ırasal olarak ahlaksal bir ilişkidir. Bu ilişki, doğanın içerdiği çekişmeleri, gerilimleri uyumlu bir dayanışmaya sokan ahlaksal bir ilişkidir.
1 | 2

5 Yorumlar

MAHİR KANIK
17 Nisan 2010 01:43  

Tarihsel bir bakışla çok güzel anlatmış yazar Antik Yunan felsefesinin özünü!

18 Nisan 2010 15:14  

Gerçekten de, çok değerli bir makale olmuş; elinize, fikrinize sağlık!

Adsız
26 Nisan 2010 20:28  

güzel anlatılmıs ancak cok eksık var.

Adsız
16 Mayıs 2011 01:46  

yazarı yunan felsefesine hakim olduğu anlaşılıyor, iyi bir yoru olmuş...

Adsız
8 Kasım 2017 20:15  

güzel olmuş baya güzel yorumlar vizemde çok yardımcı olacak elinize sağlık...

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP