MEVLÂNÂ’NIN DÜŞÜNCE DÜNYASINDA FELSEFE VE FİLOZOFLAR - 1
|
Cevdet KILIÇ
Bu makalemizde bir mutasavvıf olarak Mevlânâ’nın felsefeye ve filozoflara bakış açısını ve getirdiği eleştirileri ele almaya çalıştık. Mevlânâ’nın tıpkı Gazzâlî gibi kaygısı dini olduğundan felsefeye karşı tavrı olumsuz olmuştur. Felsefeye hem kendi alanından hem de kendi alanının dışından pek çok eleştiri yöneltilmiştir. Mevlânâ filozof değil mutasavvıftır ve felsefeye dışardan eleştiri yöneltenlerden biridir. Mevlânâ’ya göre filozofların düşünceleri ve inançlarının doğruluğu tartışmalıdır. Özellikle bilgiyi elde etmede ve hakikate ulaşmada tuttukları yol, kullandıkları metot yetersiz kalmaktadır. Saf aklı gereğinden fazla yüceltmektedirler. Kendi akıllarınca kıyas ve istidlallerde bulunmaktadırlar. Bu da onları aşırı şüpheye ve vehme sürüklemektedir.
Giriş
Anadolu’da doğup gelişen tasavvufi düşüncelerin önde gelen temsilcilerinden biri de hiç şüphesiz Mevlânâ Celâleddin-i Rumî (1207-1273)’dır. Vefatının ardından VII asırdan fazla bir zaman geçmesine rağmen onun düşünceleri sadece Anadolu insanının değil, çeşitli din ve kültüre sahip bütün dünya insanlarının ilgi odağı olmaya devam etmektedir. İrene Melikoff: “Mevlânâ’nın eserlerini dünya milletleri kendi dillerine çevirip okusalar, dünyada kötülük, harp, kin, nefret diye bir şey kalmaz” derken, hangi dinin ve kültürün mensubu olursa olsun Mevlânâ’da kendi hayat felsefesine ait bir şeyler bulduğu ve hissettiği muhakkaktır. Bizzat kendisinin mana denizi diye tanımladığı Mesnevî’den hareketle, onun felsefi düşünceye de önemli etkileri ve katkıları olduğu muhakkaktır. Özellikle Anadolu’ya, oradan da bütün dünyaya yayılan “sevgi” ve “hoşgörü” felsefesi bugün dahi güncelliğini daha da artıran önemli kavramlardır.
Mevlânâ’nın eserlerinden yola çıkarak salt rasyonel felsefeye bakış açısının nasıl olduğunu görmek mümkündür. Bir mutasavvıf salt felsefeye karşı nasıl bir tavır takınır? Bu tavır olumlu mudur yoksa olumsuz mudur? Mutasavvıf ile filozof arasında bir diyalog söz konusu olabilir mi? Bu ve bu gibi sorular her zaman merak konusudur ve araştırılması gereken bir husustur. Ancak konu Mevlânâ olduğunda bu merak bir kat daha artmaktadır. Şunu baştan ifade etmek gerekirse Mevlânâ’nın felsefeye karşı tavrı genel manada olumsuzdur. Ancak bu olumsuzluğun kaynağı nelerdir? Bu tavrı benimsemesinde filozofların ne kadar katkısı vardır? Felsefi düşüncede ne gibi eksiklikler görmüştür? Felsefe neden hakikati bulmada gerçek manada rehber olamamaktadır? Felsefe neden mutasavvıflar tarafından hep zındıklıkla ve inkârcılıkla aynı kefede değerlendirilmektedir?
Bu sorulara cevap ararken aynı zamanda araştırmamızın çerçevesini de ortaya koymuş olacağız. Ancak bunu yaparken felsefenin olmazsa olmazları olan akıl, bilgi, hikmet ve tefekkür gibi kavramları bu araştırmamızla çok yakından bağlantılı olsa da makalenin hacmini zorlamamak düşüncesiyle başka bir araştırmanın konusuna bırakmak durumundayız. Çünkü bu kavramlar, Mevlânâ’nın eserlerinden yola çıkılarak ele alınacak olursa, her biri birer araştırmanın konusu olacak kadar geniş bir perspektifle değerlendirilmesi mümkündür. Biz burada, bahsi geçen kavramlara girmeden Mevlânâ’nın salt felsefeye yaklaşımları, tespit edebildiğimiz kadarıyla ele aldığı felsefi problemleri kendi bakış açısından değerlendirişini, çeşitli kategorilerde değerlendirdiği, filozofları ve onların özelliklerini bizzat eserlerinden alıntılara da yer vererek ele almaya çalışacağız.
a. Mevlânâ’da Felsefi Paradigmaların Şekillenmesine Etki Eden Unsurlar
Mevlânâ’nın düşünce dünyasının şekillenmesinin arka planında yer alan unsurların başında hiç şüphesiz çocukluğunu geçirdiği ve bir Türk kültür merkezi olan Belh ve civarının Türk-İslâm kültür dairesi gelmektedir. O zamanlar Belh şehri, İslâm, Hristiyan, Zerdüşt, Budist ve Yunan düşüncelerinin kaynaştığı en önemli ilim sanat ve tarikat merkezi idi. Hanefî-Mâturidî anlayışının hakim olduğu bölgede ilmî ve felsefî tartışmaların çokça yaşandığı bir ortam olarak da Mutezilî fikirler ve Arapça’ya tercüme edilen Yunan felsefesinin problemleri tartışılıyordu. Mevlânâ’nın felsefe ile tanışması bu döneme rastlamaktadır. Hatta Belh şehrini babasıyla birlikte terk etmesinin altında yatan sebeplerden biri Moğol tehlikesi, bir diğerinin de Fahreddin Razî(ö.1209) ile babası Sultanu’l-Ulema Bahaeddin Veled arasında yaşanan felsefî bir tartışmadan kaynaklandığını söylemek mümkündür.
Yunan felsefesine vakıf dönemin ünlü kelamcı ve müfessir Fahreddin Razî, dinî hakikatleri mantık ve felsefe ile açıklamaya çalışan bir âlimdi. Mevlânâ’nın babasının vaaz ve sohbetlerinde, kaynağını Yunan felsefesinden alan ve akla dayanan bir anlayış içinde bulunan âlimleri tenkit etmesinden dolayı Sultanul’l-Ulema ile Fahreddin Razî’nin araları açılmıştır. Bu anlaşmazlığa Sultan Alaaddin Muhammed Harzemşah’ın da dahil olması üzerine Bahaeddin Veled Belh’ten göç etmeye karar vermiştir. Babası ile bulunduğu muhitin ilim çevresiyle böyle bir olay yaşanırken Muhammed Celâleddin henüz beş veya altı yaşlarındadır. Ancak Hellmut Ritter’e göre, Sultan Veled’in Belh’ten göç etmesinin sebebi, Fahreddin Râzî ile olan münasebetleri nedeniyle değil, Moğol istilası nedeniyle göç ettiklerini söyler.
Mevlânâ, İslâm düşüncesinin ortak sentezini oluşturan tasavvuf, kelâm ve felsefe sahalarında tartışılan meseleler hakkında birinci elden bilgilere sahiptir. Fakat bu meselelere çözüm getirme konusunda kelâmcıların veya filozofların metotlarını değil, tasavvufun çözüm metotlarıyla yola çıkmıştır. Aynı zamanda dini ilimlerle tasavvuf arasında bir köprü kurmayı başarmış Gazzâlî dışındaki filozoflardan pek fazla etkilendiğini söylemek mümkün değildir. Onun eserleri, geçmiş peygamberlerin ahlakından, Yunan düşüncesine kadar çeşitlilik arz eden bir miras üzerinde, derinleşip genişleyen bir yelpazede, doğru kabul ettiği ne varsa aldığı, yanlış gördüğü ne varsa, nereden gelirse gelsin reddettiği sıradan bir eklektizmin değil, özgün fikirlerin yer aldığı eserlerdir.
Mevlâna’nın yaşadığı XIII. asrın felsefe, hikmet ve ilim anlayışını iyi bildiğini görmekteyiz. Felsefenin problemlerinden âlem, dokuz felek on akıl, göklerin müdebbir akılları, dört unsur, akl-ı küll, gibi felsefi kavramlar ve problemler hakkında bilgi sahibi olup yer yer eserlerinde bu kavramlardan söz etmektedir. Bunun yanı sıra âlemin kıdemi meselesi ve bu meseleye filozofların yaklaşımlarını tenkidi, hem Mesnevî’de hem de Fihi ma Fih isimli eserinde ele alınmaktadır. Ancak bu ele alış, bu probleme bir bakış açısı kazandırmak veya çözüm getirmek yerine, filozofları ve felsefeyi kendi bakış açısından değerlendirmek için bir malzeme olarak kullanmayı amaç edindiğini de söylemek durumundayız. Ancak bu problemin ele alınışında kanaatimizce Gazzâlî’nin etkisi olduğu kuvvetle muhtemeldir. Hem bu problemin ele alınışı hem de materyalist, batıni ve septik felsefeye karşı takındığı olumsuz ve bir o kadar da kati tutum, Mevlânâ’nın Gazzâlî’nin etkisi altında olduğunu söylemeyi mümkün kılmaktadır.
Bilindiği gibi Gazzâlî, dini kaygılardan dolayı felsefecilerin ilâhiyat ve metafizik alanında dine aykırı düşen ve küfre kadar vardığını iddia ettiği görüşlerini tenkit etmiştir. O, bir bütün olarak felsefeyi değil, İslam filozoflarının ilâhiyat alanındaki bazı görüşlerini felsefi bir dille ve bakış açısıyla eleştirmek suretiyle felsefî düşünceye dinî bir yön vermek istemiştir. Her ne kadar filozofların bazı görüşlerini eleştirmiş olsa da daha sonra bu topyekün felsefeye hücum manasında anlaşılmış ve felsefeye toptan saldırı ve red malzemesi olarak kullanılmıştır. Gazzâlî, "Tehafütü’l-Felasife"’nin girişinde, bu kitabın yazılış gayesinin filozofların tuttuğu yolun çelişkilerini, gizli kötülüklerini ve tutarsızlıklarını vurgulamak için olduğunu dile getirmektedir. Aynı zamanda amacının filozoflara beslenen iyi niyetin yanlışlığını ortaya koymak ve insanları uyarmak olduğunu söylemektedir:
“…Şu geri zekâlı insanlarda şu ahmaklık damarının attığını görünce eski filozofları reddetmek, ilahiyat ile ilgili meselelerin çelişkilerini ve saplanıp kaldıkları görüşlerinin tutarsızlıklarını açıklamak ve mezheplerinin gizliliklerini ve kötülüklerini ortaya çıkarmak amacıyla bu kitabı yazmaya koyuldum."
“…Maksadımız filozoflara karşı iyi niyet taşıyıp yollarının çelişkiden uzak olduğunu sanan kimseleri, onların tutarsızlıklarını açıklamak suretiyle uyandırmak olduğunu söylemeliyim. Bunun için filozofları tenkit ederken, bir davayı ispat etmeye çalışan müddei gibi değil, doğru olmayan görüşlerini çürütmeye çalışan bir hasım gibi karşılarına çıkıyorum."
Mevlânâ’nın filozoflara hitap tarzı ve onlara karşı tutumunun Gazzâlî’nin düşüncelerine benzer tarafları bulunmaktadır. Bilindiği gibi Gazzâlî, filozofların metafizik problemlere yaklaşımlarından dolayı onları bidatle ve küfre düşmekle suçlamıştır. Mevlânâ ise daha da ileri giderek filozofları şüphecilik, inkar ve küfürle itham etmiştir. Gazzâlî, filozofları 17 konuda bidat, 3 konuda da küfürle itham ederken, Mevlânâ’nın eserinde sadece Gazzâlî’nin küfürle itham ettiği âlemin kıdemi meselesini ele almıştır. Her ikisinin de endişesi dinîdir. Bu sebeple dine aykırı kabul ettikleri pek çok felsefi problemle meşgul olunmaması hususunda çevresindekileri uyarmışlardır. Özellikle Mevlânâ filozofların aklınca düşüncelere dalarak eşyanın hakikatlerini anlamada güçlük çektiklerini, bazı metafizik varlıkları inkâr ettiklerini, gönüllerinde şüphenin yer ettiğini belirterek bu gibi düşüncelerden kaçınılması gerektiğini söylemektedir. “Din yüzünden güçsüz düştüğün bir gün İslam’a aykırı olan bu inançlardan biri seni doğru yoldan çıkarırsa eyvahlar olsun haline” diyerek insanları uyarmaktadır.
“Felsefeci aklınca düşüncelere dalar, fikirler yürütür, zanlara kapılır da, cansız sandığı varlıkların dile gelmelerine, konuşmalarına inanmaz. Ona de ki: "Sen git de başını duvara vur." Suyun sözünü, toprağın sözünü, balçığın sözünü ancak gönül ehli duyar, anlar; sen anlayamazsın. Hannane Direği'nin iniltisini inkâr eden felsefeci, velilerin duygularına yabancıdır. O der ki: "Velîlere karşı gönüllerde uyanan sevda, aşırı sevgi, insanlarda bir çok hayaller yaratır, onların düşüncelerini etkiler de, onları olmayacak şeylere inandırır." Hâlbuki bu düşünce, felsefecinin fesad ve küfrünün aksidir. Bu inkar hayali, ona fikrinin çarpıklığından, inanışının bozukluğundan gelmiştir. Felsefeci, şeytanı da inkâr eder. Fakat inkâr ettiği anda, bir şeytanın, yani nefsinin maskarası olduğunun, sapıttığının farkına varamaz. Ey filozof, şeytanı görmedi isen, kendine bak, yüzünden şeytanlık akıyor. Alnında da sefahatin, çılgınlığın izleri var. Gönlünde şüphe olan, kıvranıp duran kişi de dünyada gizli bir felsefecidir. Filozof meşreb olan, fakat Allah'a dine inanan bazı kişilerin zaman zaman felsefe damarları kabarınca inkâra dönerler, yüzleri kararır. Ey müminler, uyanık olun, sakının; o damar, o felsefeye inanış fikri sizde de var.”
b. Felsefe Eleştirisi Geleneği
Mevlânâ’nın salt felsefeyi ele alışına geçmeden önce felsefi düşüncede, içten yani felsefeye felsefe tarafından ve dıştan, felsefi olmayan taraftan yapılan eleştirilerin kısa bir kritiğini yapmak yerinde olacaktır. Bilindiği gibi İlkçağdan itibaren günümüze kadar hemen hemen bütün filozoflar birbirlerini veya geçmiş düşünce sistemlerini tenkit etmişlerdir. Bu sebeple onların aralarında derin ihtilaflar var olduğu zannedilmiş ve felsefi düşüncenin hangisinin doğru olduğunu ayırt etmek mümkün olmamıştır. Çünkü her filozof kendi görüşünün doğruluğunu savunmaktadır. B. Russel(ö.1970)’in; “felsefe nedir? Sorusuna aynı cevabı verecek iki tane filozof bulmak kabil değildir.” dediği gibi Mevlânâ gibilerin felsefeye karşı tavır takınmalarının sebebini aslında burada aramak gerekir.
Felsefi düşüncenin İslâm dünyasına tercümeler yoluyla intikalinden buyana felsefi düşünceye eleştiriler de hız kesmemiştir. Varlık, bilgi ve değere ilişkin sorular oluşturulmaya ve çözüme kavuşturmaya yönelik bir çaba olarak felsefi düşünce, özellikle filozofların tutumlarından, ortaya koydukları düşünce sistemlerine kadar pek çok alanda eleştiriye maruz kaldıkları bilinen bir gerçektir.
İslâm felsefesinin en önemli akımlarından biri olan ve Kindî(ö.873) ile başlayıp Fârâbî(ö.950), İbn Sînâ(ö.1037) ve İbn Rüşd(ö.1198)’le devam eden Meşşâî felsefede mantık, metafizik ve tabiat alanlarında bu eleştirilerin yoğunlaştığı görülmektedir. Bu eleştiriler, iki türlü gelişmiştir. Bir yandan felsefenin içinden gelişen bir eleştiri mekanizmasıdır ki Müslüman filozofların sahip oldukları tenkitçi zihniyetle hem kendinden önceki Yunan ve Helenistik felsefenin filozoflarını tenkit etmişler hem de aralarındaki felsefi sistem ayrılıkları nedeniyle birbirlerini eleştirmişlerdir. Acaba bu tenkitlerin felsefi düşünceye her hangi bir katkı sağladığını söylemek mümkün müdür? Evet mümkündür. Çünkü filozoflar birbirlerini tenkit etmekle hem o felsefi sisteme katkı sağlamış, hem de bağımsız yepyeni görüşler ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Felsefe tarihinde İlk çağ felsefesinden İslam felsefesine pek çok filozofun hem kendi döneminin felsefi yapılanmasını hem de geçmiş dönemlerin felsefi sistemlerini ve temsilcilerini tenkit ettiğini görmekteyiz. Mesela, İlkçağ Yunan düşüncesinde sofistlerin tenkitleri, Aristoteles’in, Metafiziğinin birinci kitabında kendinden önceki filozofların felsefelerini hem ele alıp incelemesi hem de tenkit etmesi örnek verilebilir. Yine Batı Düşüncesinde aynı şekilde filozofların hem birbirlerini ve hem de geliştirdikleri sistemleri tenkit ettiklerine şahit olunmaktadır. F.Bacon(ö.1626), Descartes(ö.1650), Condillac(ö.1780), J.J.Russeau(ö.1778), A.Schopenhauer(ö.1860) gibi ünlü filozoflar kendilerinin ortaya attığı görüşlere uymayan felsefeleri tenkit etmişlerdir.
İslâm düşüncesinde ise İbnu’r-Ravendî(ö.910) mutezile kelamcıları ile Zekeriya Razî(ö.930)’yi, Kindî; “Risaletu’r-Redd alâ Dela’ili’I-Mûlhidin” adlı eserinde Ebu Bekir Zekeriya er-Razî’yi tenkid etmiştir. Fârâbî, İlkçağ filozoflarından Pythagoras, Aristippe, Aristifüs, Epiküre, Diogene, Phyrron’u tenkidinin yanı sıra “Kitabu’r-Redd ala’r-Ravendi” isimli eseriyle de İbnu’r-Revendî’yi tenkit etmiştir. Suhreverdî(ö.1191) ve İbn Tufeyl(ö.1186), İbn Sînâ ve İbn Bacce(ö.1138)’yi, Gazzâlî(ö.1111), Fârâbî ve İbn Sînâ’yı, İbn Rşüd, Fârâbî, İbn Sînâ ve Gazzâlî’yi tenkidi felsefi düşüncenin kendi iç bünyesinde ortaya çıkan tenkitlerden birer misal olarak vermek mümkündür. Bir probleme filozofların değişik açılardan bakmaları ve farklı yorumlar getirmeleri ihtilafların sebebi sayılsa da aslında bu tenkitler, tenkit edilen fikrin veya filozofun filozofluğuna bir halel getirmemiş, aksine fikirlerin tartışılması ve tenkitleri yeni fikri hareketliliğin doğmasına zemin hazırlamıştır. Mevlânâ’nın tenkitlerinin de bu açıdan değerlendirilmesi mümkündür.
Öte yandan felsefeye dışarıdan, yani diğer alanlardan tenkitler geldiği görülmektedir. Felsefe dışından felsefeye yöneltilen tenkitlerde, mezhep imamlarından İmam Malik(ö.795)’in felsefi düşünceye karşı tavrı çok nettir. Daha henüz başlangıç safhasında olan ve yeni yeni Yunan ve diğer kültürlerden felsefi fikirlerin İslam dünyasına girmeye başladığı bir dönemi kapsayan zaman diliminde ilk tepkiler de gelmeye başlamıştı. “Bugün size dininizi kemal erdirdim… mealindeki ayet indiği zaman dinden olmayan şeyler şimdi de dinden değildir.” ifadesi onun felsefeye karşı tutumunu açıkça ortaya koymaktadır. Meşhur tarih felsefecisi İbn Haldun(ö.1406),25 öğrencisi el-Makrizî(ö.1441) Takiyyuddin eş-Şehrezurî(ö.1245), İbnu’s-Salah(ö.1245), Ahmed B. Hanbel(ö.855) ve Davudu’z-Zahiri, İbn Hazm(ö.1064), İbn Teymiyye(ö.1328), İbn Kayyim el-Cevziyye(ö.1350) Abdülvehhab(ö.1792) gibi kimseler felsefeyi tenkit etmişlerdir. Hadisçilerden İmam Nevevî(ö.1277) mantık ve felsefeyi tamamen reddedenlerdir.
Mutasavvıfların felsefeye bakışı ise farklı farklıdır. Teorik saf akla dayanan her türlü mantıki, felsefi ve kelâmi düşünceyi hakikati anlamada yeterli görmeyip tenkit edenler bulunduğu gibi, sezgici ve külli aklın insana yardımcı olmasını da inkar etmemişlerdir. İbn Arabî(ö.1240) bu guruptan olup “mesela filozof ve mutezileden olan bir şahsın söylediği her sözü hemen red ve inkara kalkışma O, filozoftur, dini de yoktur deme Ey kardeş filozofun sözünü al ve sonra üzerinde düşün…” demektedir. Yine mutasavvıflardan İmam-ı Rabbânî(ö.1624) de felsefe ve mantığa karşı olumsuz bir tavır içinde bu iki alanı dışlayan bir tutumla filozofları din ilimlerine muhalefet etmekle, yalancılık ve cahillikle suçlamaktadır.
c. Mevlânâ’nın Yöntemi
Mevlânâ’nın eserleri tasavvufi bir iç mantıkla incelendiği kadar felsefi bakış açısıyla da incelenmelidir. O bir filozof değildir ancak felsefi problemlere vakıf olduğu eserlerinden anlaşılmaktadır. Felsefe ve tıp kitapları Grekçe’den Arapça’ya tercüme edildikten sonra “hikmet sevgisi” anlamında olan felsefe, “tabiî hikmetin” adı olarak kalmıştır.
Bu makalemizde bir mutasavvıf olarak Mevlânâ’nın felsefeye ve filozoflara bakış açısını ve getirdiği eleştirileri ele almaya çalıştık. Mevlânâ’nın tıpkı Gazzâlî gibi kaygısı dini olduğundan felsefeye karşı tavrı olumsuz olmuştur. Felsefeye hem kendi alanından hem de kendi alanının dışından pek çok eleştiri yöneltilmiştir. Mevlânâ filozof değil mutasavvıftır ve felsefeye dışardan eleştiri yöneltenlerden biridir. Mevlânâ’ya göre filozofların düşünceleri ve inançlarının doğruluğu tartışmalıdır. Özellikle bilgiyi elde etmede ve hakikate ulaşmada tuttukları yol, kullandıkları metot yetersiz kalmaktadır. Saf aklı gereğinden fazla yüceltmektedirler. Kendi akıllarınca kıyas ve istidlallerde bulunmaktadırlar. Bu da onları aşırı şüpheye ve vehme sürüklemektedir.
Giriş
Anadolu’da doğup gelişen tasavvufi düşüncelerin önde gelen temsilcilerinden biri de hiç şüphesiz Mevlânâ Celâleddin-i Rumî (1207-1273)’dır. Vefatının ardından VII asırdan fazla bir zaman geçmesine rağmen onun düşünceleri sadece Anadolu insanının değil, çeşitli din ve kültüre sahip bütün dünya insanlarının ilgi odağı olmaya devam etmektedir. İrene Melikoff: “Mevlânâ’nın eserlerini dünya milletleri kendi dillerine çevirip okusalar, dünyada kötülük, harp, kin, nefret diye bir şey kalmaz” derken, hangi dinin ve kültürün mensubu olursa olsun Mevlânâ’da kendi hayat felsefesine ait bir şeyler bulduğu ve hissettiği muhakkaktır. Bizzat kendisinin mana denizi diye tanımladığı Mesnevî’den hareketle, onun felsefi düşünceye de önemli etkileri ve katkıları olduğu muhakkaktır. Özellikle Anadolu’ya, oradan da bütün dünyaya yayılan “sevgi” ve “hoşgörü” felsefesi bugün dahi güncelliğini daha da artıran önemli kavramlardır.
Mevlânâ’nın eserlerinden yola çıkarak salt rasyonel felsefeye bakış açısının nasıl olduğunu görmek mümkündür. Bir mutasavvıf salt felsefeye karşı nasıl bir tavır takınır? Bu tavır olumlu mudur yoksa olumsuz mudur? Mutasavvıf ile filozof arasında bir diyalog söz konusu olabilir mi? Bu ve bu gibi sorular her zaman merak konusudur ve araştırılması gereken bir husustur. Ancak konu Mevlânâ olduğunda bu merak bir kat daha artmaktadır. Şunu baştan ifade etmek gerekirse Mevlânâ’nın felsefeye karşı tavrı genel manada olumsuzdur. Ancak bu olumsuzluğun kaynağı nelerdir? Bu tavrı benimsemesinde filozofların ne kadar katkısı vardır? Felsefi düşüncede ne gibi eksiklikler görmüştür? Felsefe neden hakikati bulmada gerçek manada rehber olamamaktadır? Felsefe neden mutasavvıflar tarafından hep zındıklıkla ve inkârcılıkla aynı kefede değerlendirilmektedir?
Bu sorulara cevap ararken aynı zamanda araştırmamızın çerçevesini de ortaya koymuş olacağız. Ancak bunu yaparken felsefenin olmazsa olmazları olan akıl, bilgi, hikmet ve tefekkür gibi kavramları bu araştırmamızla çok yakından bağlantılı olsa da makalenin hacmini zorlamamak düşüncesiyle başka bir araştırmanın konusuna bırakmak durumundayız. Çünkü bu kavramlar, Mevlânâ’nın eserlerinden yola çıkılarak ele alınacak olursa, her biri birer araştırmanın konusu olacak kadar geniş bir perspektifle değerlendirilmesi mümkündür. Biz burada, bahsi geçen kavramlara girmeden Mevlânâ’nın salt felsefeye yaklaşımları, tespit edebildiğimiz kadarıyla ele aldığı felsefi problemleri kendi bakış açısından değerlendirişini, çeşitli kategorilerde değerlendirdiği, filozofları ve onların özelliklerini bizzat eserlerinden alıntılara da yer vererek ele almaya çalışacağız.
a. Mevlânâ’da Felsefi Paradigmaların Şekillenmesine Etki Eden Unsurlar
Mevlânâ’nın düşünce dünyasının şekillenmesinin arka planında yer alan unsurların başında hiç şüphesiz çocukluğunu geçirdiği ve bir Türk kültür merkezi olan Belh ve civarının Türk-İslâm kültür dairesi gelmektedir. O zamanlar Belh şehri, İslâm, Hristiyan, Zerdüşt, Budist ve Yunan düşüncelerinin kaynaştığı en önemli ilim sanat ve tarikat merkezi idi. Hanefî-Mâturidî anlayışının hakim olduğu bölgede ilmî ve felsefî tartışmaların çokça yaşandığı bir ortam olarak da Mutezilî fikirler ve Arapça’ya tercüme edilen Yunan felsefesinin problemleri tartışılıyordu. Mevlânâ’nın felsefe ile tanışması bu döneme rastlamaktadır. Hatta Belh şehrini babasıyla birlikte terk etmesinin altında yatan sebeplerden biri Moğol tehlikesi, bir diğerinin de Fahreddin Razî(ö.1209) ile babası Sultanu’l-Ulema Bahaeddin Veled arasında yaşanan felsefî bir tartışmadan kaynaklandığını söylemek mümkündür.
Yunan felsefesine vakıf dönemin ünlü kelamcı ve müfessir Fahreddin Razî, dinî hakikatleri mantık ve felsefe ile açıklamaya çalışan bir âlimdi. Mevlânâ’nın babasının vaaz ve sohbetlerinde, kaynağını Yunan felsefesinden alan ve akla dayanan bir anlayış içinde bulunan âlimleri tenkit etmesinden dolayı Sultanul’l-Ulema ile Fahreddin Razî’nin araları açılmıştır. Bu anlaşmazlığa Sultan Alaaddin Muhammed Harzemşah’ın da dahil olması üzerine Bahaeddin Veled Belh’ten göç etmeye karar vermiştir. Babası ile bulunduğu muhitin ilim çevresiyle böyle bir olay yaşanırken Muhammed Celâleddin henüz beş veya altı yaşlarındadır. Ancak Hellmut Ritter’e göre, Sultan Veled’in Belh’ten göç etmesinin sebebi, Fahreddin Râzî ile olan münasebetleri nedeniyle değil, Moğol istilası nedeniyle göç ettiklerini söyler.
Mevlânâ, İslâm düşüncesinin ortak sentezini oluşturan tasavvuf, kelâm ve felsefe sahalarında tartışılan meseleler hakkında birinci elden bilgilere sahiptir. Fakat bu meselelere çözüm getirme konusunda kelâmcıların veya filozofların metotlarını değil, tasavvufun çözüm metotlarıyla yola çıkmıştır. Aynı zamanda dini ilimlerle tasavvuf arasında bir köprü kurmayı başarmış Gazzâlî dışındaki filozoflardan pek fazla etkilendiğini söylemek mümkün değildir. Onun eserleri, geçmiş peygamberlerin ahlakından, Yunan düşüncesine kadar çeşitlilik arz eden bir miras üzerinde, derinleşip genişleyen bir yelpazede, doğru kabul ettiği ne varsa aldığı, yanlış gördüğü ne varsa, nereden gelirse gelsin reddettiği sıradan bir eklektizmin değil, özgün fikirlerin yer aldığı eserlerdir.
Mevlâna’nın yaşadığı XIII. asrın felsefe, hikmet ve ilim anlayışını iyi bildiğini görmekteyiz. Felsefenin problemlerinden âlem, dokuz felek on akıl, göklerin müdebbir akılları, dört unsur, akl-ı küll, gibi felsefi kavramlar ve problemler hakkında bilgi sahibi olup yer yer eserlerinde bu kavramlardan söz etmektedir. Bunun yanı sıra âlemin kıdemi meselesi ve bu meseleye filozofların yaklaşımlarını tenkidi, hem Mesnevî’de hem de Fihi ma Fih isimli eserinde ele alınmaktadır. Ancak bu ele alış, bu probleme bir bakış açısı kazandırmak veya çözüm getirmek yerine, filozofları ve felsefeyi kendi bakış açısından değerlendirmek için bir malzeme olarak kullanmayı amaç edindiğini de söylemek durumundayız. Ancak bu problemin ele alınışında kanaatimizce Gazzâlî’nin etkisi olduğu kuvvetle muhtemeldir. Hem bu problemin ele alınışı hem de materyalist, batıni ve septik felsefeye karşı takındığı olumsuz ve bir o kadar da kati tutum, Mevlânâ’nın Gazzâlî’nin etkisi altında olduğunu söylemeyi mümkün kılmaktadır.
Bilindiği gibi Gazzâlî, dini kaygılardan dolayı felsefecilerin ilâhiyat ve metafizik alanında dine aykırı düşen ve küfre kadar vardığını iddia ettiği görüşlerini tenkit etmiştir. O, bir bütün olarak felsefeyi değil, İslam filozoflarının ilâhiyat alanındaki bazı görüşlerini felsefi bir dille ve bakış açısıyla eleştirmek suretiyle felsefî düşünceye dinî bir yön vermek istemiştir. Her ne kadar filozofların bazı görüşlerini eleştirmiş olsa da daha sonra bu topyekün felsefeye hücum manasında anlaşılmış ve felsefeye toptan saldırı ve red malzemesi olarak kullanılmıştır. Gazzâlî, "Tehafütü’l-Felasife"’nin girişinde, bu kitabın yazılış gayesinin filozofların tuttuğu yolun çelişkilerini, gizli kötülüklerini ve tutarsızlıklarını vurgulamak için olduğunu dile getirmektedir. Aynı zamanda amacının filozoflara beslenen iyi niyetin yanlışlığını ortaya koymak ve insanları uyarmak olduğunu söylemektedir:
“…Şu geri zekâlı insanlarda şu ahmaklık damarının attığını görünce eski filozofları reddetmek, ilahiyat ile ilgili meselelerin çelişkilerini ve saplanıp kaldıkları görüşlerinin tutarsızlıklarını açıklamak ve mezheplerinin gizliliklerini ve kötülüklerini ortaya çıkarmak amacıyla bu kitabı yazmaya koyuldum."
“…Maksadımız filozoflara karşı iyi niyet taşıyıp yollarının çelişkiden uzak olduğunu sanan kimseleri, onların tutarsızlıklarını açıklamak suretiyle uyandırmak olduğunu söylemeliyim. Bunun için filozofları tenkit ederken, bir davayı ispat etmeye çalışan müddei gibi değil, doğru olmayan görüşlerini çürütmeye çalışan bir hasım gibi karşılarına çıkıyorum."
Mevlânâ’nın filozoflara hitap tarzı ve onlara karşı tutumunun Gazzâlî’nin düşüncelerine benzer tarafları bulunmaktadır. Bilindiği gibi Gazzâlî, filozofların metafizik problemlere yaklaşımlarından dolayı onları bidatle ve küfre düşmekle suçlamıştır. Mevlânâ ise daha da ileri giderek filozofları şüphecilik, inkar ve küfürle itham etmiştir. Gazzâlî, filozofları 17 konuda bidat, 3 konuda da küfürle itham ederken, Mevlânâ’nın eserinde sadece Gazzâlî’nin küfürle itham ettiği âlemin kıdemi meselesini ele almıştır. Her ikisinin de endişesi dinîdir. Bu sebeple dine aykırı kabul ettikleri pek çok felsefi problemle meşgul olunmaması hususunda çevresindekileri uyarmışlardır. Özellikle Mevlânâ filozofların aklınca düşüncelere dalarak eşyanın hakikatlerini anlamada güçlük çektiklerini, bazı metafizik varlıkları inkâr ettiklerini, gönüllerinde şüphenin yer ettiğini belirterek bu gibi düşüncelerden kaçınılması gerektiğini söylemektedir. “Din yüzünden güçsüz düştüğün bir gün İslam’a aykırı olan bu inançlardan biri seni doğru yoldan çıkarırsa eyvahlar olsun haline” diyerek insanları uyarmaktadır.
“Felsefeci aklınca düşüncelere dalar, fikirler yürütür, zanlara kapılır da, cansız sandığı varlıkların dile gelmelerine, konuşmalarına inanmaz. Ona de ki: "Sen git de başını duvara vur." Suyun sözünü, toprağın sözünü, balçığın sözünü ancak gönül ehli duyar, anlar; sen anlayamazsın. Hannane Direği'nin iniltisini inkâr eden felsefeci, velilerin duygularına yabancıdır. O der ki: "Velîlere karşı gönüllerde uyanan sevda, aşırı sevgi, insanlarda bir çok hayaller yaratır, onların düşüncelerini etkiler de, onları olmayacak şeylere inandırır." Hâlbuki bu düşünce, felsefecinin fesad ve küfrünün aksidir. Bu inkar hayali, ona fikrinin çarpıklığından, inanışının bozukluğundan gelmiştir. Felsefeci, şeytanı da inkâr eder. Fakat inkâr ettiği anda, bir şeytanın, yani nefsinin maskarası olduğunun, sapıttığının farkına varamaz. Ey filozof, şeytanı görmedi isen, kendine bak, yüzünden şeytanlık akıyor. Alnında da sefahatin, çılgınlığın izleri var. Gönlünde şüphe olan, kıvranıp duran kişi de dünyada gizli bir felsefecidir. Filozof meşreb olan, fakat Allah'a dine inanan bazı kişilerin zaman zaman felsefe damarları kabarınca inkâra dönerler, yüzleri kararır. Ey müminler, uyanık olun, sakının; o damar, o felsefeye inanış fikri sizde de var.”
b. Felsefe Eleştirisi Geleneği
Mevlânâ’nın salt felsefeyi ele alışına geçmeden önce felsefi düşüncede, içten yani felsefeye felsefe tarafından ve dıştan, felsefi olmayan taraftan yapılan eleştirilerin kısa bir kritiğini yapmak yerinde olacaktır. Bilindiği gibi İlkçağdan itibaren günümüze kadar hemen hemen bütün filozoflar birbirlerini veya geçmiş düşünce sistemlerini tenkit etmişlerdir. Bu sebeple onların aralarında derin ihtilaflar var olduğu zannedilmiş ve felsefi düşüncenin hangisinin doğru olduğunu ayırt etmek mümkün olmamıştır. Çünkü her filozof kendi görüşünün doğruluğunu savunmaktadır. B. Russel(ö.1970)’in; “felsefe nedir? Sorusuna aynı cevabı verecek iki tane filozof bulmak kabil değildir.” dediği gibi Mevlânâ gibilerin felsefeye karşı tavır takınmalarının sebebini aslında burada aramak gerekir.
Felsefi düşüncenin İslâm dünyasına tercümeler yoluyla intikalinden buyana felsefi düşünceye eleştiriler de hız kesmemiştir. Varlık, bilgi ve değere ilişkin sorular oluşturulmaya ve çözüme kavuşturmaya yönelik bir çaba olarak felsefi düşünce, özellikle filozofların tutumlarından, ortaya koydukları düşünce sistemlerine kadar pek çok alanda eleştiriye maruz kaldıkları bilinen bir gerçektir.
İslâm felsefesinin en önemli akımlarından biri olan ve Kindî(ö.873) ile başlayıp Fârâbî(ö.950), İbn Sînâ(ö.1037) ve İbn Rüşd(ö.1198)’le devam eden Meşşâî felsefede mantık, metafizik ve tabiat alanlarında bu eleştirilerin yoğunlaştığı görülmektedir. Bu eleştiriler, iki türlü gelişmiştir. Bir yandan felsefenin içinden gelişen bir eleştiri mekanizmasıdır ki Müslüman filozofların sahip oldukları tenkitçi zihniyetle hem kendinden önceki Yunan ve Helenistik felsefenin filozoflarını tenkit etmişler hem de aralarındaki felsefi sistem ayrılıkları nedeniyle birbirlerini eleştirmişlerdir. Acaba bu tenkitlerin felsefi düşünceye her hangi bir katkı sağladığını söylemek mümkün müdür? Evet mümkündür. Çünkü filozoflar birbirlerini tenkit etmekle hem o felsefi sisteme katkı sağlamış, hem de bağımsız yepyeni görüşler ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Felsefe tarihinde İlk çağ felsefesinden İslam felsefesine pek çok filozofun hem kendi döneminin felsefi yapılanmasını hem de geçmiş dönemlerin felsefi sistemlerini ve temsilcilerini tenkit ettiğini görmekteyiz. Mesela, İlkçağ Yunan düşüncesinde sofistlerin tenkitleri, Aristoteles’in, Metafiziğinin birinci kitabında kendinden önceki filozofların felsefelerini hem ele alıp incelemesi hem de tenkit etmesi örnek verilebilir. Yine Batı Düşüncesinde aynı şekilde filozofların hem birbirlerini ve hem de geliştirdikleri sistemleri tenkit ettiklerine şahit olunmaktadır. F.Bacon(ö.1626), Descartes(ö.1650), Condillac(ö.1780), J.J.Russeau(ö.1778), A.Schopenhauer(ö.1860) gibi ünlü filozoflar kendilerinin ortaya attığı görüşlere uymayan felsefeleri tenkit etmişlerdir.
İslâm düşüncesinde ise İbnu’r-Ravendî(ö.910) mutezile kelamcıları ile Zekeriya Razî(ö.930)’yi, Kindî; “Risaletu’r-Redd alâ Dela’ili’I-Mûlhidin” adlı eserinde Ebu Bekir Zekeriya er-Razî’yi tenkid etmiştir. Fârâbî, İlkçağ filozoflarından Pythagoras, Aristippe, Aristifüs, Epiküre, Diogene, Phyrron’u tenkidinin yanı sıra “Kitabu’r-Redd ala’r-Ravendi” isimli eseriyle de İbnu’r-Revendî’yi tenkit etmiştir. Suhreverdî(ö.1191) ve İbn Tufeyl(ö.1186), İbn Sînâ ve İbn Bacce(ö.1138)’yi, Gazzâlî(ö.1111), Fârâbî ve İbn Sînâ’yı, İbn Rşüd, Fârâbî, İbn Sînâ ve Gazzâlî’yi tenkidi felsefi düşüncenin kendi iç bünyesinde ortaya çıkan tenkitlerden birer misal olarak vermek mümkündür. Bir probleme filozofların değişik açılardan bakmaları ve farklı yorumlar getirmeleri ihtilafların sebebi sayılsa da aslında bu tenkitler, tenkit edilen fikrin veya filozofun filozofluğuna bir halel getirmemiş, aksine fikirlerin tartışılması ve tenkitleri yeni fikri hareketliliğin doğmasına zemin hazırlamıştır. Mevlânâ’nın tenkitlerinin de bu açıdan değerlendirilmesi mümkündür.
Öte yandan felsefeye dışarıdan, yani diğer alanlardan tenkitler geldiği görülmektedir. Felsefe dışından felsefeye yöneltilen tenkitlerde, mezhep imamlarından İmam Malik(ö.795)’in felsefi düşünceye karşı tavrı çok nettir. Daha henüz başlangıç safhasında olan ve yeni yeni Yunan ve diğer kültürlerden felsefi fikirlerin İslam dünyasına girmeye başladığı bir dönemi kapsayan zaman diliminde ilk tepkiler de gelmeye başlamıştı. “Bugün size dininizi kemal erdirdim… mealindeki ayet indiği zaman dinden olmayan şeyler şimdi de dinden değildir.” ifadesi onun felsefeye karşı tutumunu açıkça ortaya koymaktadır. Meşhur tarih felsefecisi İbn Haldun(ö.1406),25 öğrencisi el-Makrizî(ö.1441) Takiyyuddin eş-Şehrezurî(ö.1245), İbnu’s-Salah(ö.1245), Ahmed B. Hanbel(ö.855) ve Davudu’z-Zahiri, İbn Hazm(ö.1064), İbn Teymiyye(ö.1328), İbn Kayyim el-Cevziyye(ö.1350) Abdülvehhab(ö.1792) gibi kimseler felsefeyi tenkit etmişlerdir. Hadisçilerden İmam Nevevî(ö.1277) mantık ve felsefeyi tamamen reddedenlerdir.
Mutasavvıfların felsefeye bakışı ise farklı farklıdır. Teorik saf akla dayanan her türlü mantıki, felsefi ve kelâmi düşünceyi hakikati anlamada yeterli görmeyip tenkit edenler bulunduğu gibi, sezgici ve külli aklın insana yardımcı olmasını da inkar etmemişlerdir. İbn Arabî(ö.1240) bu guruptan olup “mesela filozof ve mutezileden olan bir şahsın söylediği her sözü hemen red ve inkara kalkışma O, filozoftur, dini de yoktur deme Ey kardeş filozofun sözünü al ve sonra üzerinde düşün…” demektedir. Yine mutasavvıflardan İmam-ı Rabbânî(ö.1624) de felsefe ve mantığa karşı olumsuz bir tavır içinde bu iki alanı dışlayan bir tutumla filozofları din ilimlerine muhalefet etmekle, yalancılık ve cahillikle suçlamaktadır.
c. Mevlânâ’nın Yöntemi
Mevlânâ’nın eserleri tasavvufi bir iç mantıkla incelendiği kadar felsefi bakış açısıyla da incelenmelidir. O bir filozof değildir ancak felsefi problemlere vakıf olduğu eserlerinden anlaşılmaktadır. Felsefe ve tıp kitapları Grekçe’den Arapça’ya tercüme edildikten sonra “hikmet sevgisi” anlamında olan felsefe, “tabiî hikmetin” adı olarak kalmıştır.
4 Yorumlar
Gazzali ile birlikte Mevlana ve birçok düşünürümüz ne yazık ki felsefe yapmaya ne yazık ki olumsuz bakmışlardır. Shoppenhouer kendini diğer filozoflardan ayırmıştır evet ama hiçbir zaman felsefe yapmaya karşı değildir. Kaldı ki Gazzali'nin anlayışı Ortaçağ Avrupası'ndaki gibi bir Tanrı var ve bizi yarattı ve bundan sonrası... şeklindedir. Yani baştan bir inanç sözkonusu. Haliyle bu da şüphe etmeye pek hoş bakacak bir fikir değildir..
Esas karşı Cikilan konu felsefe yapmak ya da özgürce düşünmek değil akıl yürütmek irdelemek ve her seyin felsefe yöntemleri tatbik edilerek açığa çıkacağını beklemek hakikat olan en gercek, tek gercek ne ise O olan ve O ne ise, olanı sezmekte yeterli olmadıgını anlamamız gerek. Lacan epistomolojisinde çok net ortaya koyduğu gibi, insan kendi için kendİ bilincini düşünce ve öğrenme yoluyla Yoluyla ortaya koyduktan sonra yine kendini gerçekleştirmek için elde ettigi farkındalık bilincini kaybetmeden öğrendiği ve sartlandirildigi her türlü yetkeden kurtulmalı yani esas kendisi için oluşturduğu Kendisini yok etmeli.
Bunu ise zaten orjinal olmayan kisinin icinden cikmayan ve öğretilmiş bir düşünceyle Bazı seyleri ortaya koyması vehim denilen duruma yol acıyor. İste karsı Cikilan şey budur. Sen nefsinin egonun bir sekilde kontrolü altında olan bilinçle felsefe yapsan da en gercek olana tam anlamıyla ulaşamazsın. Bunun için yöntemler Kur'an da olduğu gibi bir çok spiretuel akımda mevcuttur. Ibn-i Arabi'nin dediği gibi felsefeye karsı çıkılmamalı üzerine düşünülmeli bir araç olarak dağlık yerlere kadar kullanılmalı ama o dagın arkasına ulaşmak için artık farklı yöntemler kullanılmalı. Aklı kimse inkar etmiyor edemez ama bu beynin icinde bize öğretilen akıldan bilinçten çok daha fazlası var. Bunu gormedikce sadece felsefenin kaosu içerisinde daha da dibe dogru çekilmez mı insan?
güzel mantık ve doğru söz...
bi söz anca bu kadar anlaşılır olur...