MEVLÂNÂ’NIN DÜŞÜNCE DÜNYASINDA FELSEFE VE FİLOZOFLAR - 2

Tabiatla yani fizikî bilimlerle meşgul olanlara “filozof”; ilahî hikmetle meşgul olanlara ve Hakk’a ulaşmak için sevgi ve ilham yolunu tercih edenlere de “hakîm” denmeye başlanmıştır. İslâm düşünce tarihinin, bu aklî ve irfanî bilgi arasındaki diyalektik yapının serüveninden ve geriliminden ibaret olduğunu söylemek mümkündür. İşte bu diyalektik yapının en yoğun olduğu bir asırda yaşamış olan Mevlâna, yaşadığı asrın zihniyetini yansıtmakla eserlerinde felsefenin, filozofun ve kendisinin de içinde yer aldığı “hukemâ-i ilahîye”nin görev ve yetkilerini yerine göre, anekdotlarla, temsillerle dile getirmiştir. O, felsefeyi inkar etmemekte ancak, fizikle, maddî âlemle uğraşan felsefeyle metafizik âlemin sırlarının bilinemeyeceği kanaatindedir. Onun karşı çıktığı felsefi ekoller ve filozoflar, ileride görüleceği gibi şüpheci ve inkârcı kategoride yer alan ekoller ve filozoflardır.

Nitekim felsefenin bir nevi temeli olan hikmet’in Kur’an’da övüldüğünü söyleyerek, onun “kendi cevherinden hareketle tanrı’yı bilme ilmi diye” tanımlar. Bunun için Sokratik bir söylem olan, “nefsini bilen Rabbini bilir” prensibiyle hareket eder. Bu konuda: “Nefs ile şeytan ikisi de bir bedendir; fakat kendilerini iki gösterdiler. Nitekim melekle akıl da birdir; hikmetler yüzünden iki şekle büründüler” demektedir. Mevlânâ eserlerinde her hangi bir fikre yer vereceği zaman felsefi veya mantıki tahlillere girmediği görülür. Hatta tasavvufi terimleri dahi az kullandığı anlaşılır. Zaten özellikle Mesnevî’si halkın anlayacağı bir dille yazıldığından böylesi kavramlara yer vermesi düşünülemezdi. Divan’ında ve Mesnevî’sinde vahdet-i vücut gibi anlaşılması zor problemleri dahi halkın bilgi seviyesini ve psikolojisini gözeten bir tarzda hikâyelerle, örneklendirme yöntemi ile veya deyimlerle anlatır.

Mevlânâ’nın düşünce sistemi ve yöntemi hiçbir zaman soyut ve donuk bir bilgi sistemi veya hayali bir idealizm değildir. Onun eserlerinden yola çıkılarak ahlak ve felsefe kulvarında ilerleyerek varılacak sonuç; hikmet, irfan, aşk, vecd, cezbe ve tekâmül gibi önemli ahlâkî ve felsefî veçhe kendini gösterir. Bunun tezahürü ise iman boyutunda saf, temiz, nezih ve tavizsiz bir inanç; ferdî ve sosyal boyutuyla, edep, geniş ve engin bir müsamaha ve yüksek ahlak değerleri gibi önemli kavramlar karşımıza çıkmaktadır.

d. Mevlânâ’da Felsefe ve Filozoflar

Mevlânâ’nın filozoflara yönelik tutumunda tenkitçiler gurubundan olduğunu belirtmiştik. Mevlânâ özellikle doğruluğun ve gerçekliğin ölçüsünü saf aklın verilerinde arayan aklın mutlak bir kuvvet ve rehber olduğunu savunan dogmatik rasyonalistleri, her tür bilgiyi şüpheyle karşılayan, bunların temellerini, etkilerini ve kesinliklerini irdeleyen, ayrıca aklın kesin bir bilgi elde edemeyeceğini, hakikate erişilse dahi sürekli ve tam bir şüphe içinde kalınacağını, mutlak`a ulaşmanın mümkün olmadığını savunan septikleri, madde ve maddenin hareketleri ile değişimleri haricinde hiçbir şeyin var olmadığına dair felsefi teori ve inançlara sahip materyalistleri ve felsefe, ilim, ahlâk ve sanattaki her çeşit yorumu tabiat ve tabiat ilkelerine göre yapan, bütün fizik ve metafizik gerçekleri tabiata ve maddeye indirgemeye çalışan natüralistleri tenkit etmiştir.

Mevlânâ’nın hedeflerinin başında dogmatik rasyonalistler gelmektedir. Bunların ilkeleri kıyas, istidlal ve delilden ibarettir. Bu guruptan olanlar “ben delilsiz söz dinlemem” diyenlerdir. Materyalistlere gelince onlar esasta şüphecidirler ve metafiziği inkâr etmeye sürüklenmişlerdir. Bu sebeple mümin olanın bu gibi  felsefelerden uzak durması gerekir. Aynı zamanda Mevlânâ, felsefi söylemin sınırlı, kapalı ve insanın sonsuz doğasına uymadığını düşünmektedir.

Bilgelik manasındaki hikmet ise, dogmatik olmayan rasyonalizmi, dogmatik olmayan sansüalizmi ve aynı zamanda septisizmi reddedenler, sipiritüalist ve idealist olan düşünürlerdir ki böylesi hikmet ehline de hakîm/bilge denir. Ancak Mevlânâ’ya göre kuru bir hakîmlik de iğreti bir elbise gibidir. Bilge/hakîm ismini hak edebilmek için bizzat hikmetin yaşanması ve uygulanması gerektiğini vurgular.

Özellikle Filozofların dini tavırları, Kur’an-ı Kerim ayetlerine karşı şüpheci tutumları ve nedensellik ilkesine yaklaşım tarzları Mevlânâ’yı tedirgin etmekte olup onlara karşı acımasız bir dil kullanmış ve filozofların şerlerinden kurtulmak için “cennetliklerin çoğu ahmaktır” sözünü söylemeye kendini mecbur hissetmiştir. Buradaki ahmaklık, kanaatimizce akıl ve bilgi noksanlığı değil, dünya işlerine pek fazla önem vermemek, insanı mutlak hakikatten uzaklaştırmaya yönelik faaliyetlere itibar etmemek düşüncesi üzerinde yoğunlaşmaktadır.

Ey yayını çekip okunu atan kişi! O pek yakında, sen ise uzaklara ok atıyorsun. Her kim ne kadar çok uzağa ok atarsa, böyle kıymetli bir defineden o kadar çok uzak kalır. Daha fazla ayrılır, daha fazla uzağa düşer. Filozof, aklına güvendi. Kendini düşünce ile doldurdu. Bırak koşsun gitsin, zaten defîne onun arkasında kaldı. Ona koş, git de, o ne kadar hızlı koşarsa gönlünden, gönül muradından o kadar ayrılır, uzaklaşır. Nice ilim, nice akıl, nice anlayış, nice zeka vardır ki, hakîkat yolcusuna, gulyabani kesilir, yolunu vurur. Filozofların şerlerinden kurtulmak için, cennetliklerin çoğu ahmaktır. Gururdan, kendini beğenmekten kurtul! Lüzumsuz, fazla şeyleri üstünden at da, her an Hakk‟tan sana ilahî rahmetler yağsın. Akıllılık, kendini bir şey zannetmek, alçak gönüllü ve kırık kalpli olmanın zıttıdır. Anlayışlı, cin fikirli olmayı bırak! Hakikat yolunda ahmaklığı kendine huy edin! Akıllı ve zeki olmayı hırs ve tama‟ tuzağı bil! Temiz kişi, ne diye şeytan gibi zeki olmayı dilesin? Akıllı ve zeki kişiler, bir san‟atla iktifa etmişler; ahmaklar ise, san‟atı görmüşler, o san‟atta takılıp kalmamışlardır da, o san‟atta san‟atı yaradana ulaşmışlardır.”

Mevlânâ İbn Arabî kadar filozoflara karşı hoşgörülü değildir. Mevlânâ filzofları ne ile itham etmektedir? Filozofların hangi fikirlerine hücum etmektedir? Hakikate ulaşmada filozofların fikirleri ne kadar yeterlidir? Bu sorulara Mevlânâ’nın eserlerinden cevap aramaya koyulduğumuzda şu sonuçlarla karşılaşırız. Filozoflar sadece kendilerini akıllı zannederek, kendi akıllarınca kıyas ve istidlalde bulunmaktadırlar. Filozofların düşüncelerinde bir fikir birliği yoktur. Hatalı kıyaslamalar yaparlar, Kur'an-ı Kerim ayetlerine şüphe ile yaklaşırlar. Mucize gibi harikulade olayları inkâr ederler. Sebeplere takılıp müsebbibi görmezler, âlemin kıdemini savunurlar. İşte Mevlânâ filozofların belli başlı bu ve bu gibi konulardaki fikirlerini tenkit etmektedir.

1. Filozoflar Akla Çok Önem Verirler

Mevlânâ’nın filozoflara bakış açısında onlara atfedilen bilginin değerinden hareketle hikmet kavramını dile getirmektedir. Kur'an-ı Kerim’in ifadesiyle “kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiştir” ayeti, hikmet verilenlere çok hayır verildiği anlamı çıkarıldığına göre filozofların bu hayırdan mahrum olmalarına bir anlam veremeyen Mevlânâ, onların hikmetinin ilahi hikmet olmadığını dolayısıyla görünüşte parlak bir hikmet gibi görünse de, gerçekte o hikmet değil, zannı ve şüpheyi artıran Allah’ın feyzinden mahrum bırakan bir hikmet olduğunu vurgular. Dolayısıyla böylesi filozofların elinden hikmet değil sadece zan, şüphe, kibir, hile, dine aykırı fikirler, düzenbazlık gibi şeyler gelir. Sabır, bağışlama, hoşgörü, cömertlik gibi ahlaki duygular gelmez.

Mevlânâ’nın filozoflara bakış açısını özetleyen bu düşünce bir hikâye ile verilmiştir. Bu hikâyede anlatılmak istenen aslında görünüşte filozoflar çok akıllı ve çok zeki olsalar da fikir ve düşünceleri ne kadar parlak olsa da gerçekte hiç de öyle olmadıkları gerçeğidir.

“Bir bedevi, devesine iki dolu çuval yüklemiş, birisi onu lafa tuttu. Vatanından sorup konuşturdu ve o suallerle bir hayli inciler deldi. Sonra dedi ki: “ o iki çuvalda ne dolu? Doğruca söyle!” Bedevi “ bir tanesinde buğday var. Öbürü kum, yiyecek bir şey değil” dedi. Adam “ neden bu kumu doldurdun” diye sordu.  Bedevi cevap verdi: “ O çuval boş kalmasın diye”. Adam; “ Akıllılık edip buğdayın yarısını bu çuvala, yarısını da öbür çuvala koy. Bu suretle hem çuvallar hafifler, hem devenin yükü “ dedi. Bedevi bu fikri pek beğenip “ Ey akıllı ve hür filozof, böyle bir ince fikir, böyle bir güzel rey sahibi olduğun halde neden böyle çırçıplaksın, yaya yürüyor, yoruluyorsun?” Dedi. O iyi kalpli bedevi, filozofa acıdı, onu deveye bindirmek istedi. Tekrar “ Ey güzel sözlü filozof, birazcık halinden bahset. Böyle bir akılla, böyle bir kifayetle sen ya vezirsin ya padişah. Doğru söyle!” dedi.

Filozof dedi ki: “ İkisi de değilim, halktan bir adamım. Halime elbiseme baksana!” bedevi “ Kaç deven, kaç öküzün var?” diye sordu.  Filozof cevap verdi: “ Uzun etme. Ne ona malikim, ne buna!” Bedevi, “ peki, bari dükkânındaki mal ne, onu söyle!” dedi. Filozof dedi ki “ Benim dükkânım nerede, yerim yurdum nerede? Bedevi, öyleyse paranı sorayım: sen yapayalnız gidiyorsun, hoş nasihatlar da bulunuyorsun, ne kadar paran var?

Âlemdeki bakırları altın yapacak kimya senin elinde, akıl ve bilgi incilerin tümen, tümen dedi!” dedi. Filozof, “ Ey Arabın iftiharı, vallahi para şöyle dursun, bir gecelik yiyecek alacak mangırım bile yok. Yalınayak başı kabak koşup duruyorum. Kim, bir dilim ekmek verirse oraya gidiyorum. Bu kadar hikmet, fazilet ve hünerden ancak hayal ve baş ağrısı elde ettim” deyince; Arap dedi ki : “ yürü, yanımdan uzaklaş. Senin nuhusetin benim başıma da çökmesin. O şom hikmetini benden uzaklaştır. Sözün zamane halkına şom. Ya sen o yana git, ben bu yana gideyim. Yahut sen önden yürü, ben arkadan yürüyeyim. Bir çuvalımda buğday, öbüründe kum olması, senin hikmetinden daha iyi be hayırsız! Benim ahmaklığım, çok mübarek bir ahmaklık. Gönlümde azığım var, canım pehrizkar!”

Sen de şekavetin azalmasını istiyorsan çalış, sendeki hikmet azalsın. Tabiattan doğan, hayalden meydana gelen hikmet, Allah nurunun feyzinden nasipsiz bir hikmettir. Dünya hikmeti, zannı, şüpheyi attırır, din hikmetiyse insanı feleğin üstüne çıkarır. Ahir zamanın adi ukalası, kendileri evvelce gelenlerden üstün görürler. Hileler öğrenip ciğerler yakmışlar, hileler, düzenler bellemişlerdir. Asıl sermaye iksiri olan sabrı, ihsanı, cömertliğiyle vermişlerdir.


Fikir ona derler ki bir yol açsın. Yol ona derler ki önüne bir padişah çıkagelsin. Padişah ona derler ki kendiliğinden padişah olsun; hazinelerle, askerlerle değil. Zira kendiliğinden padişah olursa padişahlığı, Ahmet‟in pak dininin yüceliği gibi ebedidir.”

Mevlânâ, aklı maddî sahada etkin olmaya çağırırken, metafizik alanda haddini bilmesi gerektiğinin üzerinde durmuştur. Mevlânâ, insanın kendini gerçekleştirmesinde aklın yönlendirici rolünü kaybettiğini zikreder. Mantığın kuralları, felsefenin yetersizliği, akademik öğrenim ve öğretimin verdiği gurur insana ne kesinlik sağlar, ne de hakikatin kaynağına götürür. Mevlânâ insanın aklının ortaya koyduğu çözümün sınırlılığını ve yetersizliğini savunur. Bu konuda kayığa binip kayıkçıya gramer bilip bilmediğini soran bir gramer âliminin hikâyesini anlatır. Sorulan soruya kayıkçı hayır anlamında başını sallayınca gramerci; “senin hayatının yarısı heba olmuştur.” der. Kayıkçı susar ve bu söz üzerine ciddi ciddi düşünür. Bu sırada çıkan bir fırtına neticesinde kayık alabora olmaya başlar. Alime doğru dönen kayıkçı sorar: “yüzme biliyor musun?” “Hayır” der gramerci. Bunun üzerine kayıkçı: “Şimdi senin bütün hayatın heba olmuştur.” der.  İşte Mevlânâ’ya göre fırtınalı olan hayat denizinde tek başına akıl onu selamete götürmez. Başka bir pasajda şöyle ifade eder: “Fikir adamlarının ve mantıkçıların ayakları tahtadandır. Tahta ayaklar güvenilmezdir.” Aynı zamanda Mevlâna’da akla sınır çekme hususunda dogmatik rasyonalizm’in bir kritiğini bulmaktayız.

Felsefeci akılla anlaşılır şeylere bağlanmıştır. Sûfi ise aklın aklına, yâni akl-ı külle güvenmiştir. Akıllının aklı olan akl-ı küll içtir. Ey felsefeci, senin aklın ise kabuk gibidir. Hayvanın midesi daima kabuk arar.”

Mevlânâ’nın eserlerinde akl-ı külli ve akl-ı cüz’i kavramları geçmektedir. akl-ı küll ile aklı cüz’i yi karşılaştırırken aklı cüz’i denilen aklın yani insanın dünyevi işlerin tedebbüründe kullandığı akıl, her zaman bir başka akla muhtaçtır. O da akl-ı küll’dür. Cüz’i akıl daima vehim ve hayal üretir. Bunlar da aklın kabul etmediği hükümlere varır ve daima hata yaptırır. Aklın görevi hayal ve vehimden uzak durmaktır. Aklı küll öğreticidir, kökleri peygamberlerin getirdikleri vahye kadar dayanır. Aklı cüz’i’nin misali Habil ile Kabil meselesine benzer. Kabil’in Habil’i ördürdükten sonra ortada kalan cesedin akibetini bir kargadan öğrenmiştir. İşte cüz’i aklın sınırı etki alanı bu kadardır. Bunun için aklı cüz’i’nin sürekli öğretilmeye ihtiyacı vardır.

2. Filozoflar Aşırı ve Yanlış Kıyas ve İstidlallerde Bulunurlar

Mevlânâ filozofları yalnız saf akla önem verip duyguya ve oluşa önem vermediklerinden kendilerini noksan görmektedir. Kıyas ve istidlalin insanı hataya düşüreceğini belirtir. Özellikle insanın cüz-i aklıyla ve şahsi görüşleriyle gerçek bilgi sahibi olunamayacağını belirterek bu konunun açıklığa kavuşturulması için de bakkal ve papağan hikâyesini anlatır.

“Bir bakkal vardı. Onun bir de papağanı vardı. Bu papağan güzel sesli, yeşil renkli, söz söylemesini bilir bir kuştu. Dükkânda bekçilik yapar, alış verişe gelenlere nükteler söyler, onlarla şakalaşırdı. İnsanlar, bir şey sordukları zaman onlara insan gibi cevap verir, onlarla konuşurdu. Papağanlara mahsus ötüşü de pek güzeldi. Efendisi bir gün evine gitmişti. Papağan dükkânda bekçilik yapıyordu. Bir kedi, kovaladığı fâreyi tutmak için birden bire dükkâna atıldı. Zavallı papağan can korkusundan, Sıçradı, dükkânın bir köşesine kaçtı, orada bulunan gül yağı şişelerini devirdi, yağlarını döktü. Dükkân sahibi evden geldi, huzur içinde, patron edâsı ile yerine geçti, oturdu. Bir de baktı ki dükkân yağ içinde. Elbisesi de yağa bulanmış, papağanın yaptığını anladı. Başına vurup tüylerini döktü, başı kel oldu.

Papağan bir kaç gün konuşmayı kesti. Bakkal da yaptığına pişman olup, ah vah etmeğe başladı. Bakkal, sakalını yolmakta,; "Eyvah, ni'met güneşim bulut altına girdi." demekte idi."Keşke o zaman elim kırılsa idi de, o tatlı dilli papağanın başına vurmasaydım" diye yakınıyordu.Papağanın tekrar konuşmasını sağlamak için yoksullara sadakalar, hediyeler veriyordu.Üç gün üç gece sonra bakkal, dükkânında üzgün, şaşkın, ağlamaklı bir halde oturuyordu.Bu kuş acaba ne vakit tekrar konuşmaya başlayacak diye düşünüyor, binlerce gam ve kederle vakit geçiriyordu. Papağan tekrar söze başlasın diye, ona türlü türlü acâib ve garip şeyler gösteriyordu. Bir aralık dükkânın önünden başı açık bir derviş geçti. Onun saçları dibinden traş edilmiş başı tas ve leğen gibi cascavlaktı.
1 | 2 | 3 | 4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP