MEVLÂNÂ’DA İRADE HÜRRİYETİ - 2
|
Mevlânâ insanda özgür iradenin varlığını, gündelik hayattan verdiği olgusal örneklerle kanıtlamaya devam eder.
Yine burada Mevlânâ, ironik bir dille Cebrî inancı benimseyen kimseleri kınar. Arkasından onları hürriyet konusunda uyanışa davet eder.
Mevlânâ, insanda hürriyetin varlığına delil getirdiği şuur hali olan pişmanlığı, başka bir mantıkî yorumla da ifade eder. Sanki bu pişmanlık Allah’ın kazasıdır. Bunun manası, insanın ihtiyarı içerisine girmiş bir takım başka etkenler vardır. Dolayısıyla şu vereceğimiz örneklerde Mevlânâ, nihâyetinde kaza ve kaderi Allah’a bağlayarak mu’tedil bir inanç örneği sergiler:
Aynı şekilde Mevlânâ, cebir ile ihtiyar arasındaki farkı ortaya koymak için ikna edici açıklamasını şu örneklerle sürdürmeye devam ediyor:
Böylece Mevlânâ, Ehl-i sünnet kelamcılarının kabul ettiği gibi, insanda iki iradenin varlığını kabul eder. Bunlardan birisi, insanın iradesinin dışında olan zorunlu irade –ki buna örnek felçli kimsenin elidir- ikincisi ise, ihtiyarî/özgür iradedir. İnsanın kendi iradesiyle elini hareket ettirmesi gibi. Bunlardan ilki, hastalığın yol açtığı cebrî bir durumdur ki, insanın bunda bir sorumluluğu yoktur. İkincisi ise, insanın sorumluluğunda cereyan eden ihtiyarî halin bir sonucudur. (Eş’arî, Lum’a, 1952, 41).
Bu her iki hareket, cebrîlerin savunduğu zihniyetin dışında olduğuna Mevlânâ’nın işaret etmesi, oldukça öğretici bir durumdur. Aslında, insanın eylemleriyle doğrudan ama, ihtiyar ve cebir olgusu ile de dolaylı bağlantılı olan huyları; değişimi kabul eden ve değişimi kabul etmeyen huylar şeklinde iki kısma ayırmak mümkündür. İnsan, yapısının gereği, değişimi kabul etmeyen işlerde mecburdur. Fakat, değişimi kabul eden işlerde ise, özgürdür.
Mevlânâ bu hususu “peygamberler, insan özgürdür” derken, kafirler ise, “insanın kâfir olması, tamamıyla önceden takdir edilmiştir” demelerini kurguladığı diyaloglar şeklinde çok güzel anlatır ve kafirlerin cebre dayalı bakış açılarının yanlışlığını getirdiği darb-ı mesellerle tasvir eder. İnanç seçiminde insanın özgürlüğünün olmadığını, önceden Allah’ın herşeyi belirlediğini iddia eden münkirlerin sözlerinden diyaloglar halinde bazı pasajlar aktarır:
Diğer taraftan Mevlânâ, sorumluluk yüklenmekten kaçınarak, önceden takdir edilmiş tezine sığınan bu zihniyete karşı, insanın sorumluluk yüklenebilmesi için özgür kılınması gerekir, mantığından hareketle, insanın eylemlerinde özgür olduğunu peygamberlerin diliyle cebrîlere şu şekilde cevaplar verir:
Mevlânâ’nın beyitlerinde geçen bu diyaloglardan anladığımız kadarı ile, insanın özgürlüğünü savunan peygamberler, herbir varlığın ve huyların değişimi kabul etmeyeceğini, ama, insanda var olan hastalıkların tedaviyi kabul edebileceğini dile getirmişlerdir. İman ve küfür meselesi de buna benzer.
İnsan, inanç seçiminde mazeret üretmemelidir. Allah, yaratılışın mayasına inanç seçimi kabiliyet ve yeteneğini koymuştur. İnsan, yeteneğini geliştirerek doğruyu her zaman yakalama imkan ve fırsatına sahiptir.
Genel manada sûfiler, mutlak bir ‘ihtiyar’ düşüncesi taraftarı değillerdir. Bu, cebr-i mutavassıt olarak nitelendirilen Eş’arî kelamcıların insanın eylemlerinde hür olup olmadıklarını tanımlamak için kullandıkları; “insan, muhtar sûretinde muzdardır” ifadelerine çok benzer. Belki de bundan dolayı sûfiler, Allah’a doğru ilerleyişte (seyr-i illallah) her iki durumun yaşanabildiğine işaret etmek için ‘cebir’ olgusunu; avâmın cebri ve havâsın cebri şeklinde ikiye ayırma gereği duymuşlardır. Manevî olgunlaşma faaliyetinde bulunan kişi, manevî yolculuğunda her iki durumla da karşılaşmaktadır. Artık ‘fenâfillâh’ makamına eriştikten sonra, onda ‘ihtiyar’ kalmaz. Bu aşamadan sonra, vahdet-i vücut doktrinine göre, onun varlığı, Hakk’ın varlığında kaybolmuştur (bir nevi aynîleşmiştir). Bunu bir damlanın denize katılması gibi misallendirebiliriz. İşte buna sûfilerin dilinde havâssın cebri ismi verilir.(Şitâ, 1997, V, 13).
Mevlânâ, sûfilerin, ‘seçkinlerin cebri’ dediği kavramın açılımını şöyle yapar:
Kendisinde ‘ihtiyar’ın varlığını idrak etmeyen insan, idraksizdir. Halbuki ‘ihtiyar’ hayvanlarda daha azdır. Zira onlar, akıl taşımamalarına rağmen, hisleriyle hareket ederek, yaşamlarını sürdürürler. Özlerine konan bu hisle; kendilerine zarar ve fayda verecek şeyleri algılarlar ve buna göre tavır takınırlar. Kur’an’a göre, her bir canlıya Allah kendisine özgü yaratılış özelliği vermiştir. (Taha 20/50). Bu ilahî yasanın bir gereği olarak yeni doğan bir yavruya memeyi tutmasını, civcive yumurtadan çıkar çıkmaz taneleri toplamasını, arıya altıgen şeklinde yuvasını yapmasını vb. gibi her canlıya en uygun şartı Allah ilham etmiştir. (Gazzâli, 1409, 71).
Mevlânâ, mutlak anlamda inderminist ve determinist yaklaşımları eleştirir. İndeterminist yaklaşımları ise daha çok eleştirir. Ona göre, insanda özgür iradenin varoluşunun başında, sevilen ya da sevilmeyen tutum ve davranışlar karşısında verilen öfke ya da sevgi tepkileri gelir. Hayvanlar bile, ister adına içgüdü, sevk-i tabi, isterse ilham diyelim, ‘ihtiyar’larının gereğine göre davranırlar, duyguyu yaşam biçimleriyle tezahür ettirirler. Mevlânâ bu hususu, biraz da insanı kör bir fatalizm içerisinde değerlendiren indeterministleri eleştirmek için ‘deveci ve deve’ metaforuyla anlatır:
Mevlânâ’ya göre, ‘cebir’ ilâhi yasaya uygun bir şekilde devam ettiği sürece onaylanır. Burada bireysel bir ‘ihtiyar’lık söz konusudur, her şey önceden olmuş-bitmiş değildir. Örneğin, şerîatın geneli değişiklik kabul etmez. Fakat muhtevâsında değişikliği kabul eden, yani hür bir şekilde içtihadı onaylayan hususlar vardır. Çünkü yorumlarıyla güncelleşmeyen bir din, sorunları çözemediği gibi, bizatihi kendisi sorun haline gelebilir. Dinde temel inanç esasları değişmez. Zira dinin tabiatı, aynı şekil üzeredir. Bu yön, irfan ehlinin dilinde; “zaman-mekan sınırlarının dışında”; dinler tarihinin dilinde ise, “önceden belirlenmiş ve cebrîdir” ifadesiyle açıklanır. Burada kastedilen ifadeler, dinin değişmeyen sâbiteleriyle ilgilidir. Zira, herhangi bir şahsın, özgürlüğü için dinde böyle bir manevi ve ilmi yapıya ihtiyaç vardır. Dinde zâhirinden ne kastedildiği açıkça anlaşılan hükümler, her bir amel için karşılık bulacak şekilden ebediyete kadar devam edecek süreç gözetilerek tek bir defada takdir kalemiyle yazılmıştır. Dinin sâbiteleriyle ilgili hususlarda hangi asırda yaşanılırsa yaşanılsın, bir değişme düşünülemez. Hak ve bâtıl bilgisel manada bütün yönleriyle açıklandıktan sonra, eğer insan özgür iradesiyle sapık yolları tercih ederse, artık ezelî irade acımadan hükmünü verir. Zira, sapık yol, yanlış yola götürecektir. Hak ve bâtıl, ilahi yasaya itaat edici kılınmıştır. İlâhi terazi, zerreyi tartar. İnsanın sorumlu tutulması, özgürlüğüyle alakalıdır. Dünya hayatında özgür olarak yaptığı bütün davranışlarından hesaba çekilecektir.( Şitâ, 1997, V, 16).
Mevlânâ, “Kalem kurudu” (Ahmed b. Hanbel, 1992, I, 293) rivâyetini, yukarıdaki manaya uygun düşecek şekilde yorumlar. “Kalem olacak olan şeyleri yazdı” demek, kalemin mürekkebi kurudu, ibadetle günah, emin oluşla hırsızlık, şükürle nankörlük bir değildir. İşte bunları yazdı da kurudu, demektir.” (Mevlânâ, 1974, V, 256). Mevlânâ, “kalemler kaldırıldı, sayfalar dürüldü” ifadesinden fatalist bir yorumdan ziyade, dinî ve ahlakî düzlemde iyi ve kötü kategorisine giren ilkelerin belirlenmişliğini anlar. Böylece o, âlemde bir düzenin ve nizamın varlığını açıklamış olur. İnsana düşen görev, tasarruflarını yerine getirmede bu nizamı gözetmelidir.
“Bir sanatı seçmiş, kendine iş edinmişsin. Bu, bir ihtiyarım var, bir düşüncem var, demektir. Yoksa ey iş eri, neden sanatlar arasında o sanatı seçtin? Ama nefis, heva ve heves nöbeti geldi miydi sana yirmi er kuvveti gelir. Dostun, senin bir habbecik menfaatine mâni olsa, hemen savaş ihtiyarına sahip olur, onunla cenge kalkışırsın. Fakat nimetlere şükür etme nöbeti geldi mi ihtiyarın yoktur; taştan da aşağı bir hal alırsın. Nihayet cehennem de seni yakıyorum ama hoş gör, beni mazur tut diye özür getirir.”(Mevlânâ, 1974, V, 251).
Yine burada Mevlânâ, ironik bir dille Cebrî inancı benimseyen kimseleri kınar. Arkasından onları hürriyet konusunda uyanışa davet eder.
Mevlânâ, insanda hürriyetin varlığına delil getirdiği şuur hali olan pişmanlığı, başka bir mantıkî yorumla da ifade eder. Sanki bu pişmanlık Allah’ın kazasıdır. Bunun manası, insanın ihtiyarı içerisine girmiş bir takım başka etkenler vardır. Dolayısıyla şu vereceğimiz örneklerde Mevlânâ, nihâyetinde kaza ve kaderi Allah’a bağlayarak mu’tedil bir inanç örneği sergiler:
“Nihayet ondan usanır, pişman olursun ya..bu hal, evvel olsaydı hiç ona koşar mıydın? Şu halde ona girişelim, kaza ve kadere uygun olarak o işi görelim diye önce ondaki aybı, kusuru, bizden gizlemiştir. Kaza ve kader, hükmünü izhar edince göz açılır, pişmanlık gelir çatar! Bu pişmanlık da ayrı bir kaza ve kaderdir..bu pişmanlığı bırak da Allah’a tap!”(Mevlânâ, 1966, IV, 110).
Aynı şekilde Mevlânâ, cebir ile ihtiyar arasındaki farkı ortaya koymak için ikna edici açıklamasını şu örneklerle sürdürmeye devam ediyor:
“Titreme hastalığından dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin el..Her iki hareketi de bil ki Allah yaratmıştır; fakat bu hareketi, onunla mukayeseye imkan yoktur. İhtiyarınla el oynatmadan dolayı pişman olabilirsin; fakat titreme hastalığına müptela bir adamın pişman olduğunu ne vakit gördün?” (Mevlânâ, 1960, I, 120).
Böylece Mevlânâ, Ehl-i sünnet kelamcılarının kabul ettiği gibi, insanda iki iradenin varlığını kabul eder. Bunlardan birisi, insanın iradesinin dışında olan zorunlu irade –ki buna örnek felçli kimsenin elidir- ikincisi ise, ihtiyarî/özgür iradedir. İnsanın kendi iradesiyle elini hareket ettirmesi gibi. Bunlardan ilki, hastalığın yol açtığı cebrî bir durumdur ki, insanın bunda bir sorumluluğu yoktur. İkincisi ise, insanın sorumluluğunda cereyan eden ihtiyarî halin bir sonucudur. (Eş’arî, Lum’a, 1952, 41).
Bu her iki hareket, cebrîlerin savunduğu zihniyetin dışında olduğuna Mevlânâ’nın işaret etmesi, oldukça öğretici bir durumdur. Aslında, insanın eylemleriyle doğrudan ama, ihtiyar ve cebir olgusu ile de dolaylı bağlantılı olan huyları; değişimi kabul eden ve değişimi kabul etmeyen huylar şeklinde iki kısma ayırmak mümkündür. İnsan, yapısının gereği, değişimi kabul etmeyen işlerde mecburdur. Fakat, değişimi kabul eden işlerde ise, özgürdür.
Mevlânâ bu hususu “peygamberler, insan özgürdür” derken, kafirler ise, “insanın kâfir olması, tamamıyla önceden takdir edilmiştir” demelerini kurguladığı diyaloglar şeklinde çok güzel anlatır ve kafirlerin cebre dayalı bakış açılarının yanlışlığını getirdiği darb-ı mesellerle tasvir eder. İnanç seçiminde insanın özgürlüğünün olmadığını, önceden Allah’ın herşeyi belirlediğini iddia eden münkirlerin sözlerinden diyaloglar halinde bazı pasajlar aktarır:
“Allah bizim gönlümüzü kilitledi, kimse Allah’tan ileriye geçemez ki. Herşeyi düzüp koşan Allah, bizi de böyle düzdü koştu. Kimse bu dedikoduyla kaderimizi değiştiremez. Taşa istersen tam yüzyıl boyunca lâl olsana de.. eskiye tam yüzyıl yenilen diye söyle dur. Toprağa yüzyıl su gibi arı duru ol desen, suya bal ol, süt kesil desen ne fayda! Gökleri ve göklerdeki şeyleri yaratan..suyu, toprağı ve topraktakileri yaratan Allah.” (Mevlânâ, 1965, III, 236).
Diğer taraftan Mevlânâ, sorumluluk yüklenmekten kaçınarak, önceden takdir edilmiş tezine sığınan bu zihniyete karşı, insanın sorumluluk yüklenebilmesi için özgür kılınması gerekir, mantığından hareketle, insanın eylemlerinde özgür olduğunu peygamberlerin diliyle cebrîlere şu şekilde cevaplar verir:
“Peygamberler dediler ki: “Evet, Allah, çekinip kurtulmaya imkan bulunmayan sıfatlar yaratmıştır. Fakat ârizi sıfatlar da yarattı ki onları terketmek mümkündür; herkesin nefretini kazanan kişi, o sıfatları terkeder, huylarından vazgeçerse herkesin sevgisini kazanır, herkes ondan razı olur. Taşa altın ol demek beyhûdedir ama bakıra altın ol dersen yeri var; bakır, pekâlâ altın olabilir. Kuma toprak ol dersen âcizdir, toprak olamaz. Fakat toprağa balçık ol desen bu söz yerindedir, toprak, balçık olabilir.”(Mevlânâ, 1965, III, 235-36).
Mevlânâ’nın beyitlerinde geçen bu diyaloglardan anladığımız kadarı ile, insanın özgürlüğünü savunan peygamberler, herbir varlığın ve huyların değişimi kabul etmeyeceğini, ama, insanda var olan hastalıkların tedaviyi kabul edebileceğini dile getirmişlerdir. İman ve küfür meselesi de buna benzer.
İnsan, inanç seçiminde mazeret üretmemelidir. Allah, yaratılışın mayasına inanç seçimi kabiliyet ve yeteneğini koymuştur. İnsan, yeteneğini geliştirerek doğruyu her zaman yakalama imkan ve fırsatına sahiptir.
Genel manada sûfiler, mutlak bir ‘ihtiyar’ düşüncesi taraftarı değillerdir. Bu, cebr-i mutavassıt olarak nitelendirilen Eş’arî kelamcıların insanın eylemlerinde hür olup olmadıklarını tanımlamak için kullandıkları; “insan, muhtar sûretinde muzdardır” ifadelerine çok benzer. Belki de bundan dolayı sûfiler, Allah’a doğru ilerleyişte (seyr-i illallah) her iki durumun yaşanabildiğine işaret etmek için ‘cebir’ olgusunu; avâmın cebri ve havâsın cebri şeklinde ikiye ayırma gereği duymuşlardır. Manevî olgunlaşma faaliyetinde bulunan kişi, manevî yolculuğunda her iki durumla da karşılaşmaktadır. Artık ‘fenâfillâh’ makamına eriştikten sonra, onda ‘ihtiyar’ kalmaz. Bu aşamadan sonra, vahdet-i vücut doktrinine göre, onun varlığı, Hakk’ın varlığında kaybolmuştur (bir nevi aynîleşmiştir). Bunu bir damlanın denize katılması gibi misallendirebiliriz. İşte buna sûfilerin dilinde havâssın cebri ismi verilir.(Şitâ, 1997, V, 13).
Mevlânâ, sûfilerin, ‘seçkinlerin cebri’ dediği kavramın açılımını şöyle yapar:
“Cebir meselesi, aşkımı ihtiyarsız bir hale getirdi, sabrımı elden aldı. Âşık olmayansa cebri hapsetti, onu inkâr, yahut takyit eyledi. Halbuki bu, Hak’la beraberlik ve birliktir, cebir değil.. Bu, ayın tecellisidir, bulut değil. Cebir bile olsa herkesin bildiği cebir; yalnız kendi menfaatini gözeten nefs-i emmârenin cebri değildir. Ey oğul! Allah, kimlerin gönül gözlerini açtıysa bu cebri onlar anlar. Gayb ve istikbal onlara apaçık görünmektedir. Maziyi anış onlarca değersiz bir şeydir. Onların ihtiyarı da başka türlüdür, cebri de. Yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur. Sedeften dışarıda küçük, büyük damlalar var, sedefin içindeyse küçük, büyük inciler.”(Mevlânâ, 1960, I, 117-118).
Kendisinde ‘ihtiyar’ın varlığını idrak etmeyen insan, idraksizdir. Halbuki ‘ihtiyar’ hayvanlarda daha azdır. Zira onlar, akıl taşımamalarına rağmen, hisleriyle hareket ederek, yaşamlarını sürdürürler. Özlerine konan bu hisle; kendilerine zarar ve fayda verecek şeyleri algılarlar ve buna göre tavır takınırlar. Kur’an’a göre, her bir canlıya Allah kendisine özgü yaratılış özelliği vermiştir. (Taha 20/50). Bu ilahî yasanın bir gereği olarak yeni doğan bir yavruya memeyi tutmasını, civcive yumurtadan çıkar çıkmaz taneleri toplamasını, arıya altıgen şeklinde yuvasını yapmasını vb. gibi her canlıya en uygun şartı Allah ilham etmiştir. (Gazzâli, 1409, 71).
Mevlânâ, mutlak anlamda inderminist ve determinist yaklaşımları eleştirir. İndeterminist yaklaşımları ise daha çok eleştirir. Ona göre, insanda özgür iradenin varoluşunun başında, sevilen ya da sevilmeyen tutum ve davranışlar karşısında verilen öfke ya da sevgi tepkileri gelir. Hayvanlar bile, ister adına içgüdü, sevk-i tabi, isterse ilham diyelim, ‘ihtiyar’larının gereğine göre davranırlar, duyguyu yaşam biçimleriyle tezahür ettirirler. Mevlânâ bu hususu, biraz da insanı kör bir fatalizm içerisinde değerlendiren indeterministleri eleştirmek için ‘deveci ve deve’ metaforuyla anlatır:
“Deveci, bir deveyi dövse o deve, dövene kasteder. Devecinin değneğine kızmaz. Görüyorsun ya, deve bile ihtiyardan bir kokuya sahiptir. Yine böylece bir köpeğe taş atsan iki büklüm olur da sana saldırır. Hatta seni bırakıp o taşı yakalarsa, ısırırsa o da yine sana olan kızgınlığındandır. Çünkü sen ondan uzaktasın, sana el atamıyor, onu ısırıyor. Hayvani olan akıl bile, ihtiyarı biliyor. Artık sen ey insani akıl, utan da ihtiyar yoktur deme.”(Mevlânâ, 1974, V, 249-50).
Mevlânâ’ya göre, ‘cebir’ ilâhi yasaya uygun bir şekilde devam ettiği sürece onaylanır. Burada bireysel bir ‘ihtiyar’lık söz konusudur, her şey önceden olmuş-bitmiş değildir. Örneğin, şerîatın geneli değişiklik kabul etmez. Fakat muhtevâsında değişikliği kabul eden, yani hür bir şekilde içtihadı onaylayan hususlar vardır. Çünkü yorumlarıyla güncelleşmeyen bir din, sorunları çözemediği gibi, bizatihi kendisi sorun haline gelebilir. Dinde temel inanç esasları değişmez. Zira dinin tabiatı, aynı şekil üzeredir. Bu yön, irfan ehlinin dilinde; “zaman-mekan sınırlarının dışında”; dinler tarihinin dilinde ise, “önceden belirlenmiş ve cebrîdir” ifadesiyle açıklanır. Burada kastedilen ifadeler, dinin değişmeyen sâbiteleriyle ilgilidir. Zira, herhangi bir şahsın, özgürlüğü için dinde böyle bir manevi ve ilmi yapıya ihtiyaç vardır. Dinde zâhirinden ne kastedildiği açıkça anlaşılan hükümler, her bir amel için karşılık bulacak şekilden ebediyete kadar devam edecek süreç gözetilerek tek bir defada takdir kalemiyle yazılmıştır. Dinin sâbiteleriyle ilgili hususlarda hangi asırda yaşanılırsa yaşanılsın, bir değişme düşünülemez. Hak ve bâtıl bilgisel manada bütün yönleriyle açıklandıktan sonra, eğer insan özgür iradesiyle sapık yolları tercih ederse, artık ezelî irade acımadan hükmünü verir. Zira, sapık yol, yanlış yola götürecektir. Hak ve bâtıl, ilahi yasaya itaat edici kılınmıştır. İlâhi terazi, zerreyi tartar. İnsanın sorumlu tutulması, özgürlüğüyle alakalıdır. Dünya hayatında özgür olarak yaptığı bütün davranışlarından hesaba çekilecektir.( Şitâ, 1997, V, 16).
Mevlânâ, “Kalem kurudu” (Ahmed b. Hanbel, 1992, I, 293) rivâyetini, yukarıdaki manaya uygun düşecek şekilde yorumlar. “Kalem olacak olan şeyleri yazdı” demek, kalemin mürekkebi kurudu, ibadetle günah, emin oluşla hırsızlık, şükürle nankörlük bir değildir. İşte bunları yazdı da kurudu, demektir.” (Mevlânâ, 1974, V, 256). Mevlânâ, “kalemler kaldırıldı, sayfalar dürüldü” ifadesinden fatalist bir yorumdan ziyade, dinî ve ahlakî düzlemde iyi ve kötü kategorisine giren ilkelerin belirlenmişliğini anlar. Böylece o, âlemde bir düzenin ve nizamın varlığını açıklamış olur. İnsana düşen görev, tasarruflarını yerine getirmede bu nizamı gözetmelidir.