MEVLÂNÂ’DA İRADE HÜRRİYETİ - 3
|
Mevlânâ, halk dilinde, alın yazısı anlamında cebri inancı destekleyecek bir yorumdan kaçınır. Çünkü, eğer inanç seçimi konularında önceden belirlenmişlik inancına dayalı bir yorumlamaya gidilirse, ilahi teklifin bir anlamı kalmaz. Dolayısıyla Mevlânâ, “kalem kurudu” rivâyetine, insanın ihtiyarı noktasında liberal bir yorum getirir:
Mevlânâ, gerçek özgürlüğü Allah’a esarette bulur. Mesnevî’de bir başka yerde avamın cebrini mahkum etme düşüncesine tekrar döner:
O halde insan metafiziki kötülük karşısında sızlanmamalıdır. Bu tamamıyla kendi eylemleri sonucudur. İnsan psikolojisinde çoğu zaman şu düşünce vardır. İnsan, başarılarının, gerçekleştirdiği iyiliklerin kaynağını kendisinde bulur. Ama, başarısızlıklarına ve kötülüklerine pek sahip çıkmaz. Onları, bir günah keçisi icat ederek birilerine yüklemek ister. Bu fertler için olduğu kadar, toplumlar için de böyledir. Determinizmin, makul sınırı aşmış kaderciliğin, fatalizmin hakim olduğu dönemler, genellikle problemin üstesinden yiğitçe gelinemeyen dönemlerdir. Nitekim İslam Dünyasında Peygamber’in kurduğu sağlam nizam sarsılmaya, siyasi ihtiraslar kükremeye, medeniyetin yerini câhiliyet almaya başlayınca, akıl dışı ölçülere varan kadercilik anlayışı ümmetin hayatında kök salmaya başladı. Mekke’den Medine’ye hicret ederek dünyanın gidişini değiştiren insanların torunları veya takipçileri, kurtuluşu mücadelede, mücâhedede değil, başkalarını suçlamada, mehdilerin gelmesini beklemede buldular. (Aydın, 2000, 96).
Halbuki, Mevlânâ’nın da dediği gibi, “sorumlu insan” anlayışına sahip olan bir inancın bireyleri, başkalarından değil, Allah’a ve içinde yaşadığı halkına her an hesap vermeyi öneren bir dindarlıktan yana tavır koymalıdırlar. İşte bu inanç doğrultusunda insanın eylemlerinde hür olduğunu dile getiren Mevlânâ, hak ve bâtıl ehlini bütün zamanlarda değişmez ilahi yasaya uymaya çağırır. İnsanın ihtiyar kudreti, bu nizama meydan okuyarak değil, onun içinde ve ona uyarak tasarrufta bulunur. (Aydın, 2000, 103) İlâhi takdirin hükmü, sorumsuzca cereyan etmez. Eğer insanın içinde ‘ihtiyar’ olmasaydı, insan iyiliği ve kötülüğü dileme eğilimlerini belirtemezdi. Tekrar şuur hallerinin bir yansıması olan verilere dönen Mevlânâ, ‘seçme özgürlüğü’nün insanın içinde varolduğunu şöyle dile getirir:
Mevlânâ bu ifadelerinde bir defa daha insanın Kelâmî bir bakış açısıyla söylemek gerekirse, özgür yaratıldığını vurguluyor. Nihayetinde insanın doğru yolu bulmasında iyiliğin sembolü melek ve insanın sapmasında kötülüğün sembolü şeytan mutlak bir tasarruf yetkisine sahip değildir. Her ikisi de insanın ihtiyarını harekete geçirmede teklifte bulunuyor. Burada karar, insana aittir. Çünkü, sorumluluk yüklenmek bunu gerektirir. Öyleyse, insan üzerinde şeytanın saptırıcılığı mutlak değil, ârizidir. Şeytan, mü’minin imanını kahren ve cebren soyar, alır demek uygun değildir. Fakat insan kendi arzusu ile imanını terk ederse, o taktirde şeytan müminin kalbindeki imanı söker alır. (Ebu’l-Müntehâ, 1984, 27). Burada sorumluluk tamamen insana aittir. İnsan nefsine ve şeytana muhalefet ettiği sürece başarılı olacaktır. O halde insan, iki seçenek arasında kararsız olmamalıdır; her iki seçenekten birini diğerinden doğru bir şekilde ayırt edebilecek yapısal donanıma sahiptir. İnsan, iki seçenek arasında düşündüğü zaman, akla ve dine en yatkın olan sonucun seçimini belirleyebilir. İşte ayırt edici bu zaman aralığı, yani karar verme anı, ihtiyar öncesidir. İnsan doğal olarak, evrensel değerler temelinde hayırlı olanı tercih etme yerine, ihtiyarına bağlı olarak kötülük tarafını seçmişse, müeyyide planında sonuçlarına katlanacaktır. Çünkü Allah, kötülüğü hür iradesiyle tercih edeni cezalandıracağını ve iyiliği özgür iradesiyle seçeni de ödüllendireceğini vadetmiştir.(el-Zilzal, 99/7-8). İşte Mevlânâ, insanın eylemlerinde özgürlüğünü inkar eden Cebrî’ye cevap verme sadedinde, insanın eylemlerinde hür olduğunu ispat, emir ve nehyin doğruluğu, cebrînin getirdiği özrün hiçbir şeriat ve dinde makbul olmayışı ve onu yaptığı işin cezasından kurtaramayacağını, nitekim Cebrî İblis’in “Rabbim, beni sen azdırdın” sözünün de kabul edilmeyeceğini çok güzel bir şekilde dile getirir:
Bu mısralardan şunu çıkarıyoruz. Eğer, kötülükte cebir mümkünse, bu kötülüğe cezalandırmada cebirle mukabele etmek de mümkündür. Dolayısıyla Mevlânâ, İslam toplumlarında gerek sivil vatandaş ve gerekse yönetici konumunda bulunan insanların her zaman hesap verebilme onuruna sahip bir zihniyetin oluşumu için Cebrî anlayışlarla daima fikir düzeyinde mücadele vermiştir. Mevlânâ, hiçbir zaman Allah-insan ilişkileri bağlamında insanın ihtiyarını, Allah’ın ihtiyarı dışında değerlendirmemiştir. Elbette, herşeyi yaratan Allah’tır. İnsan, hangi eylemde bulunursa, Allah onu, onda yaratır. Allah’ın hoşnutluğu, hayırdadır, şerde değil. Buna rağmen O, kullarının tercihine müdahale etmez. Kararı, insana bırakır. Çünkü, insan yaptıklarından sorumlu tutulacaktır. Mevlânâ’ya göre, insanların ihtiyarını Allah’ın ihtiyarı varetmiştir. Dolayısıyla, insanın ihtiyarı, Allah’ın ihtiyarı karşısında bir cüz’dür. Mevlânâ, ‘benim küfrüm Allah’ın dilemesiyledir’ diyen bir Cebrî’ye, ‘sorumluluğunu hatırlatma noktasında, senin küfrü tercihinde kendi özgür iradenin de payı vardır. Çünkü sen istemedikçe, kafir olamazsın’ demek suretiyle İlâhi irade karşısında insan iradesinin yok edilmediğini anlatmış olmaktadır. (Mevlânâ, 1974, V, 252-53).
Bir başka yerde Mevlânâ, “küfür, Allah’ın takdiriyledir, hükmüyle değil” (Mevlânâ, 1974, III, 110) demek suretiyle, insandan irade hürriyetini soyutlayan zihniyetlere cevap verir. Buradaki ‘takdir’ ifadesini cebir içerisinde değerlendirmemek gerekir. Takdir, kulun isteği doğrultusunda eylemlerinin Allah tarafından yaratılmasıdır. Hiçbir zaman Mevlânâ, inanç konularında Allah’ın takdirini, insanın eylem ve yönelişlerinden bağımsız görmüyor. Yani, Allah’ın küfre rızası yoktur, ama insan buna rağmen küfrü seçerse, Allah da onu insanda yaratır. Burada Allah’ın kazası, insanın muradıyla örtüşüyor. Bir nevi, Allah’ın bilmesi, insanın eylemlerine tesirde bulunmuyor. İnsanın ihtiyarî/kesbî iradesine bağlı olarak, eğilim ve yönelişleri doğrultusunda Allah’ın ilmi, yaratmak manasında tecelli ediyor.
“Küfür, Allah’ın takdiriyledir, hükmüyle değil”, diyen Mevlânâ, insan iradesi konusunda re’y okulunun temsilcisi mütekellim Ebû Hanîfe (ö. 80/150) gibi düşünüyor. Bu konudu Ebû Hanife, el-Fıkhu’l-Ekber adlı eserinde: “Allah’ın Levh-i Mahfuz’daki yazısı, hüküm olarak değil, vasıf olarak yazılıdır” demektedir. (Ebû Hanife, 1981, 59). Bu metnin yorumu şöyledir: “Herşey Levh-i Mahfuz’da vasıfları ile yazılmıştır: Güzel-çirkin, uzun-kısa, küçük-büyük, az-çok, ağır-hafif, soğuk-sıcak, yaş-kuru, evsaf ve ahvâle dair yazamadığımız daha neler varsı yazılmıştır. Bir şey yazılırken, mücerret netice olarak yazılmamış, bunların sebepleri ve vasıfları belirtilmiştir. Meselâ, Zeyd mü’min, Ömer de kâfir diye yazılmamıştır. Eğer böyle yazılmış olsaydı, birincinin mutlaka mü’min, ikinci şahsın da mutlaka kâfir olması gerekirdi. Halbuki, insanların mü’min veya kâfir olmaları, onların özgür/ihtiyarî iradelerine bağlı kılınmıştır. Bunun için Zeyd’in kendi ihtiyarı/seçimi ile mü’min olacağı belirtilerek cebir ortadan kaldırılmıştır.” (Ebu’l-Müntehâ, 1984, 11). Kuşkusuz bu yorum, insandan irade hürriyetini çekip-çıkaran Cebrî taraftarlarına bir reddiye anlamı taşır.
İnsanın yüceliği, irade hürriyetine sahip oluşuyladır. Mevlânâ’ya göre, insanın seçimini etkileyen pekçok psikolojik duygudan daha etkili iki duygu vardır ki, bunlar; kuşku ve korkudur. Birey, manevî ve ahlâki tekâmül yolunda sağlam bir irade ile Allah’a yönelirse, kötülüğün üstesinden gelebilir ve bu iki engeli kolaylıkla aşabilir. Allah’ın ilahi lütfu kulun imdadına yetişecektir. (Mevlânâ, 1974, VI, 18-19.)
Mevlânâ, hiç kuşkusuz, Allah’ın fiillerinde bir hikmetin varolduğunu kabul eder. Allah’ın mutlak muhtar oluşu, insanın nispi muhtariyetini gölgelemez, ya da insanın özgürlük alanını bütünüyle sınırlandırmaz. Bir başka ifade ile, İlâhi ihtiyar, insanın ihtiyarını söküp çıkarmaz. Allah’ın, varlığı bütün yönleriyle kuşatmış olması, insanın hür iradesini ortadan kaldırmaz. Aksine, Allah’ın ihtiyarı, meşîetinin üzerinde cereyan etmesi için bir başka varlığın ihtiyarını gerektirir.(Şitâ, 1997, V, 25). Örneğin, varlıklı olmayandan ‘zâhidlik’ istenmez. Çünkü zâhidlik, mülkiyetle anlaşılır. Düşman yoksa, ‘savaş imkanı’ yoktur. Şehvet yoksa, ‘ondan kaçınma’ emrinin bir anlamı yoktur. Varlıklı değilsen, ‘infak edin’ emri muhaldir. (Mevlânâ, 1974, V, 50-51). O halde Allah’ın İlahi teklife dayalı meşîeti, kulun ihtiyarı üzerinedir. Allah, güç yetiremeyeceği şeyleri kullarına teklif etmez.
Mevlânâ, cebir, ihtiyar ve kader kavramları üzerinde ısrarla durur. Akıl bakımından cebir düşüncesine sahip olmanın, kadere inanmamaktan daha rezilce bir iş olduğunu söyler. Çünkü, kendi ihtiyar duygusunu inkar eden Cebrî’den, kader yoktur, insan eylemlerinin yaratıcısıdır diyen bir kimse, hiç olmazsa duyguyu inkar
etmemektedir. Mevlânâ, Cebrî ve Kaderî olanın konumlarını açıklamayı sürdürür. Kaderi inkar eden, hiç olmazsa, duman vardır, ama ateş yoktur der. Cebrî ise, ateşi görür de inadına ateş yoktur, der. Ateş eteğini tutuşturur da yine de ateşin varlığını inkar eder. Mevlânâ’ya göre, cebir davası, Sofistliktir. Onun için Allah’ı inkar edişten beterdir. Hiç olmazsa Allah’ı inkar eden, âlem vardır, der. Aksine, Cebrî ise, âlemin varlığını inkar eder. Yapılan işler, irademizle değildir, deyip durur. (Mevlânâ, 1974, V, 246-47).
“Zulmedersen kötüsün, gerisin geriye gittin. Kalem bunu yazdı ve mürekkebi kurudu. Adalette bulunursan saadete erersin, kalem bunu yazdı, mürekkebi bile kurudu. Elinle hırsızlık edersen cezanı çekersin. Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu. Şarap içersen sarhoş olursun. Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu.
“Kalem kurudu” sözünün manası, benim yanımda adâletle sitem bir değildir Ben, hayırla şerrin arasına bir fark koydum. Kötüyle daha kötüyü de ayırdım demektir.” (Mevlânâ, 1974, V, 257).
Mevlânâ, gerçek özgürlüğü Allah’a esarette bulur. Mesnevî’de bir başka yerde avamın cebrini mahkum etme düşüncesine tekrar döner:
“Zaman zaman sana gelip çatan dertler, senin eylemlerinden dolayıdır. İşte “kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu”nun manası budur. Bizim âdetimiz değişmez, doğru yolu gösteririz. İyiliğe karşılık iyilik, kötülüğe karşılık da kötülük demektir.”(Mevlânâ, 1974, V, 261).
O halde insan metafiziki kötülük karşısında sızlanmamalıdır. Bu tamamıyla kendi eylemleri sonucudur. İnsan psikolojisinde çoğu zaman şu düşünce vardır. İnsan, başarılarının, gerçekleştirdiği iyiliklerin kaynağını kendisinde bulur. Ama, başarısızlıklarına ve kötülüklerine pek sahip çıkmaz. Onları, bir günah keçisi icat ederek birilerine yüklemek ister. Bu fertler için olduğu kadar, toplumlar için de böyledir. Determinizmin, makul sınırı aşmış kaderciliğin, fatalizmin hakim olduğu dönemler, genellikle problemin üstesinden yiğitçe gelinemeyen dönemlerdir. Nitekim İslam Dünyasında Peygamber’in kurduğu sağlam nizam sarsılmaya, siyasi ihtiraslar kükremeye, medeniyetin yerini câhiliyet almaya başlayınca, akıl dışı ölçülere varan kadercilik anlayışı ümmetin hayatında kök salmaya başladı. Mekke’den Medine’ye hicret ederek dünyanın gidişini değiştiren insanların torunları veya takipçileri, kurtuluşu mücadelede, mücâhedede değil, başkalarını suçlamada, mehdilerin gelmesini beklemede buldular. (Aydın, 2000, 96).
Halbuki, Mevlânâ’nın da dediği gibi, “sorumlu insan” anlayışına sahip olan bir inancın bireyleri, başkalarından değil, Allah’a ve içinde yaşadığı halkına her an hesap vermeyi öneren bir dindarlıktan yana tavır koymalıdırlar. İşte bu inanç doğrultusunda insanın eylemlerinde hür olduğunu dile getiren Mevlânâ, hak ve bâtıl ehlini bütün zamanlarda değişmez ilahi yasaya uymaya çağırır. İnsanın ihtiyar kudreti, bu nizama meydan okuyarak değil, onun içinde ve ona uyarak tasarrufta bulunur. (Aydın, 2000, 103) İlâhi takdirin hükmü, sorumsuzca cereyan etmez. Eğer insanın içinde ‘ihtiyar’ olmasaydı, insan iyiliği ve kötülüğü dileme eğilimlerini belirtemezdi. Tekrar şuur hallerinin bir yansıması olan verilere dönen Mevlânâ, ‘seçme özgürlüğü’nün insanın içinde varolduğunu şöyle dile getirir:
“İhtiyar, senin içindedir. O, bir Yusuf görmedikçe elini uzatmaz. İhtiyar ve dilek, nefistedir. Dilediği şeyin yüzünü görür de ondan sonra kol kanat açar. Köpek uyumuş ama ihtiyarı kayboldu sanma. İşkembeyi gördü mü kuyruğunu sallamaya başlar. At da arpa gördü mü kişnemeye koyulur; kedi de etin oynadığını görünce miyavlamaya başlar. İhtiyarın harekete gelmesine sebep, görüştür, ateşten kıvılcım çıkarana körük olduğu gibi. Şu halde ihtiyarın, İblis gibi seni oynatır. Sana vasıtalık eder, vis’in selamını, haberini getirir. Dilediği birşeyi adama gösterdi mi, uyumuş olan ihtiyar, derhal gözünü açar. Melekler de Şeytanın inadına gönlüne feryatlar salar. Bu suretle hayra olan ihtiyarını harekete getirmek ister. Çünkü bu göstermeden önce sende şu iki huy da uykudadır. Şu halde ihtiyar damarlarını harekete getirmek için melek de sana yapılacak şeyleri gösterir, şeytan da” (Mevlânâ, 1974, V, 244).
Mevlânâ bu ifadelerinde bir defa daha insanın Kelâmî bir bakış açısıyla söylemek gerekirse, özgür yaratıldığını vurguluyor. Nihayetinde insanın doğru yolu bulmasında iyiliğin sembolü melek ve insanın sapmasında kötülüğün sembolü şeytan mutlak bir tasarruf yetkisine sahip değildir. Her ikisi de insanın ihtiyarını harekete geçirmede teklifte bulunuyor. Burada karar, insana aittir. Çünkü, sorumluluk yüklenmek bunu gerektirir. Öyleyse, insan üzerinde şeytanın saptırıcılığı mutlak değil, ârizidir. Şeytan, mü’minin imanını kahren ve cebren soyar, alır demek uygun değildir. Fakat insan kendi arzusu ile imanını terk ederse, o taktirde şeytan müminin kalbindeki imanı söker alır. (Ebu’l-Müntehâ, 1984, 27). Burada sorumluluk tamamen insana aittir. İnsan nefsine ve şeytana muhalefet ettiği sürece başarılı olacaktır. O halde insan, iki seçenek arasında kararsız olmamalıdır; her iki seçenekten birini diğerinden doğru bir şekilde ayırt edebilecek yapısal donanıma sahiptir. İnsan, iki seçenek arasında düşündüğü zaman, akla ve dine en yatkın olan sonucun seçimini belirleyebilir. İşte ayırt edici bu zaman aralığı, yani karar verme anı, ihtiyar öncesidir. İnsan doğal olarak, evrensel değerler temelinde hayırlı olanı tercih etme yerine, ihtiyarına bağlı olarak kötülük tarafını seçmişse, müeyyide planında sonuçlarına katlanacaktır. Çünkü Allah, kötülüğü hür iradesiyle tercih edeni cezalandıracağını ve iyiliği özgür iradesiyle seçeni de ödüllendireceğini vadetmiştir.(el-Zilzal, 99/7-8). İşte Mevlânâ, insanın eylemlerinde özgürlüğünü inkar eden Cebrî’ye cevap verme sadedinde, insanın eylemlerinde hür olduğunu ispat, emir ve nehyin doğruluğu, cebrînin getirdiği özrün hiçbir şeriat ve dinde makbul olmayışı ve onu yaptığı işin cezasından kurtaramayacağını, nitekim Cebrî İblis’in “Rabbim, beni sen azdırdın” sözünün de kabul edilmeyeceğini çok güzel bir şekilde dile getirir:
“Bir hırsız, şahneye dedi ki: Efendim, yaptığım iş, Tanrı’nın takdiri. Şahne dedi ki: A iki gözümün nûru! Benim yaptığım cezalandırma da Tanrı’nın takdiri.” (Mevlânâ, 1974, V, 250).
Bu mısralardan şunu çıkarıyoruz. Eğer, kötülükte cebir mümkünse, bu kötülüğe cezalandırmada cebirle mukabele etmek de mümkündür. Dolayısıyla Mevlânâ, İslam toplumlarında gerek sivil vatandaş ve gerekse yönetici konumunda bulunan insanların her zaman hesap verebilme onuruna sahip bir zihniyetin oluşumu için Cebrî anlayışlarla daima fikir düzeyinde mücadele vermiştir. Mevlânâ, hiçbir zaman Allah-insan ilişkileri bağlamında insanın ihtiyarını, Allah’ın ihtiyarı dışında değerlendirmemiştir. Elbette, herşeyi yaratan Allah’tır. İnsan, hangi eylemde bulunursa, Allah onu, onda yaratır. Allah’ın hoşnutluğu, hayırdadır, şerde değil. Buna rağmen O, kullarının tercihine müdahale etmez. Kararı, insana bırakır. Çünkü, insan yaptıklarından sorumlu tutulacaktır. Mevlânâ’ya göre, insanların ihtiyarını Allah’ın ihtiyarı varetmiştir. Dolayısıyla, insanın ihtiyarı, Allah’ın ihtiyarı karşısında bir cüz’dür. Mevlânâ, ‘benim küfrüm Allah’ın dilemesiyledir’ diyen bir Cebrî’ye, ‘sorumluluğunu hatırlatma noktasında, senin küfrü tercihinde kendi özgür iradenin de payı vardır. Çünkü sen istemedikçe, kafir olamazsın’ demek suretiyle İlâhi irade karşısında insan iradesinin yok edilmediğini anlatmış olmaktadır. (Mevlânâ, 1974, V, 252-53).
Bir başka yerde Mevlânâ, “küfür, Allah’ın takdiriyledir, hükmüyle değil” (Mevlânâ, 1974, III, 110) demek suretiyle, insandan irade hürriyetini soyutlayan zihniyetlere cevap verir. Buradaki ‘takdir’ ifadesini cebir içerisinde değerlendirmemek gerekir. Takdir, kulun isteği doğrultusunda eylemlerinin Allah tarafından yaratılmasıdır. Hiçbir zaman Mevlânâ, inanç konularında Allah’ın takdirini, insanın eylem ve yönelişlerinden bağımsız görmüyor. Yani, Allah’ın küfre rızası yoktur, ama insan buna rağmen küfrü seçerse, Allah da onu insanda yaratır. Burada Allah’ın kazası, insanın muradıyla örtüşüyor. Bir nevi, Allah’ın bilmesi, insanın eylemlerine tesirde bulunmuyor. İnsanın ihtiyarî/kesbî iradesine bağlı olarak, eğilim ve yönelişleri doğrultusunda Allah’ın ilmi, yaratmak manasında tecelli ediyor.
“Küfür, Allah’ın takdiriyledir, hükmüyle değil”, diyen Mevlânâ, insan iradesi konusunda re’y okulunun temsilcisi mütekellim Ebû Hanîfe (ö. 80/150) gibi düşünüyor. Bu konudu Ebû Hanife, el-Fıkhu’l-Ekber adlı eserinde: “Allah’ın Levh-i Mahfuz’daki yazısı, hüküm olarak değil, vasıf olarak yazılıdır” demektedir. (Ebû Hanife, 1981, 59). Bu metnin yorumu şöyledir: “Herşey Levh-i Mahfuz’da vasıfları ile yazılmıştır: Güzel-çirkin, uzun-kısa, küçük-büyük, az-çok, ağır-hafif, soğuk-sıcak, yaş-kuru, evsaf ve ahvâle dair yazamadığımız daha neler varsı yazılmıştır. Bir şey yazılırken, mücerret netice olarak yazılmamış, bunların sebepleri ve vasıfları belirtilmiştir. Meselâ, Zeyd mü’min, Ömer de kâfir diye yazılmamıştır. Eğer böyle yazılmış olsaydı, birincinin mutlaka mü’min, ikinci şahsın da mutlaka kâfir olması gerekirdi. Halbuki, insanların mü’min veya kâfir olmaları, onların özgür/ihtiyarî iradelerine bağlı kılınmıştır. Bunun için Zeyd’in kendi ihtiyarı/seçimi ile mü’min olacağı belirtilerek cebir ortadan kaldırılmıştır.” (Ebu’l-Müntehâ, 1984, 11). Kuşkusuz bu yorum, insandan irade hürriyetini çekip-çıkaran Cebrî taraftarlarına bir reddiye anlamı taşır.
İnsanın yüceliği, irade hürriyetine sahip oluşuyladır. Mevlânâ’ya göre, insanın seçimini etkileyen pekçok psikolojik duygudan daha etkili iki duygu vardır ki, bunlar; kuşku ve korkudur. Birey, manevî ve ahlâki tekâmül yolunda sağlam bir irade ile Allah’a yönelirse, kötülüğün üstesinden gelebilir ve bu iki engeli kolaylıkla aşabilir. Allah’ın ilahi lütfu kulun imdadına yetişecektir. (Mevlânâ, 1974, VI, 18-19.)
Mevlânâ, hiç kuşkusuz, Allah’ın fiillerinde bir hikmetin varolduğunu kabul eder. Allah’ın mutlak muhtar oluşu, insanın nispi muhtariyetini gölgelemez, ya da insanın özgürlük alanını bütünüyle sınırlandırmaz. Bir başka ifade ile, İlâhi ihtiyar, insanın ihtiyarını söküp çıkarmaz. Allah’ın, varlığı bütün yönleriyle kuşatmış olması, insanın hür iradesini ortadan kaldırmaz. Aksine, Allah’ın ihtiyarı, meşîetinin üzerinde cereyan etmesi için bir başka varlığın ihtiyarını gerektirir.(Şitâ, 1997, V, 25). Örneğin, varlıklı olmayandan ‘zâhidlik’ istenmez. Çünkü zâhidlik, mülkiyetle anlaşılır. Düşman yoksa, ‘savaş imkanı’ yoktur. Şehvet yoksa, ‘ondan kaçınma’ emrinin bir anlamı yoktur. Varlıklı değilsen, ‘infak edin’ emri muhaldir. (Mevlânâ, 1974, V, 50-51). O halde Allah’ın İlahi teklife dayalı meşîeti, kulun ihtiyarı üzerinedir. Allah, güç yetiremeyeceği şeyleri kullarına teklif etmez.
Mevlânâ, cebir, ihtiyar ve kader kavramları üzerinde ısrarla durur. Akıl bakımından cebir düşüncesine sahip olmanın, kadere inanmamaktan daha rezilce bir iş olduğunu söyler. Çünkü, kendi ihtiyar duygusunu inkar eden Cebrî’den, kader yoktur, insan eylemlerinin yaratıcısıdır diyen bir kimse, hiç olmazsa duyguyu inkar
etmemektedir. Mevlânâ, Cebrî ve Kaderî olanın konumlarını açıklamayı sürdürür. Kaderi inkar eden, hiç olmazsa, duman vardır, ama ateş yoktur der. Cebrî ise, ateşi görür de inadına ateş yoktur, der. Ateş eteğini tutuşturur da yine de ateşin varlığını inkar eder. Mevlânâ’ya göre, cebir davası, Sofistliktir. Onun için Allah’ı inkar edişten beterdir. Hiç olmazsa Allah’ı inkar eden, âlem vardır, der. Aksine, Cebrî ise, âlemin varlığını inkar eder. Yapılan işler, irademizle değildir, deyip durur. (Mevlânâ, 1974, V, 246-47).