Ahlak ve Estetik - 2
|
Şimdi şu iki örneği gözden geçirelim:
a -"Mill On The Floss" Örnegi
Bu örneklerin ne ölçüde birbirine uygun olduğunu kendiniz göreceksiniz. İngiliz şairi George Eliot'nun "Floss'daki Değirmen" adlı romanında Maggie Tulliver adında genç bir kız vardır ki, tutkunun değerini temsil eder ve kendisi de bunu bilir. Kız, Stephen adında bir delikanlıya tutkundur, ama o silik bir kızcağızla nişanlıdır. Maggie Tulliver, kendini tutkusuna verip yalnız kendi mutluluğunu düşünecek yerde, insanca bir dayanışma ve hoşgörü ile sevdiği adamdan vazgeçer.
b -"Chartreuse De Parme" Örnegi
Stendhal'in "Chartreuse de Parme" romanındaki kız Sanse-verine ötekinin tam tersini düşünerek, insanın gerçek değerini yalnız tutkuda buluyor ve büyük bir aşkın kurban istemesini pek tabii görüyor, böylesi bir sevginin Stephen ile aptal kızı birleştirecek olan evlenme bayağılığına feda edilemeyeceği kanısında. Böyle bir durumda hiç kuşkusuz kendi saadetini gerçekleştirmeye bakar, ötekini hiç umursamazdı. Nitekim, Stendhal'in gösterdiği gibi, gerekince tutku uğruna kendini kurban etmekten çekinmez.
Burada yine birbirine karşıt iki ahlak bulmaktayız. Ben diyorum ki, bu iki ahlak birbirine eşit değerdedir. Her iki halde de hürriyet amaç olarak alınmıştır. Etki bakımından aynı türden iki tutum düşününüz: Kızın birisi gönül alçaklığı edip aşkından vazgeçiyor. Ötekisi cinsel içgüdüden kalkarak sevdiği erkeğin nişan bağını umursamıyor. Bu her iki davranış dış görünüşüyle yukarıda belirttiklerimize benzese de, özü bakımından çok farklıdır. Sanseverina'nın davranışı kaygısız bir yırtıcılıktan daha çok, Magge Tulliver'in davranışına yakındır. Serbest bağlanış alanında kalarak her seçim mümkündür.
Bize yöneltilen üçüncü itiraz da şudur: "Bir elinizle verdiğinizi ötekiyle geri alıyorsunuz. Bu demektir ki, aslında değerlerin ciddiye alınmasına imkan yoktur, çünkü onları siz seçiyorsunuz." Ne yazık ki, bu gerçekten öyledir. Tanrı baba aradan çıkınca değerleri bulacak başka birisini aramak gerekir. Her şeyi olduğu gibi almalıdır. Üstelik, değerleri bizim bulduğumuzu söylemek şundan başka bir anlam taşımaz: Hayatın önsel bir anlamı, bir hikmeti yoktur. Siz yaşamadan önce hayat hiçtir. Ona bir anlam kazandırmak sizin işinizdir, değer denilen şeyde sizin seçeceğiniz anlamdan başka bir şey değildir.
Bundan anlıyorsunuz ki, bir insan topluluğu yaratmak oluşludur, olanaklıdır. Ekzistansiyalizm bir hümanizma mıdır, sorusunu ortaya attığım için bana çıkıştılar. Dediler ki: Siz "La Nau-Nasee" romanınızda "Hümanistler"in haksız olduğunu yazdınız, hatta onun bir tipiyle alay ettiniz, şimdi nasıl ona dönüyorsunuz?
Gerçekte, hümanizmin iki anlamı vardır. Bu kavram altında bir teori var ki, insanı son amaç ve en yüksek değer olarak alır. Bu anlamda hümanistlik, sözgelimi Cocteau'da vardır: 30 Günde Dünya Turu adlı hikayesinde, uçakla dağları aşıp giden birisini "İnsanoğlu bir harikadır!" diye bağırttığı zaman. Bunun anlamı,
uçağı ben icat etmediğim halde ondan yararlandığım için insan olarak gurur duyuyor, yalnız birkaç kişinin başardığı bir işten kendimi sorumlu sayıyorum. Bu, insana belirli birkaç kişinin yüksek başarısı için şeref ve değer payı ayrılması demektir. Bu çeşit "hümamzma"-saçma-dır. Çünkü, insan köpek ve at verebilirdi, ama zannedersem onlar şu ana değin bundan sakınmışlardır. İnsanın insanoğlu üstüne böyle bir yargı düşürmesi bizce değersizdir, ekzistansiyalist ona böyle bir hak tanımaz. Ekzistansiyalist, insanoğlunu hiçbir zaman bir amaç, bir erek sayamaz, çünkü insan teker teker yaratılacak bir varlıktır. Biz A. Comte'in istediği gibi insanlık için bir tapınca (kült) yapılabileceğini de hiç sanmıyoruz. Bu çeşit bir hümanizma bizim umudumuzda değil.
Ama bir başka "hümanizma" vardır ki, özeti şudur: İnsan sürekli olarak kendi dışındadır, o kendini tasarlayarak, kendi dışında kendini yitirerek kendini var eder, insanı bulur. Öte yandan aşkın (trancendent) amaçlar peşinde koşarak varoluşa kavuşur. İnsan işte bu sınırı aşmadır, nesneleri kavraması ancak bu aşmaya göredir, yalnız bu sayede tam ortada, bu aşmanın göbeğinde bulunur. Ancak hümen bir evren vardır. Hümen benlik evrenin dışında hiçbir şey yoktur!
İşte aşkınlığın, insan varlığını korumak anlamında bu bağlanışı (Tanrının aşkınlığı anlamında değil, sınır aşıp geçmek anlamında) benliğin, insan kendi içinde kapalı olmayıp her zaman bir hümen evrende hazır olduğu anlamında bu bağlanıştır ki, ekzistansiyalist hümanizma adını alır. Biz insanoğluna kendinden başka kanun
koyucu olmadığını, bırakılmışlığı içinde kendi kendini yargıladığını hatırlatıyor ve gösteriyoruz ki, insan kendi üstüne katlanmak suretiyle değil, daima kendi dışında bir amaç aramak: şu ya da bu kurtuluş, şu ya da bu-özel gerçekleşmeyi mümkün kılan bir amaç aramak suretiyle varolabilir; insan ancak bu yoldan insanca varoluş niteliği kazanabilir.
Ekzistansiyalizm, tutarlı bir "tanrı-tanımazlık" tutumundan gerekli bütün mantık sonuçlarını çıkarma denemesidir, yoksa insanı umutsuzluğa düşürmek için uğraşmaz. Ama Hıristiyanlar "gibi, her inanmazlık tutumunu umutsuzlukla bir sayarsak, o zaman ekzistansiyalizmin ilk-umutsuzluktan yola çıktığını söyleyebiliriz. Ne var ki, ekzistansiyalizm Tanrının yokluğunu kanıtlamakla yetinmez; bir Tanrı bulunsaydı bile durum değişmezdi, der. İşte bizim görüşümüz budur. Bu sözle Tanrının varlığına inandığımızı değil, yalnız sorumuzun Tanrı varlığı, ya da yokluğu ile ilgili bulunmadığını söylemek istiyoruz. İnsan kendini yeniden bulmalıdır, Onu kendinden kurtaracak hiçbir güç bulunmadığına inanmalıdır. Tanrının varlığı için güvenilir bir kanıt bulunsaydı bile, insan için durum değişmezdi.
Bu anlamda ekzistansiyalizm bir iyimserliktir, bir eylem öğretisidir. Hıristiyanlar kendi umutsuzluklarını bize mal ederek ekzistansiyalistleri umutsuzlar diye damgalamaya boşuna uğraşmasınlar!
a -"Mill On The Floss" Örnegi
Bu örneklerin ne ölçüde birbirine uygun olduğunu kendiniz göreceksiniz. İngiliz şairi George Eliot'nun "Floss'daki Değirmen" adlı romanında Maggie Tulliver adında genç bir kız vardır ki, tutkunun değerini temsil eder ve kendisi de bunu bilir. Kız, Stephen adında bir delikanlıya tutkundur, ama o silik bir kızcağızla nişanlıdır. Maggie Tulliver, kendini tutkusuna verip yalnız kendi mutluluğunu düşünecek yerde, insanca bir dayanışma ve hoşgörü ile sevdiği adamdan vazgeçer.
b -"Chartreuse De Parme" Örnegi
Stendhal'in "Chartreuse de Parme" romanındaki kız Sanse-verine ötekinin tam tersini düşünerek, insanın gerçek değerini yalnız tutkuda buluyor ve büyük bir aşkın kurban istemesini pek tabii görüyor, böylesi bir sevginin Stephen ile aptal kızı birleştirecek olan evlenme bayağılığına feda edilemeyeceği kanısında. Böyle bir durumda hiç kuşkusuz kendi saadetini gerçekleştirmeye bakar, ötekini hiç umursamazdı. Nitekim, Stendhal'in gösterdiği gibi, gerekince tutku uğruna kendini kurban etmekten çekinmez.
Burada yine birbirine karşıt iki ahlak bulmaktayız. Ben diyorum ki, bu iki ahlak birbirine eşit değerdedir. Her iki halde de hürriyet amaç olarak alınmıştır. Etki bakımından aynı türden iki tutum düşününüz: Kızın birisi gönül alçaklığı edip aşkından vazgeçiyor. Ötekisi cinsel içgüdüden kalkarak sevdiği erkeğin nişan bağını umursamıyor. Bu her iki davranış dış görünüşüyle yukarıda belirttiklerimize benzese de, özü bakımından çok farklıdır. Sanseverina'nın davranışı kaygısız bir yırtıcılıktan daha çok, Magge Tulliver'in davranışına yakındır. Serbest bağlanış alanında kalarak her seçim mümkündür.
Bize yöneltilen üçüncü itiraz da şudur: "Bir elinizle verdiğinizi ötekiyle geri alıyorsunuz. Bu demektir ki, aslında değerlerin ciddiye alınmasına imkan yoktur, çünkü onları siz seçiyorsunuz." Ne yazık ki, bu gerçekten öyledir. Tanrı baba aradan çıkınca değerleri bulacak başka birisini aramak gerekir. Her şeyi olduğu gibi almalıdır. Üstelik, değerleri bizim bulduğumuzu söylemek şundan başka bir anlam taşımaz: Hayatın önsel bir anlamı, bir hikmeti yoktur. Siz yaşamadan önce hayat hiçtir. Ona bir anlam kazandırmak sizin işinizdir, değer denilen şeyde sizin seçeceğiniz anlamdan başka bir şey değildir.
Bundan anlıyorsunuz ki, bir insan topluluğu yaratmak oluşludur, olanaklıdır. Ekzistansiyalizm bir hümanizma mıdır, sorusunu ortaya attığım için bana çıkıştılar. Dediler ki: Siz "La Nau-Nasee" romanınızda "Hümanistler"in haksız olduğunu yazdınız, hatta onun bir tipiyle alay ettiniz, şimdi nasıl ona dönüyorsunuz?
Gerçekte, hümanizmin iki anlamı vardır. Bu kavram altında bir teori var ki, insanı son amaç ve en yüksek değer olarak alır. Bu anlamda hümanistlik, sözgelimi Cocteau'da vardır: 30 Günde Dünya Turu adlı hikayesinde, uçakla dağları aşıp giden birisini "İnsanoğlu bir harikadır!" diye bağırttığı zaman. Bunun anlamı,
uçağı ben icat etmediğim halde ondan yararlandığım için insan olarak gurur duyuyor, yalnız birkaç kişinin başardığı bir işten kendimi sorumlu sayıyorum. Bu, insana belirli birkaç kişinin yüksek başarısı için şeref ve değer payı ayrılması demektir. Bu çeşit "hümamzma"-saçma-dır. Çünkü, insan köpek ve at verebilirdi, ama zannedersem onlar şu ana değin bundan sakınmışlardır. İnsanın insanoğlu üstüne böyle bir yargı düşürmesi bizce değersizdir, ekzistansiyalist ona böyle bir hak tanımaz. Ekzistansiyalist, insanoğlunu hiçbir zaman bir amaç, bir erek sayamaz, çünkü insan teker teker yaratılacak bir varlıktır. Biz A. Comte'in istediği gibi insanlık için bir tapınca (kült) yapılabileceğini de hiç sanmıyoruz. Bu çeşit bir hümanizma bizim umudumuzda değil.
Ama bir başka "hümanizma" vardır ki, özeti şudur: İnsan sürekli olarak kendi dışındadır, o kendini tasarlayarak, kendi dışında kendini yitirerek kendini var eder, insanı bulur. Öte yandan aşkın (trancendent) amaçlar peşinde koşarak varoluşa kavuşur. İnsan işte bu sınırı aşmadır, nesneleri kavraması ancak bu aşmaya göredir, yalnız bu sayede tam ortada, bu aşmanın göbeğinde bulunur. Ancak hümen bir evren vardır. Hümen benlik evrenin dışında hiçbir şey yoktur!
İşte aşkınlığın, insan varlığını korumak anlamında bu bağlanışı (Tanrının aşkınlığı anlamında değil, sınır aşıp geçmek anlamında) benliğin, insan kendi içinde kapalı olmayıp her zaman bir hümen evrende hazır olduğu anlamında bu bağlanıştır ki, ekzistansiyalist hümanizma adını alır. Biz insanoğluna kendinden başka kanun
koyucu olmadığını, bırakılmışlığı içinde kendi kendini yargıladığını hatırlatıyor ve gösteriyoruz ki, insan kendi üstüne katlanmak suretiyle değil, daima kendi dışında bir amaç aramak: şu ya da bu kurtuluş, şu ya da bu-özel gerçekleşmeyi mümkün kılan bir amaç aramak suretiyle varolabilir; insan ancak bu yoldan insanca varoluş niteliği kazanabilir.
Ekzistansiyalizm, tutarlı bir "tanrı-tanımazlık" tutumundan gerekli bütün mantık sonuçlarını çıkarma denemesidir, yoksa insanı umutsuzluğa düşürmek için uğraşmaz. Ama Hıristiyanlar "gibi, her inanmazlık tutumunu umutsuzlukla bir sayarsak, o zaman ekzistansiyalizmin ilk-umutsuzluktan yola çıktığını söyleyebiliriz. Ne var ki, ekzistansiyalizm Tanrının yokluğunu kanıtlamakla yetinmez; bir Tanrı bulunsaydı bile durum değişmezdi, der. İşte bizim görüşümüz budur. Bu sözle Tanrının varlığına inandığımızı değil, yalnız sorumuzun Tanrı varlığı, ya da yokluğu ile ilgili bulunmadığını söylemek istiyoruz. İnsan kendini yeniden bulmalıdır, Onu kendinden kurtaracak hiçbir güç bulunmadığına inanmalıdır. Tanrının varlığı için güvenilir bir kanıt bulunsaydı bile, insan için durum değişmezdi.
Bu anlamda ekzistansiyalizm bir iyimserliktir, bir eylem öğretisidir. Hıristiyanlar kendi umutsuzluklarını bize mal ederek ekzistansiyalistleri umutsuzlar diye damgalamaya boşuna uğraşmasınlar!