Ahlak ve Estetik - 1
|
J.P. Sartre
Burada hemen belirtelim ki, söz konusu yaptığımız estetik ahlak değildir. Çünkü hasımlarımız bizi bununla da suçlayacak kadar kötü niyetlidirler. Şimdi soralım: Resim yapan bir sanatçı önsel olarak saptanmış kurallara uymadığı için hiç kınanmış mıdır? Yapması gereken tablonun ne olduğu önceden ona söylenmiş midir? Belli bir şey ki, yapılması gerekli belirli bir tablo yoktur. Sanatçı, tablosunun yapılışına, kuruluşuna kendini bağlar ve yapılan tablo onun yapmış olacağından başkası olamaz. Önsel estetik değerler olamayacağını söyledik, ama sonradan, tablonun birlik ve uygunluğundan meydana gelecek, yaratma istemi ile elde edilen sonuç arasındaki ilişkiden doğan değerler vardır. Yarının resim sanatının nasıl olacağını kimse bilemeyeceği gibi, o meydana gelmedikçe de kimse tarafından yargılanamaz. Bu açıklamanın ahlakla ne ilişiği var diyeceksiniz. Biz de aynı yaratıcı durumunda bulunuyoruz. Biz asla bir sanat eserinin yersizliğinden, sebepsizliğinden söz etmeyiz. Sözgelimi Picasso'nun bir tablosunu ele alıp bunun nedensizliğini ileri süremeyiz. Biliriz ki, Picasso, Picasso olarak kendini sanatı ile aynı zamanda yaratmış ve kurmuştur. Eserinin tümünü kendi kişiliği ile yoğurmuştur.
Durum ahlak alanında da tıpkısıdır. Sanat ile ahlakta ortak olan şey, her ikisinin de karşımıza yaratma ve buluş gücü çıkmasıdır. Ne yapılacağını önceden (apriori) kararlaştıranlayız. Bana başvuran Fransız delikanlısının örneğinde bunu gereği gibi açıkladığımı sanıyorum. O, bütün ahlaklara -Kant'ınkine ve başkalarına-danışmış, hiçbirinde aradığını bulamayınca kendi yasasını kendi aramak zorunda kalmıştı.
Şimdi bu genci, ne duyguları, bireysel davranışı Ve somut merhameti ahlak temeli yaparak annesinin yanında kalmayı seçti diye; ne de özveriyi yeğleyip İngiltere'ye geçmeyi seçti diye kınayabilir; nedensiz ve gereksiz bir seçim yapmış olmakla suçlayabiliriz. İnsan ta baştan, (ezelden) hazır yaratılmış değildir. Ö kendi kendini yaratır. Ahlakını seçerek yaratır, koşulların baskısı onu bir seçim yapmaya zorlar. Biz insanı kendini seçişine, bağlayışına göre tanımlarız. Bizi nedensiz, gerekçesiz seçim yapmakla suçlamak, görülüyor ki, saçmadır.
İkinci derecede bir söylenti de şu: Biz başkaları üzerine hüküm verecek durumda değilmişiz. Bu bir bakıma doğru, bir bakıma yanlıştır. Doğrudur, eğer insan bağlarını ve öz taslağını tam bilinç aydınlığı ve özdenlikle seçmiş ise; yani bu taslak ne biçim olursa olsun, pişmanlık duymayacaksa. Yine doğrudur. Eğer biz ilerlemeye inanamıyorsak. İlerleme bir düzelme, bir iyileşme demektir. İnsan biteviye değişen durumlar karşısında hep aynı kalır, oysa bir seçim değişen bir durum içinde yine hep bir seçimdir. Köleliği savunanlarla kaldırmak isteyenler arasında, -diyelim Amerika iç savaşında-, bir seçim yapılabildiği zamandan beri ahlak problemi değişmemiştir, bugünkü Fransa'da M.R.P. ile Komünist Partisi arasındaki seçme konusunda da durum aynıdır. Ama yine de bir hüküm vermek mümkündür, çünkü yukarıda söylediğim gibi insan seçmeyi de, kendini seçmeyi de başkaları karşısında yapar. İlk başta hükmedilebilir ki, (bu belki değer yargısı olmaz da, bir mantık yargısı olur)- şu ya da şu seçim eylemi yanıltıya, şu ya da şu seçim ise gerçeğe, doğruya dayanmaktadır. Bunun gibi, bir adamın kötü niyetli olduğuna da hükmetmek mümkündür. Öyle ya, eğer insanın durumunu hür bir seçim durumu olarak kabul ettiysek, hiçbir mazeretsiz ve gerçeksiz olarak tutkularına sığınıp kendini kurtarmaya çalışan bir adamı neden kötü niyetle suçlamayalım? Çünkü o böylece kendine bir alın yazısı uydurmak istemektedir. Burada şöyle denilebilir. İnsan kendini neden kötü niyetle seçiyor? Cevabım: Ben onu ahlak bakımından yargılamıyorum, yaptığım yalnızca kötü niyetini bir yanıltı olarak belirtmektir. Burada bir hakikat yargısını açıkça söylemeliyiz. Kötü niyet besbelli bir yalandır, çünkü eksiksiz bağlanış özgürlüğünü perdelemektedir. Aynı görüşün bir gereği olarak şunu da söyleyeyim: Eğer önümde belli değerler bulunduğunu açıklamayı seçersem, bu da bir kötü niyet olur. Onları hem ister, hem de onlar kendilerini bana zorladılar, dayattılar dersem kendimde çelişmeye düşmüş olurum. Ama bana denirse ki: "Ben bilerek kötü niyetli olmak istiyorum", o zaman da cevabım şudur: Öyle olmanıza hiçbir engel yoktur, ama sizin öyle olmanız hiç değilse tam tutarlı olmak hah (tutumunu), bir iyi niyet (saflık) halidir. Ayrıca bir ahlak hükmü de verebilirim. Bilirsem ki, özgürlük bütün somut durumlar içinde yine kendisinden başka bir amaç güdemez, bırakılmışlığı içinde kendine gelen (bilinç kazanan) insan değerler yaratır, -o zaman yalnız bir şey isteyebilir demektir: Bütün değerlerin temeli olan hürriyeti, özgürlüğü... tabii bu çıplak, soyut hürriyet isteği değildir. Burada hürriyetin anlamı iyi niyetli insanların tutum ve davranışlarında tam özgür olmaları adam belli, somut amaçlar güdüyordur. Bu amaçlar, soyut bir hürriyet istemini içerir. Ancak bu hürriyet başkalarıyla paylaşılmayı da gerektirir.
Biz hürriyet için hürriyet isterken, her özem ve bireysel durumda serbest olmayı göz önünde tutmak isteriz ve bilmekteyiz ki, bu tamamıyla başkalarının hürriyetine bağlıdır, tıpkı başkalarının hürriyeti bizimkine bağlı olduğu gibi, insanın hürriyeti tanım (definiton) olarak başkasına bağlı olamaz şüphesiz, ama nerde bir. kendi kendini bağlama varsa, orada kendiminki ile birlikte başkalarının hürriyetini gözetmedikçe kendiminkini de gözetemem. Şu halde, tam bir doğruluk ve içtenlikle bir yol anladım mı ki, insan varlığı özünden önce gelen bir yaratıktır; öyle özgür bir varlık ki, her çeşit koşullar içinde hürriyetten başka bir şey isteyemez: O zaman ben de başkalarının hürriyetinden başka bir şey isteyemeyeceğimi anlamış olurum. Böylece hürriyetin kendi özünde içerik bulunan bu hürriyet istemi adına varlıklarının tüm nedensizliğini ve tüm hürriyetini saklamak isteyenler üzerine pekala hüküm verebilirim. Ciddilik ruhu ile, ya gerekirci (determinist)mazeretlerle tüm hürriyetini örtmek isteyenleri korkaklar diye; ötekileri, varlıklarını zorunlu imiş gibi göstermek isteyenleri, -oysa insanın yeryüzünde görünmesi bile sadece olumsaldır-, ise mundarlar kirlozlar diye çağıracağım. Şu var ki, gerek korkaklar, gerek kirlozları ancak eksiksiz doğruluk ve içtenlik ile yargılayabiliriz.
Ahlakın özü (içeriği) böyle değişken ise de bu ahlakın yine de genel bir biçimi (formu) vardır. Kant, hürriyetin hem kendini, hem başkalarının hürriyetini gerektirdiğini söyler. Buna diyecek yok, ama ona göre biçimsel ile evrensel bir ahlakı kurmaya yeter. Biz ise, davranışı belirtmek isteyen soyut ilkelerin havada kaldığını düşünmekteyiz. Fransız gencini biryol daha aklımıza getirelim: Neyin adına, hangi büyük ahlak kuralına dayanarak annesini bırakıp gidecek, ya da yanında kalacaktır? burada hüküm vermeyi mekanik olarak sağlayacak hiçbir araç yoktur. Öz (içerik) hep somut olarak meydana çıktığından, önceden görülemez, daima buluşa yer vardır. Önemli olan bu özel buluş çabasının özgürce harcanıp harcanmadığıdır.
Burada hemen belirtelim ki, söz konusu yaptığımız estetik ahlak değildir. Çünkü hasımlarımız bizi bununla da suçlayacak kadar kötü niyetlidirler. Şimdi soralım: Resim yapan bir sanatçı önsel olarak saptanmış kurallara uymadığı için hiç kınanmış mıdır? Yapması gereken tablonun ne olduğu önceden ona söylenmiş midir? Belli bir şey ki, yapılması gerekli belirli bir tablo yoktur. Sanatçı, tablosunun yapılışına, kuruluşuna kendini bağlar ve yapılan tablo onun yapmış olacağından başkası olamaz. Önsel estetik değerler olamayacağını söyledik, ama sonradan, tablonun birlik ve uygunluğundan meydana gelecek, yaratma istemi ile elde edilen sonuç arasındaki ilişkiden doğan değerler vardır. Yarının resim sanatının nasıl olacağını kimse bilemeyeceği gibi, o meydana gelmedikçe de kimse tarafından yargılanamaz. Bu açıklamanın ahlakla ne ilişiği var diyeceksiniz. Biz de aynı yaratıcı durumunda bulunuyoruz. Biz asla bir sanat eserinin yersizliğinden, sebepsizliğinden söz etmeyiz. Sözgelimi Picasso'nun bir tablosunu ele alıp bunun nedensizliğini ileri süremeyiz. Biliriz ki, Picasso, Picasso olarak kendini sanatı ile aynı zamanda yaratmış ve kurmuştur. Eserinin tümünü kendi kişiliği ile yoğurmuştur.
Durum ahlak alanında da tıpkısıdır. Sanat ile ahlakta ortak olan şey, her ikisinin de karşımıza yaratma ve buluş gücü çıkmasıdır. Ne yapılacağını önceden (apriori) kararlaştıranlayız. Bana başvuran Fransız delikanlısının örneğinde bunu gereği gibi açıkladığımı sanıyorum. O, bütün ahlaklara -Kant'ınkine ve başkalarına-danışmış, hiçbirinde aradığını bulamayınca kendi yasasını kendi aramak zorunda kalmıştı.
Şimdi bu genci, ne duyguları, bireysel davranışı Ve somut merhameti ahlak temeli yaparak annesinin yanında kalmayı seçti diye; ne de özveriyi yeğleyip İngiltere'ye geçmeyi seçti diye kınayabilir; nedensiz ve gereksiz bir seçim yapmış olmakla suçlayabiliriz. İnsan ta baştan, (ezelden) hazır yaratılmış değildir. Ö kendi kendini yaratır. Ahlakını seçerek yaratır, koşulların baskısı onu bir seçim yapmaya zorlar. Biz insanı kendini seçişine, bağlayışına göre tanımlarız. Bizi nedensiz, gerekçesiz seçim yapmakla suçlamak, görülüyor ki, saçmadır.
İkinci derecede bir söylenti de şu: Biz başkaları üzerine hüküm verecek durumda değilmişiz. Bu bir bakıma doğru, bir bakıma yanlıştır. Doğrudur, eğer insan bağlarını ve öz taslağını tam bilinç aydınlığı ve özdenlikle seçmiş ise; yani bu taslak ne biçim olursa olsun, pişmanlık duymayacaksa. Yine doğrudur. Eğer biz ilerlemeye inanamıyorsak. İlerleme bir düzelme, bir iyileşme demektir. İnsan biteviye değişen durumlar karşısında hep aynı kalır, oysa bir seçim değişen bir durum içinde yine hep bir seçimdir. Köleliği savunanlarla kaldırmak isteyenler arasında, -diyelim Amerika iç savaşında-, bir seçim yapılabildiği zamandan beri ahlak problemi değişmemiştir, bugünkü Fransa'da M.R.P. ile Komünist Partisi arasındaki seçme konusunda da durum aynıdır. Ama yine de bir hüküm vermek mümkündür, çünkü yukarıda söylediğim gibi insan seçmeyi de, kendini seçmeyi de başkaları karşısında yapar. İlk başta hükmedilebilir ki, (bu belki değer yargısı olmaz da, bir mantık yargısı olur)- şu ya da şu seçim eylemi yanıltıya, şu ya da şu seçim ise gerçeğe, doğruya dayanmaktadır. Bunun gibi, bir adamın kötü niyetli olduğuna da hükmetmek mümkündür. Öyle ya, eğer insanın durumunu hür bir seçim durumu olarak kabul ettiysek, hiçbir mazeretsiz ve gerçeksiz olarak tutkularına sığınıp kendini kurtarmaya çalışan bir adamı neden kötü niyetle suçlamayalım? Çünkü o böylece kendine bir alın yazısı uydurmak istemektedir. Burada şöyle denilebilir. İnsan kendini neden kötü niyetle seçiyor? Cevabım: Ben onu ahlak bakımından yargılamıyorum, yaptığım yalnızca kötü niyetini bir yanıltı olarak belirtmektir. Burada bir hakikat yargısını açıkça söylemeliyiz. Kötü niyet besbelli bir yalandır, çünkü eksiksiz bağlanış özgürlüğünü perdelemektedir. Aynı görüşün bir gereği olarak şunu da söyleyeyim: Eğer önümde belli değerler bulunduğunu açıklamayı seçersem, bu da bir kötü niyet olur. Onları hem ister, hem de onlar kendilerini bana zorladılar, dayattılar dersem kendimde çelişmeye düşmüş olurum. Ama bana denirse ki: "Ben bilerek kötü niyetli olmak istiyorum", o zaman da cevabım şudur: Öyle olmanıza hiçbir engel yoktur, ama sizin öyle olmanız hiç değilse tam tutarlı olmak hah (tutumunu), bir iyi niyet (saflık) halidir. Ayrıca bir ahlak hükmü de verebilirim. Bilirsem ki, özgürlük bütün somut durumlar içinde yine kendisinden başka bir amaç güdemez, bırakılmışlığı içinde kendine gelen (bilinç kazanan) insan değerler yaratır, -o zaman yalnız bir şey isteyebilir demektir: Bütün değerlerin temeli olan hürriyeti, özgürlüğü... tabii bu çıplak, soyut hürriyet isteği değildir. Burada hürriyetin anlamı iyi niyetli insanların tutum ve davranışlarında tam özgür olmaları adam belli, somut amaçlar güdüyordur. Bu amaçlar, soyut bir hürriyet istemini içerir. Ancak bu hürriyet başkalarıyla paylaşılmayı da gerektirir.
Biz hürriyet için hürriyet isterken, her özem ve bireysel durumda serbest olmayı göz önünde tutmak isteriz ve bilmekteyiz ki, bu tamamıyla başkalarının hürriyetine bağlıdır, tıpkı başkalarının hürriyeti bizimkine bağlı olduğu gibi, insanın hürriyeti tanım (definiton) olarak başkasına bağlı olamaz şüphesiz, ama nerde bir. kendi kendini bağlama varsa, orada kendiminki ile birlikte başkalarının hürriyetini gözetmedikçe kendiminkini de gözetemem. Şu halde, tam bir doğruluk ve içtenlikle bir yol anladım mı ki, insan varlığı özünden önce gelen bir yaratıktır; öyle özgür bir varlık ki, her çeşit koşullar içinde hürriyetten başka bir şey isteyemez: O zaman ben de başkalarının hürriyetinden başka bir şey isteyemeyeceğimi anlamış olurum. Böylece hürriyetin kendi özünde içerik bulunan bu hürriyet istemi adına varlıklarının tüm nedensizliğini ve tüm hürriyetini saklamak isteyenler üzerine pekala hüküm verebilirim. Ciddilik ruhu ile, ya gerekirci (determinist)mazeretlerle tüm hürriyetini örtmek isteyenleri korkaklar diye; ötekileri, varlıklarını zorunlu imiş gibi göstermek isteyenleri, -oysa insanın yeryüzünde görünmesi bile sadece olumsaldır-, ise mundarlar kirlozlar diye çağıracağım. Şu var ki, gerek korkaklar, gerek kirlozları ancak eksiksiz doğruluk ve içtenlik ile yargılayabiliriz.
Ahlakın özü (içeriği) böyle değişken ise de bu ahlakın yine de genel bir biçimi (formu) vardır. Kant, hürriyetin hem kendini, hem başkalarının hürriyetini gerektirdiğini söyler. Buna diyecek yok, ama ona göre biçimsel ile evrensel bir ahlakı kurmaya yeter. Biz ise, davranışı belirtmek isteyen soyut ilkelerin havada kaldığını düşünmekteyiz. Fransız gencini biryol daha aklımıza getirelim: Neyin adına, hangi büyük ahlak kuralına dayanarak annesini bırakıp gidecek, ya da yanında kalacaktır? burada hüküm vermeyi mekanik olarak sağlayacak hiçbir araç yoktur. Öz (içerik) hep somut olarak meydana çıktığından, önceden görülemez, daima buluşa yer vardır. Önemli olan bu özel buluş çabasının özgürce harcanıp harcanmadığıdır.