Cumhuriyet Türkiyesi ve "Marksizm" - 1

Mete Tunçay

Marksizm 19. yüzyıl ortalarında bilimsellik iddiası ile ortaya çıkan bir sosyalizm akımıdır. Bildiğiniz gibi Marksizmden önce de sosyalist düşünceler, akımlar vardı. Engels Antidühring’de verdiği bir bölüm adıyla, onları ütopyacı sosyalistler diye ayırıp Marksizmin, bilimsel sosyalizm olduğunu ileri sürdü. Marksizm, endüstri devrimi sonrası gelişen kapitalist sistemin, tarihi materyalist bir analizine dayanır ve bu kapitalist sistemin iç çelişkileri nedeniyle yıkılmaya mahkûm olduğunu, çünkü ara tabakaları tasfiye ederek gelişmenin toplumda başlıca iki sınıf bıraktığını ileri sürer ve biri üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan ve giderek sayıca azalan ama serbestçe büyüyen bir burjuvazi ve bir de yaşamak için çalışmak zorunda kalan, hiçbir birikimi olmayan ve yoksulluğu giderek artan proletaryadan söz eder. Bu durumda yeni düzenin doğuş sürecini hızlandırmak, doğum sancılarını azaltmak için proletarya bir devrim yaparak hem kendisini kurtaracak hem de sistemi değiştirecek, böylelikle sosyal adaletin gerçekleşeceği yeni düzene geçilecektir. Burada bir proletarya diktatörlüğü aşaması öngörülür. Proletarya diktatörlüğünde toplumdaki diğer sınıflar tasfiye edilerek tek sınıf kalacak, yani sınıfsız hale gelecektir. Bu proletarya diktatörlüğü aşamasına terim olarak sosyalizm, daha sonraki sınıfsız topluma, devletin ortadan kalktığı döneme de komünizm denir.

Sanayileşmemiş ve azgelişmiş, hatta kapitülasyonlar nedeniyle yarı sömürge durumundaki Osmanlı İmparatorluğu gibi devletlerin, bu kural çerçevesinde pek yeri yoktur. Hatta Marksizmin ortodoks yorumunu temsil eden İkinci Enternasyonal, bu durumdaki ülkelerin ileri devletler tarafından sömürülmesinin süreci hızlandıracağı kanısındaydı. İşte bu nedenledir ki İkinci Enternasyonal, emperyalizm yanlısı olmakla suçlanmıştır. 20. yüzyılın başlarında Marksizmin Bolşevik yorumu, yani Leninist yorumu ortaya çıktı. Leninizm Marksizme iki noktada revizyon getirdi. Bunlardan biri, profesyonel devrimci kadrolardan hareketle yeraltında çalışacak sıkı disiplinli bir devrimci parti gereğidir. Bu sayede kapitalizmin olgunlaşmasını beklemeden devrim yapıp devrim sürecini sürekli kılmak imkânı ortaya çıkar. Lenin’in ikinci vizyonu, kapitalizmin yakın zamanda beklenen çöküşüdür; dünya devrimi yine ilerlemiş kapitalist ülkeler tarafından başlatılacak, yarı sömürge durumundaki ülkeler de rezerv güçler olarak devrimi destekleyeceklerdir.

Osmanlı tarihine bakıldığında, Osmanlı çağdaşlaşmacılarının sosyalizm diye bir kaygıları olmadığı görülür. Bunun için çeşitli nedenler düşünülebilir. Bu kişilerin başlıca derdi, liberalizm diyebileceğimiz anayasacılık, özetle keyfi iktidarın sınırlandırılmasıyla devleti kurtarmaktır; hatta aynı dönemde Avrupa’da siyasi mülteci olarak yaşayan Ruslarla karşılaştırdığımızda, Rusların derdi çarlığın çökmesini sağlamak, Osmanlının derdi ise devletin kurtarılması, devletin yaşatılmasıdır. Aynı muhitlerde bulunmalarına rağmen problematikleri birbirine çakışmadığı için tanışmaz, birbirlerinden etkilenmezler. Bunun sebeplerinden birinin, Almanca bilgisinin eksikliği olduğunu düşünüyorum. Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler Alman felsefesini tanımamakta, Almanya’ya ait bilgileri Fransızlar üzerinden bilmektedirler, İngilizce bilenleri de çok azdır. Osmanlı döneminde gayri Müslim anasır, Batı ile ilgileri nedeniyle sosyalizmi Müslüman-Türk unsurdan daha önce daha önce tanır.

Atatürk 1927’de verdiği büyük Nutuk’ta Türkiye Büyük Millet Meclis’inin açılışından söz ederken "Bizim milli siyasetimiz" açıklamasıyla sosyalizme ilginç, örtük bir gönderme yapar; "İnsanlara, özel duygu ve bağlantılarını unutturup, onların kardeşlik ve tam eşitlik içinde birleştirme, insani bir devlet kurma teorisinin de kendisine özgü koşulları vardır" der ve devam eder: "Ama bu koşullar henüz var olmadığı için bizim ülkemiz için açık ve uygulanabilir gördüğümüz meslek-i siyasi, milli siyasettir" der. Böylelikle sosyalist Türkiye olunamayacağını, zaten dünyada da bu koşulların olmadığını ifade eder.

Osmanlı sosyalizminin, Marksizmle çok az olan teması kulaktan dolmadır. Fakat Milli Mücadele Anadolu’sunda sol düşünce, sosyalizmle hayli ilişkilidir. O dönemde model, Rusya ve Rusya’da uygulanan bolşevizm, ortodoks Marksizm değil, Marksizm-Leninizmdir. Milli Mücadele Anadolu’sunda, daha çok stratejik sebeplerle bolşevizme, antiemperyalizm açısından yakınlık gösterilmiş ve genellikle bolşevizm İslamiyetin bir gereği olarak sunulmuştur. Hüseyin Hilmi de Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın nâşir-i efkârı olarak İştirak diye bir gazete çıkartır. İştirak, Arapça’da hem sosyalizmin hem komünizmin yerine kullanılan, ortaklamacılık, kolektivizm gibi bir mana taşıyan bir kelimedir. Milli Mücadele Anadolu’sunda çeşitli akımlar görülür; Yeşil Ordu, İslamiyetle bolşevizmin bir sentezidir. Halk İştirakiyun Fırkası aslında hafî partinin, yani yeraltı komünist partisinin legale çıkmış hali olmakla birlikte, halk tarafından yadırganmamak için Arapça dolayısıyla İslamiyete yakınlık vurgusu yapar. Milli Mücadele Anadolu’sundaki diğer bütün hareketler, resmi Türkiye Komünist Fırkası dahil, İslamla bir ortaklık ararlar. Sadece bir ara Halk İştirakiyun adı ile legale çıkan hafî parti ve İstanbul’daki Aydınlık çevresi, dine bulaşmayan bir sosyalizm anlayışı ortaya koyar. Kurtuluş Savaşı ertesinde laikliğin gitgide daha çok vurgulanmasıyla, İslamiyetle komünizm arasında kurulmaya çalışılan sentez unutulup gitmiştir. Milli Mücadele Anadolu’sundaki sol akımlar, Çerkez Ethem ayaklanması dolayısıyla bir darbe yemiştir. O sırada legal olarak örgütlenmiş bulunan Halk İştirakiyun Fırkası kendi kendine kapandığı ve ileri gelenleri İstiklal Mahkemesi tarafından mahkûm edildiği gibi, resmi Türkiye Komünist Fırkası da kapanmıştır. Halk İştirakiyun, 1921 sonbaharında ileri gelen üyelerinin hapisten kurtulmasıyla yeni bir örgütlenme fazına girmiştir. 1922’de, tam Büyük Taarruz arifesinde Ankara’da büyük bir kongre yapan Türkiye Komünist Partisi, kongreyi yaptıktan sonra yasaklanmış ve bundan sonra da komünizm hep koğuşturulmuş, mahkûm edilmiştir. Bu ana kadar çok ilginç çabalar görmek mümkündür; "Marx’ın, Kuran’ı okuyarak sosyalizmin esaslarını keşfettiği" ya da "Lenin’in, İslamiyete bakarak bolşevizmi oluşturduğu" düşünceleri vardır. Bundan sonra bu çabanın kalmadığını görürüz.

Cumhuriyet döneminde, 1925’te, özellikle Şeyh Sait ayaklanmasının arkasından çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanunu’yla ülkede her türlü muhalefet tasfiye edilmiş ve bu arada ayaklanmayla herhangi bir ilişkisi olmayan İstanbul’daki Aydınlık çevresi, Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası ve Şefik Hüsnü’nün etrafındaki çevre de İstiklal Mahkemesi tarafından ağır şekilde cezalandırılmış, Türk solu yeraltına itilmiştir. Milli Mücadele Anadolu’sundaki sol sönerken, İstanbul’daki çevre önce Kurtuluş dergisini, peşinden Aydınlık dergisini çıkartır, bir legal parti de kurarlar: Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası. Bir yandan da bu parti çatısı altında, İstanbul Komünist Grubu adını taşıyan ve Komintern’le ilişki kurmaya çalışan bir yapı vardır. Nitekim 1922’de Ankara’daki kongrede seçilen İştirakiyun delegeleri ile birlikte, yıl sonuna doğru toplanan Dördüncü Komintern Kongresi’ne, İstanbul’dan Sadrettin Celal, Vedat Nedim Tör, Ankara’dan da Salih Hacıoğlu, İsmail Hüsrev Tökin, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu giderler. İstanbul grubu Ankara’daki hareketin sona ermesinden itibaren, ilk yıllarda hür bir Marksist yaklaşım içerisindedir; proletarya ağırlıklı bir sosyalizm düşünürler, fakat yazılarında proletaryanın çok geniş bir tanımı olduğunu görürüz. "Proletarya" kelimesi Roma’dan gelir ve "çok-çocuklu" anlamını taşır. Marksist literatürde ise herhangi bir birikimi olmayan, dolayısıyla yaşayabilmek için sürekli çalışmak zorunda olan insanları anlatır. Yani orta halli insanların, her çalışanın, her ücretlinin proletarya diye düşünülmesi söz konusu değildir. İstanbul’daki çevre başlangıçta "Bu ülkede paşalar, beyzadeler dışında yaşayan herkes proleterdir" gibi çok değişik bir proletarya tanımı yapar. İstanbul’da bu işe önderlik edenler Batı Avrupa’da, özellikle Fransa’da ve İsviçre’de okumuş birtakım aydınlardır. Başlangıçta Leninizmi pek bilmezler, fakat zamanla İstanbul Komünist Grubu kendisini Türkiye Komünist Partisi olarak da ilan edip Komintern’le ilişki kurdukça onun disiplinine girer ve şablonlarını paylaşmaya başlarlar.

Cumhuriyet’in ilan edildiği günlerin biraz sonrasında çıkan Vazife gazetesinde Şefik Hüsnü’nün, Sadrettin Celal’in yazılarında, Aydınlık dergisinde çıkan çeşitli yazılarda entelektüel açıdan çok değerli ve özgün analizler bulmak mümkündür. Komintern, "Dünya Partisi" demektir; tıpkı Sosyalist Enternasyonal gibi o da "Dünyada tek bir parti var, dünya partisi var, çeşitli milli partiler bunun seksiyonlarıdır" der. Örneğin Fransız Sosyalist Partisi, Dünya Sosyalist Partisi’nin Fransa seksiyonudur. Fransız Komünist Partisi, Dünya Komünist Partisi’nin Fransa seksiyonudur. Komintern’in kendisi, kurulduğu 1919’dan kapatıldığı 1943 yılına kadar çeşitli dalgalanmalar geçirir. Özellikle kendi dışındaki Marksist gruplar veya sosyal demokratlarla ilişkilerinde, zaman zaman demokratik değerler çerçevesinde işbirliği stratejisini izlemiş, zaman zaman onları "emperyalizmin işbirlikçisi, düşman" diye nitelemiştir. Bütün bunlara bağlı olarak Türk Partisi de Komintern’le ilişki içindedir, artık Komintern’in Türkiye seksiyonu olarak çalıştığı dönemlerde bu şablonculuğu izlemeye başlamıştır. Örneğin Rusya’da Troçkistler "kötü kişi" oldukları zaman, Türk Partisi içinde de Troçkistler aranıp bir gruba "Troçkist" denir ve bu kişiler dışlanır; yani Rusya’da ne oluyorsa, mutlaka onun yansıması Türkiye’de de aranır ve bu 1930’lu yıllara kadar devam eder.
1 - 2

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP