Cumhuriyet Türkiyesi ve "Marksizm" - 2
|
Rasih Nuri İleri’nin Atatürk ve Komünizm adlı kitabında "Atatürk döneminde komünistlere çok ilişilmediği" gibi bir düşünce varsa da, ben bunun doğru olduğunu düşünmüyorum; her dönemde komünistlerin üstlerine gidilmiştir. Sosyalizm, Marksizm, Komünizm Türkiye açısından çağdaşlaşmacı bir ideolojidir ve onların iktidara gelseler yapmak istedikleri şeylerin birçoğunu yeni Kemalist Cumhuriyet de yapar. Örneğin 1930’lu yıllarda bir Yunan komünistinin Metaksas hükümetine karşı söyledikleriyle bir Türk komünistinin Türkiye’deki Kemalist iktidarlara karşı söylediklerini karşılaştırdığınız zaman Türklerin çok ılımlı olduklarını görürsünüz. Bence bunun sebebi, geniş ölçüde yapılmakta olan uygulamaların onaylanmasıdır. Komünistlerin ellerini bağlayan bir başka şey de, genç Cumhuriyet’in Sovyet yanlısı dış politikasıdır. O kadar ki, Milli Mücadele sırasında alınan yardımdan sonra Atatürk, kesinlikle Ruslarla iyi geçinmek gerektiğini ifade eder. Dış politikadaki bu Sovyet dostluğu Türk komünistlerinin muhalefetini de çok ciddi olarak sınırlar. Bunun da önemli bir şey olduğunu sanıyorum, ama Tek Parti döneminde tek muhalefet de, bu yeraltı partisinin yaptığı muhalefettir. Daha önce İtalya’da faşizm yükselmiş, ama 1933’te Naziler Almanya’da iktidara gelmişlerdir ve belli ki Nazizm kendisini zaten bu Sovyet komünizmini yok etmeyle tarif eden bir ideolojidir. Dünya solu açısından, faşizmin ve nazizmin yükselmesi çok büyük tehlikedir. Komintern’de antifaşist güçlerle her ülkede iyi geçinmek, halk cepheleri kurmak, faşizmin yükselmesini önlemek kararı verilir ve bu stratejinin Türkiye’ye uygulanmasında daha da ağır bir sonuca varılır. Türkiye için Komintern’de desantralizasyon, yani TKP’yi merkezden ayırma kararı verilir. Bir rivayete göre, Komüntern’in bir yetkilisi Türk Merkez Komitesi’ne gelip şöyle der: "Şimdi söyleyeceğim şeylerden dolayı benim Kemalist bir ajan olduğumu sanmayın. Ben size Komintern’in direktifini tebliğ ediyorum." Bu konuşmadan sonra siz mümkün olduğu kadar illegal faaliyetleri sona erdirin. Kemalist hükümetin işçi hakları, özgürlükler diye canını sıkmayın. Bu aslında iyi bir hükümettir, şimdiye kadar da Halk Partisi hükümetine çok haksızlık ettiniz, onun yaptığı reformların kadrini bilmediniz. Sadece siz, Türkiye’de faşizmin yükselmesi tehlikesine karşı uyanık olun, ama belki bir iskelet kadro bırakarak partiyi dağıtın, hepiniz legal örgütlere üye olun, legal gazetelerde, dergilerde yazı yazıp bir tek Sovyet dostluğunu devam etmesi ve Türkiye’de faşizmin yükselmesine karşı uyanıklık gösterin. Bu 1936’nın kararıdır; ancak partiye tebliğ edilip edilmediğini anlamak zordur, çünkü yıl içinde bununla hiç de uyuşmayan yayınlar görmek mümkündür.
Bu dönemde İspanya’da bir iç savaş yaşanıyor, İtalya ve Almanya Frankist asilere yardım ediyordu; cumhuriyetçilere de hem Batı’nın ilerici liberalleri İngiltere’den, Fransa’dan, Almanya’dan, Amerika’dan yardım ediliyor, hem de Sovyet yardımı oluyordu ama birtakım analizciler Stalin’in Sovyet yardımını artırarak Franco isyanını bastırmanın, İngiltere ve Fransa’yı fena halde ürküteceği ve Sovyet Rusya’yla ittifaktan büsbütün uzaklaştıracağı korkusuyla İspanya’yı feda ettiğini savunurlar. Ama yine de bir türlü İngiltere ve Fransa, Rusya’yla, Almanya ve İtalya’ya karşı ittifaka girmez ve bu sebepledir ki Stalin, Nazi-Sovyet Paktı’nı yapıp zaman kazanmak yoluna giderek biraz hazırlanma vakti bulur. (Türk Partisinin kararı İspanya’ya karışmamaktır.) Daha sonra 1941’de Almanlar Rusya’ya saldırınca, İngiltere’nin özellikle istemediği ittifak kurulur. Amerika, İngiltere, Fransa ve Rusya’yla bir ittifak kurar. Stalin de bu durumda Komintern’i lağveder. Daha sonraki yıllarda Kominform (Dünya Komünist Partilerinin İletişim Şebekesi) kurulacaktır; yani Türkiye’nin 1936’da yaşadığına benzer bir durum, dört beş yıl sonra dünyada da gerçekleşir.
Türkiye Komünist partisi hep illegal olmuştur. Osmanlı İstanbul’unda kurulan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası ile Ankara’da ve Anadolu içinde kurulan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası ve Türkiye Komünist Fırkası dışında, özellikle Cumhuriyet yıllarında Türkiye Komünist Partisi hep yeraltında kalmak zorundadır. 1945 yazında Milli Kalkınma Partisi, 1946 yılı Ocak ayında Demokrat Parti kurulur ve Türkiye’de tek parti dönemi resmen sona erdirilip çok partili hayata geçirilir ve birçok parti birden kurulmasına teşebbüs edilir. Bu arada Marksist partilerin de legale çıkma çabaları vardır. Önce Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun Türkiye Sosyalist Partisi, ondan kısa bir süre sonra da Şefik Hüsnü çevresinin Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi görülür. Ancak savaş içinde ilan edilmiş olan sıkıyönetim, çokpartili hayata geçildikten sonra da devam eder, zaten çokpartili hayata geçerken meşruiyet yelpazesi çok dar tutulur; milliyetçi sağ istenmediği gibi sol da istenmez. Meşruiyet yelpazesinin dar tutulması çok önemlidir, zaten 1924 Anayasası’na, Halk Partisi’nin "altı ok"u 1930’lu yıllarda dahil edilir ve 1961 Anayasası’na kadar kurulan her siyasi parti bu "altı ok"u benimsemek zorundadır; aksi takdirde Anayasa’ya aykırı düşer. Ancak 1960 sonrasında, özellikle 1961 Anayasası’yla Türkiye’de sosyalizmin yeniden keşfedildiği ve Marksizme olan ilginin yaygınlaştığı söylenebilir. O vakte kadar Türkiye’de solculuk yurtdışında birtakım kitaplar okumuş, toplantılara katılmış, örgütlere girmiş insanların aktardığı bilgilerle sınırlıdır, doğru dürüst bir literatür yoktur; örneğin yeni harflerle sosyalizmi, komünizmi, bolşevizmi öğrenmek isteyenler Haydar Rifat’ın tercüme ettiği kitaplara başvurmak zorundadırlar. Tabii bir de parti içindeki durumu hayli ilginç olan Nazım Hikmet’in edebiyatı söz konusudur, yani solculuk daha çok Nazım’ın şiirlerini okuyup onları sürekli kopya edip çoğaltmakla gelişmektedir. Nazım’ın kendisi yeraltı Türkiye Komünist Partisi içinde çoktan parti dışına atılmış bir durumdadır; ama Nazım’ın şiirleri muhtemelen gizli Komünist Partisi’nin Dünya Barış Günü’nde, 1 Mayıs’larda çıkardıkları el ilanlarından daha etkilidir.
1961 Anayasası ile birdenbire meşruiyet yelpazesi genişleyince, Marksizm bilgisi de Türkiye’de yaygınlaşmaya başlar. Ondan sonra bir taraftan sol kanat içinde parlamenter bir hareket genişler: Türkiye İşçi Partisi. Türkiye İşçi Partisi, Marksisttir, ancak bunu çok açık olarak programında söyleyemediğinden daha çok imalarla hareket eder. Fakat bu parlamenter kanadın faaliyet yayınları, açıklamaları tatmin etmez ve özellikle gençlik içinde, Türkiye İşçi Partisi dışında parlamento dışı bir muhalefet gelişir ve tabii bunun teorik temelleri de atılır. Parlamento dışı muhalefet daha çok milli demokratik devrim çerçevesinde hareket etmeye çalışır; "Türkiye’nin önündeki acil şey nedir? Sosyalist devrim daha sonraki bir aşamanın işidir, çünkü önce demokratik devrimi yapmalı" düşüncesinden hareket edilir. Burada, Marx’ın gelişme aşamaları kuramına bir gönderme yapılır. Parlamento dışı muhalefet hareketi içinde üniversite çevrelerinin kaydı yaygındır. Birtakım kovuşturmalar ve bastırmalar olur. 1970’li yıllarda, 12 Mart öncesinde ve sonrasında sosyalizm isteyen, ama bunun Sovyet tecrübesindeki gibi değil, Çin tecrübesindeki gibi olmasını önerenler ortaya çıkar. Bana kalırsa bu dönemde, yani 1970-1980’lerin hareketlerinde iki temel zaaf vardır. Bunlardan biri Marksizm-Leninizmin antiemperyalizmine toplu vurgu yapmaktır; solculuğun sadece antiemperyalizm üzerinden ifade edilmesi, milliyetçilerden ayrılmayı bir hayli zorlaştırır. Bu nedenledir ki, örneğin Türkiye’de nevi şahsına münhasır, Mina Urgan gibi Kemalist komünistler çıkmıştır. Bu sol hareketin ikinci temel zaafı da öğrenci sınıfıyla sınırlı kalmasıdır. Oysa hepimiz biliriz ki öğrencilik bir sınıf oluşturmaz.
Cumhuriyet döneminde Türk Marksizmine asıl darbe, 1980’li yılların sonunda Sovyet imparatorluğunun çökmesiyle gelmiştir. Evet, köken komünizmdi; Marksizm adına zaman zaman bir polis devlet niteliğine bürünmüş bir yönetimdi, dolayısı ile Leninist olmayan Marksistler, Avrupa sosyal demokratları sevinçle karşılamalıydı, ama sonuçta sadece Marksizm-Leninizmin değil bütün dünya solunun çökmesine değilse bile gerilemesine yol açan bir gelişmeydi. Türkiye’de Marksist olanlardan başlayarak, yanlış sebeplerle bir çözülme oldu. Kalıcı olan Marksizmin eşitlikçi değer sistemidir; bu ölebilecek bir şey değildir, insanlık var oldukça bu eşitlikçi değerler, sosyal adalet arayışı dünyanın her tarafında olacaktır; ama bu son on beş yılın değişmeleri öyle gösteriyor ki artık Marksizmin bel bağladığı proletarya vurgusunu sürdürmek o kadar anlamlı bir şey değildir. Eğer dünya değişecekse, bunu sadece proletaryaya özel bir görev olarak yüklemek yanlış bir beklenti olur. Türkiye’de de dünyada da Marksizmin, sadece Marksizm-Leninizmin değil, Leninist olmayan Marksizmin de bir mülkiyet takıntısı vardır, yani üretim araçlarının mülkiyetinin belirleyici olduğu düşünülür. Buna çeşitli itirazlar olmuş olmakla birlikte, artık öyle anlaşılıyor ki, belirleyici olan mülkiyetin kime ait olduğu değil, kimin denetleme gücüne sahip olduğudur.
Tarihe baktığınız zaman, bir saat gibi sarkaç hareketi görürsünüz. Bazen bütün dünya daha eşitlikçi bir tarafa gider, bazen daha seçici bir tarafa gider. Öyle anlaşılıyor ki 20. yüzyılın sonlarında neoliberalizm, neokonservatizm fikirleri ile ileri dünya bir hayli sağa gitti, ama bu sürgit devam edemez; Fukuyama’nın sandığı gibi tarihin sonuna da gelinmiş değildir, bu sarkaç sallanmaya devam edecektir. Önümüzdeki yüzyıllarda, hepimiz görmesek de bazılarınız bu sarkaç hareketinin devam ettiğini görecektir. Bu neoliberal, neokonservatif pozisyondan daha özgürlükçü, daha eşitlikçi bir tarafa doğru sarkacın hareket edeceğini bekliyor ve umuyorum.
Bu dönemde İspanya’da bir iç savaş yaşanıyor, İtalya ve Almanya Frankist asilere yardım ediyordu; cumhuriyetçilere de hem Batı’nın ilerici liberalleri İngiltere’den, Fransa’dan, Almanya’dan, Amerika’dan yardım ediliyor, hem de Sovyet yardımı oluyordu ama birtakım analizciler Stalin’in Sovyet yardımını artırarak Franco isyanını bastırmanın, İngiltere ve Fransa’yı fena halde ürküteceği ve Sovyet Rusya’yla ittifaktan büsbütün uzaklaştıracağı korkusuyla İspanya’yı feda ettiğini savunurlar. Ama yine de bir türlü İngiltere ve Fransa, Rusya’yla, Almanya ve İtalya’ya karşı ittifaka girmez ve bu sebepledir ki Stalin, Nazi-Sovyet Paktı’nı yapıp zaman kazanmak yoluna giderek biraz hazırlanma vakti bulur. (Türk Partisinin kararı İspanya’ya karışmamaktır.) Daha sonra 1941’de Almanlar Rusya’ya saldırınca, İngiltere’nin özellikle istemediği ittifak kurulur. Amerika, İngiltere, Fransa ve Rusya’yla bir ittifak kurar. Stalin de bu durumda Komintern’i lağveder. Daha sonraki yıllarda Kominform (Dünya Komünist Partilerinin İletişim Şebekesi) kurulacaktır; yani Türkiye’nin 1936’da yaşadığına benzer bir durum, dört beş yıl sonra dünyada da gerçekleşir.
Türkiye Komünist partisi hep illegal olmuştur. Osmanlı İstanbul’unda kurulan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası ile Ankara’da ve Anadolu içinde kurulan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası ve Türkiye Komünist Fırkası dışında, özellikle Cumhuriyet yıllarında Türkiye Komünist Partisi hep yeraltında kalmak zorundadır. 1945 yazında Milli Kalkınma Partisi, 1946 yılı Ocak ayında Demokrat Parti kurulur ve Türkiye’de tek parti dönemi resmen sona erdirilip çok partili hayata geçirilir ve birçok parti birden kurulmasına teşebbüs edilir. Bu arada Marksist partilerin de legale çıkma çabaları vardır. Önce Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun Türkiye Sosyalist Partisi, ondan kısa bir süre sonra da Şefik Hüsnü çevresinin Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi görülür. Ancak savaş içinde ilan edilmiş olan sıkıyönetim, çokpartili hayata geçildikten sonra da devam eder, zaten çokpartili hayata geçerken meşruiyet yelpazesi çok dar tutulur; milliyetçi sağ istenmediği gibi sol da istenmez. Meşruiyet yelpazesinin dar tutulması çok önemlidir, zaten 1924 Anayasası’na, Halk Partisi’nin "altı ok"u 1930’lu yıllarda dahil edilir ve 1961 Anayasası’na kadar kurulan her siyasi parti bu "altı ok"u benimsemek zorundadır; aksi takdirde Anayasa’ya aykırı düşer. Ancak 1960 sonrasında, özellikle 1961 Anayasası’yla Türkiye’de sosyalizmin yeniden keşfedildiği ve Marksizme olan ilginin yaygınlaştığı söylenebilir. O vakte kadar Türkiye’de solculuk yurtdışında birtakım kitaplar okumuş, toplantılara katılmış, örgütlere girmiş insanların aktardığı bilgilerle sınırlıdır, doğru dürüst bir literatür yoktur; örneğin yeni harflerle sosyalizmi, komünizmi, bolşevizmi öğrenmek isteyenler Haydar Rifat’ın tercüme ettiği kitaplara başvurmak zorundadırlar. Tabii bir de parti içindeki durumu hayli ilginç olan Nazım Hikmet’in edebiyatı söz konusudur, yani solculuk daha çok Nazım’ın şiirlerini okuyup onları sürekli kopya edip çoğaltmakla gelişmektedir. Nazım’ın kendisi yeraltı Türkiye Komünist Partisi içinde çoktan parti dışına atılmış bir durumdadır; ama Nazım’ın şiirleri muhtemelen gizli Komünist Partisi’nin Dünya Barış Günü’nde, 1 Mayıs’larda çıkardıkları el ilanlarından daha etkilidir.
1961 Anayasası ile birdenbire meşruiyet yelpazesi genişleyince, Marksizm bilgisi de Türkiye’de yaygınlaşmaya başlar. Ondan sonra bir taraftan sol kanat içinde parlamenter bir hareket genişler: Türkiye İşçi Partisi. Türkiye İşçi Partisi, Marksisttir, ancak bunu çok açık olarak programında söyleyemediğinden daha çok imalarla hareket eder. Fakat bu parlamenter kanadın faaliyet yayınları, açıklamaları tatmin etmez ve özellikle gençlik içinde, Türkiye İşçi Partisi dışında parlamento dışı bir muhalefet gelişir ve tabii bunun teorik temelleri de atılır. Parlamento dışı muhalefet daha çok milli demokratik devrim çerçevesinde hareket etmeye çalışır; "Türkiye’nin önündeki acil şey nedir? Sosyalist devrim daha sonraki bir aşamanın işidir, çünkü önce demokratik devrimi yapmalı" düşüncesinden hareket edilir. Burada, Marx’ın gelişme aşamaları kuramına bir gönderme yapılır. Parlamento dışı muhalefet hareketi içinde üniversite çevrelerinin kaydı yaygındır. Birtakım kovuşturmalar ve bastırmalar olur. 1970’li yıllarda, 12 Mart öncesinde ve sonrasında sosyalizm isteyen, ama bunun Sovyet tecrübesindeki gibi değil, Çin tecrübesindeki gibi olmasını önerenler ortaya çıkar. Bana kalırsa bu dönemde, yani 1970-1980’lerin hareketlerinde iki temel zaaf vardır. Bunlardan biri Marksizm-Leninizmin antiemperyalizmine toplu vurgu yapmaktır; solculuğun sadece antiemperyalizm üzerinden ifade edilmesi, milliyetçilerden ayrılmayı bir hayli zorlaştırır. Bu nedenledir ki, örneğin Türkiye’de nevi şahsına münhasır, Mina Urgan gibi Kemalist komünistler çıkmıştır. Bu sol hareketin ikinci temel zaafı da öğrenci sınıfıyla sınırlı kalmasıdır. Oysa hepimiz biliriz ki öğrencilik bir sınıf oluşturmaz.
Cumhuriyet döneminde Türk Marksizmine asıl darbe, 1980’li yılların sonunda Sovyet imparatorluğunun çökmesiyle gelmiştir. Evet, köken komünizmdi; Marksizm adına zaman zaman bir polis devlet niteliğine bürünmüş bir yönetimdi, dolayısı ile Leninist olmayan Marksistler, Avrupa sosyal demokratları sevinçle karşılamalıydı, ama sonuçta sadece Marksizm-Leninizmin değil bütün dünya solunun çökmesine değilse bile gerilemesine yol açan bir gelişmeydi. Türkiye’de Marksist olanlardan başlayarak, yanlış sebeplerle bir çözülme oldu. Kalıcı olan Marksizmin eşitlikçi değer sistemidir; bu ölebilecek bir şey değildir, insanlık var oldukça bu eşitlikçi değerler, sosyal adalet arayışı dünyanın her tarafında olacaktır; ama bu son on beş yılın değişmeleri öyle gösteriyor ki artık Marksizmin bel bağladığı proletarya vurgusunu sürdürmek o kadar anlamlı bir şey değildir. Eğer dünya değişecekse, bunu sadece proletaryaya özel bir görev olarak yüklemek yanlış bir beklenti olur. Türkiye’de de dünyada da Marksizmin, sadece Marksizm-Leninizmin değil, Leninist olmayan Marksizmin de bir mülkiyet takıntısı vardır, yani üretim araçlarının mülkiyetinin belirleyici olduğu düşünülür. Buna çeşitli itirazlar olmuş olmakla birlikte, artık öyle anlaşılıyor ki, belirleyici olan mülkiyetin kime ait olduğu değil, kimin denetleme gücüne sahip olduğudur.
Tarihe baktığınız zaman, bir saat gibi sarkaç hareketi görürsünüz. Bazen bütün dünya daha eşitlikçi bir tarafa gider, bazen daha seçici bir tarafa gider. Öyle anlaşılıyor ki 20. yüzyılın sonlarında neoliberalizm, neokonservatizm fikirleri ile ileri dünya bir hayli sağa gitti, ama bu sürgit devam edemez; Fukuyama’nın sandığı gibi tarihin sonuna da gelinmiş değildir, bu sarkaç sallanmaya devam edecektir. Önümüzdeki yüzyıllarda, hepimiz görmesek de bazılarınız bu sarkaç hareketinin devam ettiğini görecektir. Bu neoliberal, neokonservatif pozisyondan daha özgürlükçü, daha eşitlikçi bir tarafa doğru sarkacın hareket edeceğini bekliyor ve umuyorum.