ATEİZM Mİ AGNOSTİSİZM Mİ? BERTRAND RUSSELL’IN TERCİHİ - 1

Tamer YILDIRIM

Çağdaş felsefede özellikle mantık ve matematik alanında önemli çalışmalara imza atan Bertrand Russell’ın (1872–1970) 21. yüzyıl düşüncesine farklı boyutlarda oldukça güçlü etkileri olmuştur. Çağdaş dönemde yaşamasına ve yazdığı eserlerle pek çok konuya açıklık getirmesine rağmen Russell’ın dini düşünce açısından ateist veya agnostik (bilinemezci) şeklinde iki farklı kavram veya dine yaklaşım tarzıyla nitelendirildiğini görmekteyiz. Bunların birbirleriyle birebir örtüştüğünü söyleyemeyeceğimiz için Russell’ın hangi kategori içerisinde yer alacağının belirlenmesi gerekir. Konunun çözümlenmesinde önce agnostisizmin tanımına, devamında ise Russell’ın düşünsel gelişimi veya daha doğru ifadeyle savunuculuğunu yaptığıfelsefi akımlara değinmek faydalıolacaktır.

Agnostisizm farklı şekillerde tanımlanıp çeşitli kısımlara ayrılsa da, hatta bu görüşlerin bazıları ateistlerce kabul edilebileceği gibi teistlerce kabul edilebilir şekilde ifade edilse de, biz burada agnostisizmi ana hatlarıyla ele alıp değerlendireceğiz. Agnostisizm, bilginin ancak zihnimizin oluşturduğu güvenebileceğimiz konularla sınırlı kaldığını öne süren, dolayısıyla da mutlak varlık, Tanrı varlığının özü, temeli, anlamı gibi fizik ötesi konuları bilemeyeceğimizi savunan, bu anlamda Tanrı’nın bizden çok farklı olduğunu, bu nedenle de onun hakkında akledilebilir hiçbir şey söyleyemeyeceğimizi ifade eden, kısaca Tanrı’nın varlığıya da yokluğunu bilemeyeceğimizi öne süren öğretiye denir. Bu öğretiye göre, ne teizmin iddia ettiği gibi Tanrı’nın varlığını ne de ateizmin iddia ettiği gibi Tanrı’nın yokluğunu kanıtlamaya gerek/imkân vardır.

Tarihsel olarak baktığımızda agnostisizm terimi, ilkin, İngiliz düşünürü Thomas Huxley (1825–1895) tarafından Yunanca “bilinemez” anlamına gelen a gnostos sözcüğünden türetilerek kendi öğretisini adlandırmak için kullanılmışsa da, terim, daha sonra, geriye doğru götürülerek bütün bilinemezci öğretileri kapsamıştır. Bu terimin İlk biçimleri, Antikçağ sofistlerinde görülür. Antikçağın ünlü sofisti Protogoras’ın “İnsan, bilebileceği tek şey olan kendisiyle yetinmelidir, duyularla algılanmamaları, insan hayatının kısa oluşu gibi sebeplerden dolayı Tanrılar hakkında bilgi edinemeyiz” sözleri ilkçağda agnostisizmin içeriğini belirtmesi açısından önemlidir. Yani duyumcu olan antikçağ Yunan sofistlerine göre bilgi, duyuların sonucudur, duyularımızla elde ettiğimizin dışında başkaca hiç bir bilgiye erişemeyiz. Her kişinin duyusu kendine göre olduğundan her kişinin bilgisi de zorunlu olarak kendine göre olacaktır; herkes için geçerli bir bilgi olamaz. İnsan, kendisi için bilinebilecek tek şeyle, kendisiyle yetinmelidir. Bundan hareketle modern agnostisizmin kaynaklarının şüpheci pre-sokratik filozoflar veya Helenistik Akademinin filozoflarıtarafından ortaya konulduğunu söyleyebiliriz. Fakat çağdaş din felsefesinde agnostisizm Tanrı ve onunla alakalı gözlemlenemeyen her şeyi kapsayacak şekilde genişletilmiştir.

Genel olarak bakıldığında ise agnostisizm, bilimin denetiminden yoksun insan düşüncesinin düştüğü yanılgılara bir tepki olarak ortaya çıktığı ifade edilirken, çağdaş dönemde felsefenin metafiziklere ve fideizme meydan okuması olarak değerlendirilmiştir. Günümüzde ise dini tasfiye etmiş olduklarına inanılan pozitivist bilimcilik gibi felsefi kuramların çözülüşlerine tanık olsak da, 20. yüzyılın başlarından itibaren bilim anlayışındaki farklılıklar ve değerlendirmeler çağın şekillenmesinde ve felsefi anlayışın yerleşmesinde oldukça etkili olmuştur. Bu noktada Russell’ın etkisi de çok açık bir şekilde kendini göstermiştir. 1929 yılında açıklanan “Bilimsel Dünya Görüşü: Viyana Çevresi” başlıklı programda açıkça amaçlarının tek bir bilimin, yani insanlığın edinebileceği tüm bilgileri; fizik ve psikoloji, doğa bilimleri ve edebiyat, felsefe ve özel bilimler gibi birbirinden tamamen ayrı disiplinlere ayırmaksızın içinde toplayan bir bilimin yaratılmasıolduğu, bu amaca ulaşmanın G. Peano, G. Frege, A. N. Whitehead ve Russell’in geliştirmiş oldukları mantıksal çözümleme yönteminin kullanılmasıyla olacağını, bu yöntemin de, bilimi metafizik sorunlardan ve anlamsız önermelerden arındırmak ve aynı zamanda, doğrudan gözlemlenebilir içeriklerini; yani ‘verilmişolanı’ göstermek yoluyla deneysel bilimin anlamını, kavramlarını ve önermelerini açıklığa kavuşturmak olduğu belirtilmiştir.

Fakat bu noktada bilimsel araştırmalardaki yöntem ve çıkarsamaları dini araştırmalara uygulamak çok da uyumlu ve mümkün olmayacaktır. Farklı bir yolu öneren Rodney Stark ise “dinin sadece insanla ilişkili boyutunu biliyor olmamız, dinin salt bir yanılsama olduğu ve Tanrıların ‘umulanın tatmini’nden doğan hayal ürünleri olduğu varsayımının geçerliliğini ortaya koymaya yetmez. Bilim için Tanrıların varlığına ya da yokluğuna ilişkin sorulara yanıt bulmak tümüyle imkânsızdır. Bu nedenle ateist ve teist varsayımlar eşit derecede bilim dışıdır ve her iki varsayım üzerine kurulan çalışmalar eşit derecede eksiktir. Uygun bilimsel yaklaşım agnostik görüştür. Din olgusunun sadece insani yönünü gözlemleyebildiğimiz için araştırmalarımızı dinin gerçek ya da hayali yapısına ilişkin varsayımlarıbir kenara bırakarak, sosyal bilimlerin bilinen yöntemleriyle yürütebiliriz. Bu yöntemle yürütülen çalışmalar bizi bilime götürecektir: çünkü ateist ya da teist varsayımlar inanç odaklıdır ve çoğu zaman kanıt sunmazlar”. Sosyal bilimciler bu agnostik varsayıma boyun eğmek zorunda olsalar bile inanmadıkları din olgusunun insani tarafını yakalamalarıda pek olasıdeğildir. Dini anlamak isteyen sosyal bilimcilerin dindar olması gerekli değildir; ancak inanç ve ibadeti bilimsel olarak inceleyebilmek için inançsızlıklarını bir kenara bırakmaları şarttır.

E. Durkheim’ın 1914’te yapılan “Özgür Düşünürler” toplantısında söyledikleri bu görüşü destekler niteliktedir: “Bir özgür düşünür dinle inançlı biri gibi yüzleşmelidir. Dini konu alan çalışmalara dinsel bir duyguyla eğilmeyen birinin din hakkında söyleyecek hiçbir sözü olamaz. O, renkleri tanımlamaya çalışan kör bir adam gibidir”. Burada Durkheim’ın söylediği, dini konu alan çalışmalara dinsel bir duyguyla eğilmeyen birinin söyleyecek sözü olamayacağı değerlendirmesine Russell açısından değinecek olursak, onun içinde bulunduğu durum ve din hakkında söylemiş olduğu sözlerin değeri konusu hemen akla gelecektir. Fakat Russell, gençlik döneminde oldukça dindar bir kişi olduğunu ve dinin kendisi için matematik dışında her şeyden daha önemli olduğunu belirterek yaşamının bir döneminde bu duyguyu tecrübe ettiğini açıkça ifade etmiştir.

Fakat Rodney Stark’ın belirttiğinin aksine Mehmet Aydın bu noktada Tanrı’nın varlığına inanmakla, tanrılığını kanıtlamanın birbirlerinden farklı şeyler olduğunu ve agnostisizmin haklı olabilmesi için aşağıdaki önermelerden birini kabul etmesi gerektiğini belirtmektedir. Aydın’a göre;

a) Tanrı’nın hem var, hem de yok olduğunu gösteren bir takım ipuçları vardır.
b) Tanrı’nın var ya da yok olduğunu gösteren hiçbir ipucu yoktur.

Agnostik (a) şıkkını kabul etmez. Var derse teist, yok derse ateist olacaktır. İkinci iddiayıda kabul edemez, çünkü bu takdirde kendi temelini yıkacaktır. Bu gibi çelişkilerden dolayı agnostisizm çok eleştirilere uğramış, hatta Tanrı inancına kesin bir cevap olmadığı ve dini araştırmalara bir yöntem oluşturmasının da yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı tartışmalı olacağı belirtilmiştir. Dini inceleme araştırmalarda yöntem konusunda durum böyle iken, agnostisizmin ateizme giden yolda bir durak olmasıda tartışılır bir mevzudur, zira ateizm de teizm gibi bilimsel çıkarımdan çok bir inançtır. Agnostisizm ise bir dinden ziyade bir kavramdır. Agnostisizm Tanrı’nın olup olamayacağını bilemeyeceğimizi öngörür. Aslında Müslümanlar da Tanrı’nın varlığını bilmez, sadece var olduğuna inanırlar; burada bilmekten kasıt rasyonel düşünce sisteminde varlığın bilimsel yöntemlerle her an kanıtlanabilir olmasıdır. Yani, Tanrı’nın gerçek doğası, insanın kavrama alanının ötesinde olduğu için, bilinemez. Agnostiklere göre Tanrı’nın varlığının bilinemez olması zorunlu olarak O’nun yokluğunu iddia etmek, yani ateizm anlamına gelmemektedir. Zaten bu noktada agnostisizm ateizmden ayrılmaktadır. Çünkü agnostisizm ateizmi de reddeder. Tanrı’ya inanmak ya da inanmamak bir taraf tutma, tavır alma veya bir seçimdir. Agnostisizm taraf tutmaz. Bu bir anlamda da seçmemeyi seçmektir. Fakat geleneksel agnostisizmin Tanrı’nın varolduğu önermesini doğrulanabilir olmasa bile anlamlı bir önerme olarak gören bakış açısına karşın, söz konusu önermeyi doğrulanamadığı için aynı zamanda anlamsız bir önerme olarak gören ve reddeden mantıkçı pozitivistler de vardır. Russell da bu düşünürler arasındadır.

Russell’ın genel olarak düşünce sisteminin nasıl bir gelişim seyri gösterdiğini öğrendiğimizde onun böyle bir düşünceyi benimseme nedenleri daha iyi anlaşılacaktır. Tarihsel olarak bakıldığında Russell’ın düşünsel hayatının ilk safhasında idealizmin etkisi vardır. Fakat 1898’in sonundan itibaren, dostu G. E. Moore ile birlikte idealizme karşıt bir görüş benimsemiştir. 1900’de, İtalyan matematikçisi G. Peano, onu, yeni mantığın analitik gücü konusunda ikna etmiş, böylece mantığı geliştirmeye ve matematiği de mantığa indirgemeye çalışarak A. N. Whitehead ile birlikte, 1910–1913 arasında, Principia Mathematica’yı 3 cild halinde yayımlamıştır. Daha sonra bilimsel araştırmalarında kendini dil ve bilgi felsefesine adayan Russell,idealist felsefeden yeni realizme, oradan da mantıkçı atomculuğa yönelmiştir. Russell, mantıkçı atomculuğu da “Ele aldığınız her hangi bir konunun özüne varmak için tutunulacak yol çözümlemedir. Her şeyi çözümleyerek öyle bir yere gelirsiniz ki, orada artık çözümlenemez şeyler çıkar karşınıza. İşte bunlar mantıksal atomlardır. Bunlara mantıksal atomlar diyorum, çünkü onlar artık madde değildir. Bunlara nesneleri meydana getiren idealar diyebiliriz” şeklinde açıklar.

Yani bu kurama göre gerçekliği kavrayabilmek için, algı verilerinin ilk öğelerine değin gitmek gerekir. Bu yönüyle Russell’ın felsefi gelişimi, durağanlığın aksine sürekli değişim ve gelişim içinde olmuştur.Genel olarak bakıldığında Mantıkçı Atomculuk adını verdiği görüşün adeta İngiltere’deki temsilcisi konumunda olan Russell’ın cazibesi hem deneyciliği, yani dünya hakkındaki bütün bilgimizin deneyimlerden kaynaklandığı teorisini savunmasından, hem de mantığı matematik ve dile uygulamada öncülük etmesinden kaynaklanıyordu. Matematik-mantık bağlantısı onun öğretisinin temelini oluşturur. Hatta Hans Reichenbach, Russell’la tarihte ‘matematiksel mantıkçı’ yeni bir filozof türünün ortaya çıktığını belirtmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi mantıkçı pozitivizm tek bir bilim fikrini ortaya atıyordu ve bu düşünce okulunun amacıda böyle tek bir bilimin kurulmasıydı. Fakat bunun imkânı tartışmalı bir konuydu.

1 | 2

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP