ANALİTİK FELSEFE VE L. WITTGENSTEIN’IN TRACTATUS’U - 2

Mantıkçı pozitivistler, bir dile getirişin doğrulanması için iki yöntem kullanır. Birincisi mantıksal doğrulamadır ki, bir önermenin mantık kurallarına uyup uymadığını saptamak demektir. İkincisi ise, bir açıklamaya ya da dolaysız bir deneyime karşılık gelen önermelerin mantık aracılığıyla yapılmış açıklaması demek olan ampirik doğrulamadır. Bu doğrulama yolları dışında herhangi bir şeyi anlamlı kılmaya yarayacak bir doğrulama yolu yoktur. Bir önermenin anlamı böylece doğrulanabilirliğinin koşulları tarafından belirlenir hale gelir. Bu doğrulama koşullarına uymayan önermeler ise anlamsız ilan edilir. Mantıkçı pozitivizmin bu yaklaşımı, bilinemezcilik noktasından eleştiriye konu olmuştur.

Hume’cu bilinemezcilik ‘ilkesel bir bilememe’ iken, mantıkçı pozitivistlerin görüşü ‘bilememe yoktur, anlamsızlık vardır’ şeklindedir. Bu bakımdan onların, Hume’cu yaklaşımı aşmış oldukları söylenemez. Çünkü onlar, ‘bilememe’ yerine ‘anlamsız’ı ikame ederek yeni bir görüşortaya koymuş değillerdir. Bu sadece bir kelimenin yerine başka bir kelimeyi koymaktır. Diğer taraftan mantıkçı pozitivistler, çelişme doğuran önermeleri de anlamsız ilan ederler. “Bir metre 100 cm’dir ve aynı zamanda 120 cm’dir.” Şeklinde bir önerme mantık kurallarına uymadığ ıiçin anlamsız olarak adlandırılır. Şu tür bir önerme de onlara göre ampirik doğrulamaya imkan vermediği için anlamsızdır: ‘ Kendinde bir dünya vardır ve kavranılamaz’ Bu önerme, bilindiği gibi, Hume-Kant çizgisinin önermesidir. Bir önermenin anlamını, dış dünyada kendisine karşılık gelecek nesnel bağlam değil, kendisinden türetilen, çözümsel olmayan önermeler sınıfı saptar. Mantıksal-matematiksel önermeler de çözümsel olduklarından, kendilerinden ancak çözümsel önermeler çıkar. Buna göre, mantıkçı pozitivistler için mantık ve matematik önermelerinin gerçeklikle ilgili bir içeriği yoktur ve onlar ancak totoloji olabilirler.

Mantıkçı pozitivizm ayrıca niteliklerin aktarıma konu olmadığınıda iddia eder. Nitelik, özel, öznel ve bireyseldir. İnsanlar arası ilişkilerde yalnızca yapılar (struktur) rol oynar. Dil, yapıları ve onların içindeki niteliklerin konumunu saptar ve kapsar. Buna göre de insanlar, dil aracılığıyla aktarılan bir yapıya kendi kişisel niteliklerini (yaşantılarını) katarlar.

Bilimlerin felsefeden bağımsızlığını kazanmasından sonra, felsefenin bu bilimlerin konuları üstünde bir düzenleyici ve sentezci konumuna yükseltilmesi ideali birçok nedenden dolayı işlevini yitirir. Böyle bir idealin iş görmeyecek olmasının temel nedeni, gelişmekte olan bilimlerin birbirine zıt iddialarda bulunuyor olmalarıdır.

Bundan sonra felsefe anlam (meaning) kuramına yönelir. Linguistik anlam, felsefenin konusu olarak şöyle bir işlev görecektir: Dile getirişler mecmuası olarak İnsan bilimlerinin temel iddiaları, mantıksal tutarlılık ve analiz aracılığıyla incelemeye tabi tutulmalıdır. Bu yaklaşım, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra felsefede hakim bir yaklaşım haline gelir ve böylece felsefenin bilgi verici (informatif) olduğu iddiası ortadan kalkar. Bu yeni yaklaşım, geleneksel felsefenin aksine anlamın kelimede değil, cümlede aranması gerektiğini iddia eder. Anlamın gerçek yerinin önerme olduğu tespit edildikten sonra, yöntem olarak da ‘dilin anlamını analiz’ etmek bir çok filozof tarafından benimsenir. Bu yöntemin nasıl bir dile uygulanacağı hususu da çok geçmeden açıklığa kavuşmuştur. Russell, Moore ve diğer analitikçilerin yaptığı çalışmalar göstermiştir ki, gündelik dil yanıltıcıdır ve felsefe genişbir bakışaçısı kazanmak istiyorsa, öncelikle bu hususu tespit etmelidir. Dil filozoflarının bir kısmı felsefenin bu yeni biçimi hakkında şöyle bir meta-felsefece sav ortaya koyar: Felsefi buğday, yılların biriktirdiği samandan ayrılmadıkça, felsefenin başarıları veya başarısızlıkları hakkında bir yargıda bulunulamaz.

Felsefenin bu yeni biçimi kendisini böyle algılamakla, aslında klasik felsefeden tamamen ayrı bir etkinlik olmadığınıda ortaya koymuş oluyordu. Bu yeni yaklaşımın esas amacının ‘anlam’ kavramı hakkında doyurucu bir bilgiye ulaşmak olduğu sıkça zikredilir. Fakat bundan önce ‘dil’in dünya ile ilişkisinin nasıl sağlandığı açık kılınmalıdır ki, ‘anlam’ ve ‘analiz’ kavramlarıda açıklıkla anlaşılabilsin.

Doğrulamacı yaklaşım için dil, olguları bildirmeye ve sözel uzlaşmaları düzenlemeye yarayan bir araçtır. Bu yaklaşım için doğrulama, dil analizinin ve deneysel bilimleri kendisine model alan felsefi tartışmaların merkezinde yer alır.

Dilin olguları bildirmeden önce, kurallarının olup olmadığı ve bu kuralların değişkenlik arz edip etmediği tespit edilmelidir. Dilin kuralları açıkça tanımlanabilirse, analiz yaklaşımının en önemli fonksiyonu gerçekleşmiş olur. Sözlüklerimizdeki tanımların uzlaşımsal olduğu açıktır ve biz mantıksal çıkarım yaparken sözlüklerde bulunan kimi uzlaşımsal işaretleri kullanırız. Buna mukabil karmaşık mantıksal çıkarımlarda ortaya çıkan sonuçlar bizi yanıltabilir. Bu durumlarda insan, yeni bir şey keşfettiğini düşünebilir ve bu psikolojik bir durumdur.

1 - 2 - 3 - 4 - 5

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP