Doğu ve Batı Felsfesinde Altın Çağ Mitleri - 1
|
Hasan Aydın
Özet:
Bu makale, Doğu ve Batı düşünce geleneğindeki ‘altın çağ mitlerine’ felsefi açıdan yaklaşmaktadır. Makalenin iki temel amacı vardır; ilki, altın çağ mitlerine eleştirel açıdan yaklaşmak, ikincisi ise, Doğu felsefesinin tarihsel evriminde neden seküler bir hareket yaratamadığını ortaya koymaktır. Bu nedenle, makalenin bütünü içerisinde,yer yer Doğu ve Batı felsefe geleneği karşılaştırılmış, özellikle Doğu felsefe geleneği, dayandığı ilkeler ve modern Doğu düşüncesindeki yansımaları açısından çözümlenmeye çalışılmıştır.
Giriş:
İnsanın tarihsel ve anısal bir varlık olduğu, kendi kimliğini ve niteliklerini ortaya koymaya çalışırken sık sık tarihsel deneyimlere ve anılarına başvurduğu bilinen bir gerçektir. Bu oldukça doğaldır; çünkü insan tarihsel kalıtların ve anılarının toplamı olan deneyimleriyle varolur; kendini ve evrendeki varlık, nesne ve olayları onlar ışığında anlamlandırır ve değerlendirir. Anısallığın ve tarihselliğin insan yaşamındaki bu derin etkisi, belki de, M. Eliade’nın dillendirdiği gibi tarihsel kökenli insanın ‘anlam arayışında köken oluşturabilecek mit ya da mitler yarattığı’savının bireysel yaşamdaki ilginç görünümlerinden birisidir.
İnsanlığın Erken Dönemleri:
Altın Çağ Mitleri
Bireylerin tarihselliği ve anısallığı, kültürün yapıcı özneleri aracılığıyla toplumsal bilinçle birleştiğinde, kominal bir nitelik kazanmakta ve bir bütün olarak toplumların, kendi varoluşlarını, niteliklerini, toplumda ortaya çıkan eylemsel durumları ve hatta oluşturdukları kültür ve uygarlıkları kendisine bağladıkları geçmişe ait gizemli kalıtlara dönüşmektedir. Bu nedenle olsa gerek, bilgikuramsal (epistemolojik) ve varlıkbilimsel (ontolojik) açıdan ele alındığında, anısallığın bir tür toplumsal versiyonu olarak nitelendirebileceğimiz mitsel kökenli gelenek yada muhafazakarlık, hemen her toplumda güçlü bir işlev yüklenmiştir. Hatta, tarihin erken dönemlerinde, ilk çağ ve ortaçağlarda, tarihselliğin, anısallığın ve geleneğin bir uzanımı olarak yenilik hareketleri, tarihin döngüselci bir paradigmayla algılanışına neden olmuş, bilgi ve değerler alanında her yenilik hareketi yanlıları projelerini bir tür öze, bir diğer deyişle toplumların kendilerini özdeşleştirdiği asla, bir diğer deyişle, idealize edilen ve tanrısallaştırılan mitsel bir döneme dönüş hareketi olarak sunup, bu şekilde meşrulaştırmak zorunda kalmıştır. Çoğu kez, altın çağ nitelemesiyle karşımıza çıkan bu anlayışın kökeni, görebildiğimiz kadarıyla çok eskilere uzanmaktadır. Söz gelimi bir Sümer şiirinde şöyle denilmektedir:
Anılan Sümer şiirinde dile gelen anlayış, Uzak Doğu’da Leo Tzu tarafından kurulan Taoculuğun kuramsal boyutunun geliştirilmesinde etkin bir işlev yüklendiği anlaşılan Chang Tzu’nun dilinde şöyle ifadelendirilir:
İnsanın yaşadığı dönemden duyduğu rahatsızlığı ve geleceğinden duyduğu endişeyi, bir altın çağ mitiyle, yada geçmişte kaldığına inanılan ve tanrısal bir niteliğe büründürülen bir mite yeniden varlık kazandırmakla aşmaya kalkışmayı denediği izlenimini doğuran ve insanın anısallığının tipik bir ürünü olan söz konusu anlayışın izlerine Eski Mısır şiirlerinde ve ussalcı geleneğin filizlenmeye başladığı Eski Yunanlı düşünürlerde de rastlamak olasıdır. Nitekim ünlü filozof Empedokles’in şöyle dediği aktarılmaktadır:
Tektanrılı dinler de, erken dönem kültürlerde ‘altın çağ’ mitiyle karşımıza çıkan aynıg eleneğe yer yer göndermeler yapmışlardır. Sözgelimi, tüm tek tanrılı dinlerde gündeme gelen cennetten kovuluş ya da cennetten düşüş miti ve genel olarak insanın önüne kendisinden düştüğü cennete kavuşma ereğinin konulması, idealize edilmiş geçmişin geleceğe yansıtılmasının ilginç örnekleri arasındadır. Önce Yahudi sonra Hıristiyan geleneğinde karşımıza çıkan ve İslam geleneğinde de yankı uyandıran, ‘mesihlik ve mehdilik’ anlayışının dayandığı bilgikuramsal ve varlıkbilimsel temel de aslında geleceği geçmişte arayan ve altın çağa gönderme yapan mitin ilginç görünümlerinden birisidir. Zira ne mesihin ne de mehdinin temel ereği, bir yenilik ortaya koymaktır. Aksine onlar, geçmişte kalan ideal toplumsal düzeni yeniden yaşama geçirme arzusunu simgelemektedirler. Yine İslam peygamberi Hz. Muhammed’in, çok tanrıcı Arap toplumu için devrimci bir niteliği olan tektanrıcı anlayışı yerleştirmeye çalışırken, bu öğretinin ve dile getirdiği tüm toplumsal yeniliklerin ilk insan ve ilk peygamber olduğu söylenen Hz. Adem’den itibaren savunulduğunu söylemesi ve tarihsel sürecin bu inançtan sapmalar meydana getirdiğini ve kendi işlevinin sapmaları giderip ilk düşünüşe, yani öze dönmekle sınırlı olduğunu ifade etmesi, Fazlur Rahman’ın deyişiyle ‘peygamberliğin bölünmezliği öğretisini’ dillendirmesi, en azından dayanakları açısından, bir şekilde ‘altın çağ’ mitine gönderme yapmaktadır.
Batı Felsefesinde Altın Çağ Mitinin Aşılması:
Rönesans ve Aydınlanma
Aynı motifin,özü yada altın çağı, farklı bir toplumsal bağlama ve ideale yerleştirmekle birlikte, kurtuluşu geride kalan Eski Yunan felsefe geleneğine dönmekte gören Rönesans hareketinde de görmek olasıdır. Zira Rönesans hareketi, Eski Yunan felsefesini yeniden canlandırmayı ifade etmekte ve ortaçağın, Agistunus’un elinde Hıristiyanlaştırdığı Aristoteles’i ve St. Thomas’ın dizgelerinde kendine yabancılaştırdığı ve Hıristiyan bir kimliğe büründürdüğü Platon’u arındırmak, daha da önemlisi insan düşüncesini Tanrı odaklı katı Hıristiyan geleneğinden kurtarıp, Eski Yunanı düşüncesini seküler bir öz olarak mitleştirmeyi, onun çoğulcu düşüncesini yeniden canlandırmayı amaçladığı görülmektedir. Yine demokratik açılımın öncü bir filozofu olarak görebileceğimiz J. J. Rousseau’nun, döneminde gözlemlediği toplumsal eşitsizliğe duyduğu tepkiyi dile getirmek için seçtiği ve Voltair’a ‘insan yapıtınızı okuyunca, dört ayak üzerinde durası geliyor’ dedirten ‘yapıntısal doğal haldeki ilk insan miti’de aynı anlayışın tipik bir uzantısıdır. Ancak Rönesans ve J.J. Rousseau’da dile gelen mit, önceki altın çağ mitlerinde olduğu gibi tanrısal bir mit değil, ilintili ve koşullu olan seküler bir mittir ve bu anlamda Batı düşünce geleneğinde cidd ibir dönüşümü simgelemektedir.
Batı düşünce geleneği, Rönesans’la birlikte pekişen kuşkucu dünya görüşünün bir ürünü olarak, seküler bir mit olarak nitelendirebileceğimiz Eski Yunan’a dayanarak, tanrı odaklı mitlerin egemenliğini kırmaya başlamış, Aydınlanmayla birlikte insan düşüncesini dayandırdığı koşullu ama nesnel zeminle, insanlık tarihinin geriden güç almakla birlikte ileriye doğru koşan, Monteigne ve Descartes gibi düşünürlerde dile gelen kuşkucu zihniyeti elinden bırakmayan bir hareket olduğu düşüncesini yaygınlaştırmayı başarmıştır. Kuşkusuz bu başarıda, seküler bir temele oturtulan insan düşüncesinin, tanrı odaklı saltıkçı altın çağ mitlerini yavaş yavaş saf dışı etmesi, Aydınlanmanın öncü bilim insanları Kopernik, Buruno, Kepler, Galileo ve Newton’un oluşturdukları düşünsel devrimler ve bu devrimlere dayanarak bilimin önemini kavrayan ve tarihin cizgisel yada diyalektik çelişkilerle ilerlediğini savlayan, Condorcet, Kant, Marks, Comte vb. filozof ve düşün insanlarının önemli bir rolü olmuştur. Böylelikle Batı felsefesi, bilgi ve değeri öze yada altın çağa dönüşte, bir diğer deyişle geçmişte arayan ve onları saltıklaştıran paradigmayı tarihin tozlu sayfalarına gömmeyi başarmış ve geleceğin geçmişte değil, yine geleceği hazırlayan bugünkü ve gelecekteki öznelerde olduğunu ve buna ulaşmanın aracının ise kuşku olduğunu savlayan bilim insanı ve filozofları öncüleştirmeyi başarmıştır. Bu ideal olanın geçmişte kaldığını savunan, her şeyi tanrısallaştıran ve dolayısıyla Tanrı’nın özne olarak görüldüğü paradigmanın iflası ve insanı özneleştiren yeni dönemin muştucusu olmuştur. Bu başarı, Batı felsefesinde, Tanrı odaklı mitlere gönderme yapan saltık tanrı merkezli paradigma yerine, kuşkucu ve sınırlarının farkında olan seküler nitelikli paradigmayı yerleştirmeyi olanaklı kılmıştır. Oysa Doğu’nun (İslam dünyası) aynı şeyi başardığını söylemek pek olası gözükmemektedir. Doğu bunu neden başaramamıştır?
Kanımızca anılan sorular araştırmaya değerdir; zira Doğulu kalıtların önemli bir yer tutuğu saltıkçı düşünsel geleneğimizi anlamak için kimi ip uçları verici niteliktedir. Bu yüzden üzerinde durulmayı, çözümlenmeyi ve eleştirel bir bakış açısıyla ele alınmayı hak etmektedirler.
Doğu (İslam) Felsefesinin Altın Çağ Miti:
Öze Dönüş
Gelin çözümlememize, Doğu toplumlarının benimsediği öze dönüşü savunan saltıkçı temel toplumsal mitleri saptamak ve Doğunun koşullu seküler bir mit bulmada neden başarısız olduğunu göstermekle işe başlayalım.
Özet:
Bu makale, Doğu ve Batı düşünce geleneğindeki ‘altın çağ mitlerine’ felsefi açıdan yaklaşmaktadır. Makalenin iki temel amacı vardır; ilki, altın çağ mitlerine eleştirel açıdan yaklaşmak, ikincisi ise, Doğu felsefesinin tarihsel evriminde neden seküler bir hareket yaratamadığını ortaya koymaktır. Bu nedenle, makalenin bütünü içerisinde,yer yer Doğu ve Batı felsefe geleneği karşılaştırılmış, özellikle Doğu felsefe geleneği, dayandığı ilkeler ve modern Doğu düşüncesindeki yansımaları açısından çözümlenmeye çalışılmıştır.
Giriş:
İnsanın tarihsel ve anısal bir varlık olduğu, kendi kimliğini ve niteliklerini ortaya koymaya çalışırken sık sık tarihsel deneyimlere ve anılarına başvurduğu bilinen bir gerçektir. Bu oldukça doğaldır; çünkü insan tarihsel kalıtların ve anılarının toplamı olan deneyimleriyle varolur; kendini ve evrendeki varlık, nesne ve olayları onlar ışığında anlamlandırır ve değerlendirir. Anısallığın ve tarihselliğin insan yaşamındaki bu derin etkisi, belki de, M. Eliade’nın dillendirdiği gibi tarihsel kökenli insanın ‘anlam arayışında köken oluşturabilecek mit ya da mitler yarattığı’savının bireysel yaşamdaki ilginç görünümlerinden birisidir.
İnsanlığın Erken Dönemleri:
Altın Çağ Mitleri
Bireylerin tarihselliği ve anısallığı, kültürün yapıcı özneleri aracılığıyla toplumsal bilinçle birleştiğinde, kominal bir nitelik kazanmakta ve bir bütün olarak toplumların, kendi varoluşlarını, niteliklerini, toplumda ortaya çıkan eylemsel durumları ve hatta oluşturdukları kültür ve uygarlıkları kendisine bağladıkları geçmişe ait gizemli kalıtlara dönüşmektedir. Bu nedenle olsa gerek, bilgikuramsal (epistemolojik) ve varlıkbilimsel (ontolojik) açıdan ele alındığında, anısallığın bir tür toplumsal versiyonu olarak nitelendirebileceğimiz mitsel kökenli gelenek yada muhafazakarlık, hemen her toplumda güçlü bir işlev yüklenmiştir. Hatta, tarihin erken dönemlerinde, ilk çağ ve ortaçağlarda, tarihselliğin, anısallığın ve geleneğin bir uzanımı olarak yenilik hareketleri, tarihin döngüselci bir paradigmayla algılanışına neden olmuş, bilgi ve değerler alanında her yenilik hareketi yanlıları projelerini bir tür öze, bir diğer deyişle toplumların kendilerini özdeşleştirdiği asla, bir diğer deyişle, idealize edilen ve tanrısallaştırılan mitsel bir döneme dönüş hareketi olarak sunup, bu şekilde meşrulaştırmak zorunda kalmıştır. Çoğu kez, altın çağ nitelemesiyle karşımıza çıkan bu anlayışın kökeni, görebildiğimiz kadarıyla çok eskilere uzanmaktadır. Söz gelimi bir Sümer şiirinde şöyle denilmektedir:
“Eskiden yılanın olmadığı, akrebin bulunmadığı bir devir vardı, sırtlan yoktu, aslan yoktu, ne vahşi köpek vardı, ne de kurt, ne korku vardı ne de dehşet, insanın rakibi yoktu. Eskiden, Şabur ve Hauzi ülkelerini, Bunca dilin konuşulduğu Sümer’in, tanrısal yasalı büyük prens ülkesinin, Uri’nin, gerekli her şeyi sağlamış ülkenin, güvenlik içinde dinlenen Martu ülkesinin, bütün evrenin, birlik içindeki halkların Enlil’e tek bir dilde saygı duydukları bir devir vardı.”
Anılan Sümer şiirinde dile gelen anlayış, Uzak Doğu’da Leo Tzu tarafından kurulan Taoculuğun kuramsal boyutunun geliştirilmesinde etkin bir işlev yüklendiği anlaşılan Chang Tzu’nun dilinde şöyle ifadelendirilir:
“İnsanlar kumaş dokuyup giysi dikerlerdi, tarla sürüp ekmek yaparlardı kendilerine. Yaşamlarıyla uyum içindeydiler. Birlikteydiler; ne sınıflar, rütbeler vardı ne de düşman gruplar. Doğal bir huzur vardı her yerde. Bu yüce Te’nin her yerde egemen olduğu bir dönemdi… Tüm canlılar barışık yaşardı yan yana ülkelerinde… İyi ile kötüyü bilmezdi kimse o zamanlar”
İnsanın yaşadığı dönemden duyduğu rahatsızlığı ve geleceğinden duyduğu endişeyi, bir altın çağ mitiyle, yada geçmişte kaldığına inanılan ve tanrısal bir niteliğe büründürülen bir mite yeniden varlık kazandırmakla aşmaya kalkışmayı denediği izlenimini doğuran ve insanın anısallığının tipik bir ürünü olan söz konusu anlayışın izlerine Eski Mısır şiirlerinde ve ussalcı geleneğin filizlenmeye başladığı Eski Yunanlı düşünürlerde de rastlamak olasıdır. Nitekim ünlü filozof Empedokles’in şöyle dediği aktarılmaktadır:
“Vardı onlar arasında üstün bilgili bir kişi, en büyük düşünce hazinesine sahip olan, her türlü bilgece işlerden en çok anlayan. Uzanınca yukarıya zekasının bütün gücüyle kolayca görüyordu bütün varolanların her birini, insanların onuncu ve yirminci göbeğine kadar.”
Tektanrılı dinler de, erken dönem kültürlerde ‘altın çağ’ mitiyle karşımıza çıkan aynıg eleneğe yer yer göndermeler yapmışlardır. Sözgelimi, tüm tek tanrılı dinlerde gündeme gelen cennetten kovuluş ya da cennetten düşüş miti ve genel olarak insanın önüne kendisinden düştüğü cennete kavuşma ereğinin konulması, idealize edilmiş geçmişin geleceğe yansıtılmasının ilginç örnekleri arasındadır. Önce Yahudi sonra Hıristiyan geleneğinde karşımıza çıkan ve İslam geleneğinde de yankı uyandıran, ‘mesihlik ve mehdilik’ anlayışının dayandığı bilgikuramsal ve varlıkbilimsel temel de aslında geleceği geçmişte arayan ve altın çağa gönderme yapan mitin ilginç görünümlerinden birisidir. Zira ne mesihin ne de mehdinin temel ereği, bir yenilik ortaya koymaktır. Aksine onlar, geçmişte kalan ideal toplumsal düzeni yeniden yaşama geçirme arzusunu simgelemektedirler. Yine İslam peygamberi Hz. Muhammed’in, çok tanrıcı Arap toplumu için devrimci bir niteliği olan tektanrıcı anlayışı yerleştirmeye çalışırken, bu öğretinin ve dile getirdiği tüm toplumsal yeniliklerin ilk insan ve ilk peygamber olduğu söylenen Hz. Adem’den itibaren savunulduğunu söylemesi ve tarihsel sürecin bu inançtan sapmalar meydana getirdiğini ve kendi işlevinin sapmaları giderip ilk düşünüşe, yani öze dönmekle sınırlı olduğunu ifade etmesi, Fazlur Rahman’ın deyişiyle ‘peygamberliğin bölünmezliği öğretisini’ dillendirmesi, en azından dayanakları açısından, bir şekilde ‘altın çağ’ mitine gönderme yapmaktadır.
Batı Felsefesinde Altın Çağ Mitinin Aşılması:
Rönesans ve Aydınlanma
Aynı motifin,özü yada altın çağı, farklı bir toplumsal bağlama ve ideale yerleştirmekle birlikte, kurtuluşu geride kalan Eski Yunan felsefe geleneğine dönmekte gören Rönesans hareketinde de görmek olasıdır. Zira Rönesans hareketi, Eski Yunan felsefesini yeniden canlandırmayı ifade etmekte ve ortaçağın, Agistunus’un elinde Hıristiyanlaştırdığı Aristoteles’i ve St. Thomas’ın dizgelerinde kendine yabancılaştırdığı ve Hıristiyan bir kimliğe büründürdüğü Platon’u arındırmak, daha da önemlisi insan düşüncesini Tanrı odaklı katı Hıristiyan geleneğinden kurtarıp, Eski Yunanı düşüncesini seküler bir öz olarak mitleştirmeyi, onun çoğulcu düşüncesini yeniden canlandırmayı amaçladığı görülmektedir. Yine demokratik açılımın öncü bir filozofu olarak görebileceğimiz J. J. Rousseau’nun, döneminde gözlemlediği toplumsal eşitsizliğe duyduğu tepkiyi dile getirmek için seçtiği ve Voltair’a ‘insan yapıtınızı okuyunca, dört ayak üzerinde durası geliyor’ dedirten ‘yapıntısal doğal haldeki ilk insan miti’de aynı anlayışın tipik bir uzantısıdır. Ancak Rönesans ve J.J. Rousseau’da dile gelen mit, önceki altın çağ mitlerinde olduğu gibi tanrısal bir mit değil, ilintili ve koşullu olan seküler bir mittir ve bu anlamda Batı düşünce geleneğinde cidd ibir dönüşümü simgelemektedir.
Batı düşünce geleneği, Rönesans’la birlikte pekişen kuşkucu dünya görüşünün bir ürünü olarak, seküler bir mit olarak nitelendirebileceğimiz Eski Yunan’a dayanarak, tanrı odaklı mitlerin egemenliğini kırmaya başlamış, Aydınlanmayla birlikte insan düşüncesini dayandırdığı koşullu ama nesnel zeminle, insanlık tarihinin geriden güç almakla birlikte ileriye doğru koşan, Monteigne ve Descartes gibi düşünürlerde dile gelen kuşkucu zihniyeti elinden bırakmayan bir hareket olduğu düşüncesini yaygınlaştırmayı başarmıştır. Kuşkusuz bu başarıda, seküler bir temele oturtulan insan düşüncesinin, tanrı odaklı saltıkçı altın çağ mitlerini yavaş yavaş saf dışı etmesi, Aydınlanmanın öncü bilim insanları Kopernik, Buruno, Kepler, Galileo ve Newton’un oluşturdukları düşünsel devrimler ve bu devrimlere dayanarak bilimin önemini kavrayan ve tarihin cizgisel yada diyalektik çelişkilerle ilerlediğini savlayan, Condorcet, Kant, Marks, Comte vb. filozof ve düşün insanlarının önemli bir rolü olmuştur. Böylelikle Batı felsefesi, bilgi ve değeri öze yada altın çağa dönüşte, bir diğer deyişle geçmişte arayan ve onları saltıklaştıran paradigmayı tarihin tozlu sayfalarına gömmeyi başarmış ve geleceğin geçmişte değil, yine geleceği hazırlayan bugünkü ve gelecekteki öznelerde olduğunu ve buna ulaşmanın aracının ise kuşku olduğunu savlayan bilim insanı ve filozofları öncüleştirmeyi başarmıştır. Bu ideal olanın geçmişte kaldığını savunan, her şeyi tanrısallaştıran ve dolayısıyla Tanrı’nın özne olarak görüldüğü paradigmanın iflası ve insanı özneleştiren yeni dönemin muştucusu olmuştur. Bu başarı, Batı felsefesinde, Tanrı odaklı mitlere gönderme yapan saltık tanrı merkezli paradigma yerine, kuşkucu ve sınırlarının farkında olan seküler nitelikli paradigmayı yerleştirmeyi olanaklı kılmıştır. Oysa Doğu’nun (İslam dünyası) aynı şeyi başardığını söylemek pek olası gözükmemektedir. Doğu bunu neden başaramamıştır?
Kanımızca anılan sorular araştırmaya değerdir; zira Doğulu kalıtların önemli bir yer tutuğu saltıkçı düşünsel geleneğimizi anlamak için kimi ip uçları verici niteliktedir. Bu yüzden üzerinde durulmayı, çözümlenmeyi ve eleştirel bir bakış açısıyla ele alınmayı hak etmektedirler.
Doğu (İslam) Felsefesinin Altın Çağ Miti:
Öze Dönüş
Gelin çözümlememize, Doğu toplumlarının benimsediği öze dönüşü savunan saltıkçı temel toplumsal mitleri saptamak ve Doğunun koşullu seküler bir mit bulmada neden başarısız olduğunu göstermekle işe başlayalım.
“Doğu (İslam) toplumlarının kendilerine hareket noktası olarak seçtikleri mit, Tanrı odaklı bir mittir ve en güçlü ifadesini İslam dinsel bildirilerinde bulur. Bu mit, dinsel bir zeminde, geçmiş düşünce geleneğinden esin alınarak Hz. Muhammed aracılığıile oluşturulmuş ve ilk insandan bu yana her şeyi Tanrı odaklı bir pencereden görmeye çalışmış ve her şeyi saltıklaştırmıştır. Bu yüzden, insanlık tarihi bütünüyle tanrısallaştırılmış bir tarihtir ve bu tarih ilintililik ve koşulluluğu imleyen seküler hiçbir şeye yer vermez. Daha da ileriye giderek, uygarlığın tüm kazanımlarını tanrısal öğretime ve peygamberlere dayandırılır. Söz gelimi, insana konuşmayı, okumayı, yazmayı, zanaatları, vb.Tanrı öğretmiştir. Bu Tanrı odaklı mit, bilgi ve değerin insansal değil, tanrısal bir zemine dayandığını savunur ve tarihin ve uygarlığın yapıcı öznesinin insan değil Tanrı olduğunu söyler. Anılan mite göre, her şeyin en yetkin biçimi, Tanrı’nın son iletisini ortaya koyan Hz. Muhammed’le birlikte sonul evrimine ulaşmıştır ve en güçlü bireysel ve toplumsal yansımasını Hz. Muhammed dönemi ve seçkin halifeler (hulefa-i raşidin) döneminde vermiştir. Bu yüzden o dönemler altın çağlardır. Hz. Muhammed ve seçkin halifeler dönemi, türedi bir dönem değildir; bu bir yönüyle Tanrı’nın yönlendirdiği bir tarihsel evrimin, diğer yönüyle de, ilk insan ve ilk peygamberden beri dile gelen özün açımlanarak yetkinleşmesinin bir ürünüdür; bu yüzden de asrı saadet yani mutluluk çağıdır. Şu halde, yenilik kavramı, ne bir reform ne de özü aşan değişim hareketidir; asıl yenilik, tecdid (yenileştirme) yada ihya (yeniden canlandırma) kavramları ile nitelenebilir. Tecdid, Tanrı kökenli saltıklaştırılmış altın çağa gönderme yapan ata geleneklerinin yeniden canlandırılması, ihya ise, aynı saltık geleneğin ya da altın çağın yeniden diriltilmesidir. Orijinal anlamda koşulluluğu ve ilintililiği içeren yenilik bidat demektir ve bir anlamda saltık özden ve altın çağın örnekliğinden sapmak demektir.”