Doğu ve Batı Felsfesinde Altın Çağ Mitleri - 2

Hz. Muhammed’den sonra İslam toplumlarının, fetih ve çeviri hareketleri ile birlikte Eski Yunan felsefe geleneğiyle karşılaşmaları, anılan Tanrı odaklı altın çağa gönderme yapan savları değiştirmemiş; aksine, Eski Yunan düşün mirası anılan savların oluşturduğu saltıkçı bir paradigmayla algılanmıştır. Bu yüzden, Batıda Rönesans’ta olduğu gibi Doğu’da hiçbir zaman Eski Yunan koşullu ve ilintili seküler temelleri ışığında kavranılamamıştır. Bunun görebildiğimiz kadarıyla iki temel nedeni vardır:  İlki, Hz. Muhammed’den esin alan ve İslam dinsel bildirilerini Tanrı odaklı bir düşünsel çerçevede yorumlayan paradigma; ikincisi ise, Müslümanların, Eski Yunan felsefesiyle doğrudan değil, Süryaniler aracılığıile karşılaşmalarıdır.

Bilindiği gibi, Helenistik felsefe ile birlikte Eski Yunanın felsefesinin seküler temelinin Tanrı odaklı bir anlayışla örtülmeye çalışıldığı, Philon ile daha çok Yahudiliğe, Origenes ve Cleament gibi düşünürler aracılıyla da Hıristiyanlığa yaklaştırıldığı ve tanrısallaştırıldığı bilinmektedir. Doğrudan Eski Yunan düşünürlerinin yapıtlarıyla temas kurmada zorlanan İslam düşünürleri, altın çağa gönderme yapan ve geleceği geçmişte arayan, her şeyi tanrısallaştıran düşün gelenekleri sonucu, Eski Yunanlı filozofları peygamberleştirmekte yada onların düşüncelerinin kaynağının peygamber olduklarını söylemekte bir sakınca görmemişlerdir. Bu  yüzden İslam düşünürleri, düşün geleneklerinde Eski Yunan düşünce mirasına yer vermekle birlikte, onların düşüncelerinin koşulluluk ve ilintililiği gündeme getiren seküler niteliğini hiçbir zaman görememişlerdir. Bu yargı, kimilerince Doğu (İslam) düşüncesinde seküler düşüncenin öncüleri olarak gösterilmek istenen Kindî, Fârâbî, Bîrûnî, İbn Sînâ, İbn Rüşt ve hatta İbn Haldûn için bile geçerlidir.


Altın Çağa Ya Da Öze Dönüş Miti: 

Doğu (İslam) Felsefesindeki İz Düşümler 

İslam peygamberince öz olarak ifade edilen ve İslam düşünürlerince geliştirilen Tanrı odaklı altın çağ miti, Yeni Platoncu  anlayış ile  İslam dinsel bildirilerinde savunulan anlayışları kaynaştırmayı deneyen İslam felsefesinde, birbiriyle ilintili dört önemli sonuç doğurmuştur. Bu sonuçlar şunlardır:

1- Bütün geçmiş düşünürler İslam felsefesi üzerinde araştırmalarıyla ünlü Henry Corbin’ın da işaret ettiği gibi peygamber olarak görülmüş yada onlardan beslendikleri varsayılmıştır. Nitekim döneminin düşünce tarihçileri ve filozofları olarak görebileceğimiz Ihvân es-Safâ, Şehristânî, Endülüslü İbn es-Sa’id, İbn en-Nedîm, Ebû Hâtimer-Râzî vb.düşünürler Thales, Aneksimendros, Pisagor, Sokrates, Platon gibi Eski Yunan düşünürlerinin İslam dinsel bildirilerinde adları geçmemekle birlikte peygamber olabileceklerini yada en azından peygamberlerden esinlendiklerini belirtmişlerdir. Nitekim ünlü filozofu Amirî bilgi ve hikmetin peygamberlerle nasıl ilişkilendirildiğini şöyle ifadelendirmektedir:

“Ant olsun ki biz Lokman’a hikmet verdik (Lokman,12) ayeti gereğince hikmetle nitelendirilen ilk kişi Lokman hekimdir. O peygamber Davud zamanında yaşamış ve sürekli olarak Şam bölgesinde oturmuştur. Aktarıldığına göre, Yunanlı filozof Empedokles, onun yanına gider gelirmiş; bu nedenle hikmeti ondan öğrenmiştir… Lokman hekimle olan arkadaşlığı yüzünden Yunanlılar onu bilge olarak kabul etmişler ve ilk bilge olarak onu görmüşlerdir… Bilgelikle nitelendirilenlerin bir diğeri Pisagor’dur; onun bilgelikle nitelendirilme nedeni ise, Davud’un oğlu Süleyman’ın öğrencileri Şam bölgesinden Mısır’a gidince onlarla görüşme olanağı bulmuştur. Bu görüşmeden önce Mısırlılardan geometri öğrenmiş, ardından Süleyman’ın öğrencilerinden fizik ve metafizik öğrenmiştir. Bu üç bilimi, Yunanistana  götürmüş,..  bu bilimleri peygamberlik kandilinden yararlanarak geliştirdiğini ileri sürmüştür…Pisagor’dan sonra bilgelikle nitelendirilen Sokrates, felsefeyi Pisagor’dan almış ve felsefe disiplinlerinden yalnız metafizikle yetinmiştir. … Socrates’ten sonra Platon bilgelikle nitelendirilmiştir;… Sokrates’in yolundan giderek o da felsefeyi Pisagor’dan almıştır… Platon’dan sonra bilgelikle nitelendirilen kişi Aristoteles’tir… Felsefe öğrenmek üzre yirmi yıla yakın Platon’un yanında yer aldı… Bu beş kişi bilgelikle anılmış, bunlardan sonra hiç kimseye bilge adı verilmemiştir.”

Anılan anlayışa dayanan Gazzâlî bile filozofların hakka yaklaşan düşüncelerinin peygamberlerden yada sufilerden esinlendiklerini söylemekte ve kimi bilimlerin varlığını peygamberliğin  kanıtı olarak göstermeye girişmektedir. Nitekim o, şöyle demektedir:

“Onun (peygamberlik) olurlu olduğunun kanıtı, var oluşudur; var oluşunun kanıtı ise, tıp ve astronomi bilimi gibi, evrende akılla elde edinilmesi düşünülemeyen, bilgilerin varlığıdır.Anılan bu iki bilimde araştırma yapan kimse, bunların ancak, vahiy ve tanrısal yardımla idrak edilebileceğini zorunlu olarak bilir. Bu bilimlerin deneyimle elde edilmesi imkansızdır. Yıldızlarla ilgili öyle olaylar vardır ki, bin senede bir meydana gelir. Şu halde, bu deneyimle nasıl elde edilsin? İlaçların özellikleri de öyledir. İşte bu uslamlama ile anlaşılmıştır ki, aklın idrak edemeyeceği, (deneyimle elde edilemeyen) bu şeylerin anlaşılmasında, bir yolun olması imkan dahilindedir. Buda peygamberlikle kastedilen vahiy yoludur.”

Hemen tüm İslam düşünürlerinde karşımıza çıkan Amirî ve Gazzâlî örnekliğinde ortaya koyduğumuz anılan savı, bilgikuramsal açıdan insanın orijinal bir düşünce ortaya koyamayacağı, tüm bilimlerin orijininin Tanrı tarafından kurulduğunu savlamaktadır; bu düşünceye göre, insanın yapabileceği tek şey, tanrısal temelli ilk bilgileri esas alarak tümdengelim yöntemiyle yeni sonuçlamalara gitmektir. Ancak, İbn Sînâ’nın deyişiyle, ilk öncüllerden tümdengelim yöntemiyle sonuç çıkarmakda, tanrısal esini zorunlu kılmaktadır; çünkü onca insanın öncüllerden sonuç çıkarması, orta terimi bulmakla olasıdır; bu ise, tanrısal esinle (hads) mümkündür.

2- Filozofun bilgisi dindeki meleğin işleviyle donatılan etkin akıl kanalıyla tanrısal bir temele oturtulmuş ve filozofla peygamberin beslendiği kaynak aynıs ayılmıştır. Bu konuda, Ihvân es-Sâfâ, Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ, Gazzâlî ve İbn Haldûn aynı kanıdadır; zira onlarca, tıpkı Platon’da olduğu gibi duyuların verdiği bilgi tikel bir bilgidir ve gerçeği yansıtmamaktadır, asıl bilgi tümellerin bilgisidir ve bu da akılda, aklı, etkin akıl aydınlattığında ortaya çıkar. Söz gelimi, Aristoteles’ten esinlenerek etkin aklı güneşe benzeten Fârâbî şöyle demektedir:

“İnsanda etkin aklın yeri, göz karşısında güneşin konumuna benzer. Nasıl güneş, göze ışık verir ve bu ışık sayesinde, gizil halde görücü iken eylemsel olarak görücü hale gelirken… tıpkı bunun gibi, etkin akıl da insana düşünme gücünde tasarladığı bir şeyi kazandırır. İşte etkin aklın düşünen neftse gördüğü iş, ışığın görme olgusunun gerçekleşmesi sırasında gördüğü ışığa benzer.“

3- Peygamberle aynı kaynaktan beslendiğine inanılan geçmiş filozoflar ve görüşleri tartışmasız saltık gerçeklik sayılmıştır. Bu  anlayış,  İslam düşünürlerinin Eski Yunanlı düşünürlerin tanrısallaştırmasına zemin hazırlamıştır. Bu nedenle, söz gelimi Fârâbî, Aristo ve Platon’un görüşlerini uzlaştırmayı denediği yapıtına ‘Kitâb el-Cem Beyn er-Re’yeyy el-Hakîmeynel-Eflâtûn el-İlâhî ve Aristûtâlîs’ adını vermiştir. Kitabın adındaki ‘el-İlâhi’ nitelemesi, onun Eski Yunanlı filozofları, özellikle Platon’u nasıl tanrısallaştırdığının ve saltıklaştırdığının tipik bir örneğidir.

4- Filozofun peygamberle aynı kaynaktan gelen bilgisi, özde peygamberlerin ortaya koydukları ürünün bir yorumu sayılmıştır. Bu nedenle her türden bilgi ve değerin orijininin geçmişte yer aldığı düşüncesi benimsenmiştir. Hemen her düşünürde karşılaştığımız ve ‘şu an sahip olduğumuz bilgiler geçmiştekilerin sahip oldukları bilgilerin kıt kalıntılarından başka bir şey değildir’ diye dillendirilen bu olgunun en nesnel anlatımını görmek için, çevirmenlik görevi de yapan İran asıllı ünlü filozof İbn el Mukaffa’ya kulak vermek yeterlidir:

“Bilginin hiçbir harfi ve hiçbir adı yoktur ki rivayet edilmemiş, öğrenilmemiş, geçmişteki bir öncünün söz veya yazısından alınmamış olsun. Bu da şunu gösterir: İnsanlar bilginin temellerini ortaya koymamışlar, bilgisi onlara ancak (tanrısal kaynağa uzanan) bilgive hikmet sahibinden gelmiştir.“

İslam dünyasında anılan saltıkçı Tanrı odaklı paradigma o denli etkili olmuştur ki, Mevlana Mesnevî adlı yapıtının ilk bölümünde tüm bilgisini vahye (tanrısal esine) dayandırarak ‘Mesnevi Alemlerin Rabbinden inmedir; bâtıl ne önünden gelebilir ne ardından; Tanrı onu korur ve gözetir’ demiş; Ihvân es-Sâfâ’nın takipçisi olduğu izlenimini doğuran Gazzâlî’nin yolundan giden İbn Haldûn, kimi filozofların tanrısal temele dayanan bilgilere batıl (geçersiz) iddialarını kattıklarını; bu iddiaları ayıklamak için felsefe ile ilgilenenlerin, mutlaka şeriat (dinsel) bilimlerini ezberlemiş olmasını şart koşmuştur. Nitekim bu bağlamda o, şöyle demektedir:

1-2-3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP