Adalet, Suç ve Ceza Üzerine: Nietzsche - 1

Prof. Dr. SABRİ BÜYÜKDÜVENCİ


Bu çalışmada Nietzsche’nin adalet, suç ve ceza konusundaki temel argümanları, bu kavramların kökenive içerimleri vurgulanarak ele alınacaktır.

Batı Avrupa kültürü, Sokrates’ten başlayarak, amacı en zayıf insan tipini korumak olan varoluş ussallıkları oluşturmuştur. Bu oluşturulan ussallıklar, rasyoneller bu daha zayıf tipin yaşamın acı gerçeğinden korunmasına yardımcı olmuştur. Yaşamın onlar için değişmeyen tek anlamını güvenceye almak için de değişmeyen doğrular oluşturmuşlardır.

İşte bu ebedi gerçeklik yanılsaması ve bunu sürdürmeye çalışmak sonunda hem toplum hem de benlik için yıkıcı olmuştur. Platon, doğru dünyayı, idealar dünyasını duyulur dünyanın ilerisine, ötesine koyarak bunu yapmıştır. Bunun sonucu, yaşamın kendi kendini tanımaması, reddetmesi olmuştur. Ve bu da en çarpıcı biçimiyle tüm Hıristiyanlık felsefesidir. Kant da doğru dünyayı bir kategorik buyruk olarak kurtarmayı denemiştir (Sözer, 2000, s. 391-404).

Nietzsche’nin 19. yüzyıl Avrupa kültürü için yaptığı belirleme budur ve bu yozlaşma hastalığından onu kurtarmayı kendine bir görev bilmiştir.

Nietzsche’nin bu görev bildiğini şimdi sizlere O’nun ‘adalet, suç ve ceza’ kavramlarına yüklediği anlam çerçevesinde serimlemeye çalışacağım.

I- Konuşmamda bazı yinelemeler olacak. Ama konunun açıklık kazanabilmesi için bunu zorunlu görmekteyim. Son söyleyeceğimi bir başka biçimde baştan söylemek istiyorum; ‘İyinin ve Kötünün Ötesinde’ başlıklı yapıtında Nietzsche adaleti şöyle betimler; ‘’….doğa gibi bir varlığı düşünün, ölçüsüzce savuran, kayıtsız, amaçsız, acımasız ve adaletsiz, hem bereketli hem kısır bir güç olarak kayıtsızlığı düşünün… buna göre nasıl yaşayabilirdiniz? Yaşamak, kesinlikle doğadan başka bir şey olmayı istemek değil mi? Yaşamak, değerlendirmeyi, seçim yapmayı, haksız olmayı, sınırlı olmayı, farklı olmayı istemek değil mi?..’’ (Nietzsche, 1989, s.15)

Burada ilk tümcede doğa adaletsiz olarak betimleniyor. Son tümcede ise, adil olmama, doğaya karşıt olma olarak betimleniyor. Nietzsche’ye göre adalet, doğaya ait bir şey olmalı, insana ait değil… Bu ifadelere göre insan, yaşamakla, varoluşuyla adil değildir. İnsan yaşamı doğaya karşıttır. Doğaya karşıt olmadan yaşamak insan için olanaksızdır.

Şayet adalet saf haliyle doğaya ait bir şeyse, bunun insan dünyasına uygulanması olanaksızdır. Ya da insanlar arasındaki adalet doğal biçimiyle adalet olamaz. İnsan dünyasında adalet, insanın kendi dünyasına uyarlanmış ayrı bir kavramdır. Bu, adaletle ilgili temel sorunlardan biridir. İdeal, gerçek olanda mevcut olamaz. İnsana ideal olana saygı göstermesi öğretilir ama o gerçeklik alanında eylemek zorundadır.

Nietzsche, zalim kayıtsızlığından dolayı doğayı suçlasa da, doğadaki adaletin temelini bu oluşturur. Doğadaki kayıtsızlıkta bir tür eşitlik vardır; hiçbir ayrıcalık yoktur; iltimas yoktur; rüşvet, yolsuzluk yoktur (bunları ben ekledim).

İnsanda bu türden bir kayıtsızlığın, umursamazlığın olmayışı, adaletin doğal olandan gerçek olana aktarılmasını olanaksız kılar. İnsan doğası gereği, bencilliğinden dolayı kayıtsız kalamaz. Adalet, bu kayıtsızlık, umursamazlık konusundaki yeteneksizliğimizin tanınmasıdır. İnsanın bencil bir varlık olması nedeniyle, oluşturduğu adalet doğal adaletten daima farklı olacaktır; yalnızca farklıdır… Ben buna adaletin paradoksu diyorum…

Peki o zaman, olması mümkün olmayan nasıl mümkün oldu? Adaletsiz adalet nasıl gerçeklik kazandı? Konuşmamın konusunu da zaten bu oluşturuyor…

II- Nietzsche, ‘güç istenci’, ‘gücü isteme’ içgüdüsüne dayanarak, yaşama, dünyaya yeni bir bakış getirmeye çalışıyor. Tüm eylemlerimizin temelinde ‘güç istenci’, ‘gücü isteme’ dediği güdünün yer aldığını varsayıyor. Her canlı kendi gücünü çoğaltmaya, kendi dışındakilere gücünü dayatmaya çalışır. ‘Çocuk sahibi olmak ‘ da aslında kendimizden olanı çoğaltmak içindir. Beslenme de öyle; güçlenme istencinin bir sonucudur; güç istenci, içten dışa doğru yaşanan bir değişim. Güçlü varlık, kendine engel oluşturduğunu düşündüğü ‘zayıf’ı ele geçirir, kendinin kılar. “….bu dünya başı sonu olmayan bir enerji canavarıdır…Bu alem,gücü istemeden başka bir şey değildir.’’ der, Nietzsche (Nietzsche, 2002, 1067).

Organizmaların eylemlerinde, devinimlerinde esas olan bu güdü, dünyadaki değişimin de nedenidir. Tarih denen şey böyle ortaya çıkar. Birey, toplum ve devlet arasındaki ilişkiler de bu çerçevede görülmelidir. Bazı insanlar yaşamı geliştirebilecek, zenginleştirebilecek güce, ruh gücüne sahiptir; bazıları da (ki bunlar çoğunluktur) böyle bir güce sahip olmadıklarından kendi varlıklarını sürdürebilme olanağını, oluşu tıkamakta, durdurmakta bulur… Güçsüz, yetersiz, zayıf olduklarından mücadele edemezler. Tek yapabildikleri kendilerini bu mücadele alanından korumak, bu mücadeleyi durdurmaya çalışmaktır. Bu nedenle ‘farklı’ olana, kendisi olmayana ‘hayır’ der… Bu durum, eylem ilkelerini yaşamdan türeten güçlü insanların oluşturduğu değerleri değersizleştirir. Kendilerinden eylem ilkesi türetemeyen, yaşamı onaylayıp ona katılamayan bu insanlar, kendilerini ezen güçlü insanların tüm eylemlerini ‘değersiz’ olarak nitelendirir. Bu, ‘kötü’nün ortaya çıkışıdır. Aslında bu hıncın bir başka adıdır (Nietzsche, 2001, s.36-39; Nietzsche, 1989, s.195).

Ya da bu noktada şu soru gündeme geliyor; kölenin, sürünün ‘efendi’lere duyduğu hıncın, öfkenin, nefretin, kinin kaynağı nedir?


III- Nietzsche’ye göre insanı diğer hayvanlardan ayıran şey, söz verme ve sözünü tutma yetisidir. Bu yetinin ortaya çıkışı en ilkel toplumsal ilişki biçimi olan ‘borç veren’, ‘borçlu’ ilişkisiyle olmuştur. Bu beraberinde sorumlu tutabilmeyi getirmiştir. Sonuçta ‘söz verme hakkına sahip’ bir varlık ortaya çıkmıştır; geri ödemeyi bir ödev olarak, kendi içinde, imgesinde bir zorunluluk olarak duyması gerekmiştir; buna insana hissettirilen ve taşıtılan sorumluluk denebilir. Eylemlerimize egemen kılınan bu güdüye sonraları ‘vicdan’ denmiştir.

Verilen sözler bellek gücüyle geleceğe taşınır. Böylece sözün kalıcı olması sağlanır; bir başka deyişle, sözün kalıcılığını sağlamak için söz belleğe yakılır, kazınır… Böylece bellek, toplumsal varoluşun önkoşulu olur. Bellek aracılığıyla toplumsal bağları oluşturan kurallar gözlenir. İnsani toplum böylece olanaklı olur. Kalıcılığın bir yolu da acı’dır; acı, zevkten daima daha kalıcıdır… Ortaçağdaki işkenceler bunun bir aracıydı; insana, tanrıya verdiği sözleri, yeminleri hatırlatıyordu… Bugün yasal cezalarla varlığını sürdürüyor; insana, yurttaşlarına, topluma, devlete verdiği sözleri anımsatıyor…

İşte bu borçlu ve alacaklı ilişkisinin sağlam bir temele oturtulmasının bir yolu olarak oluşturulan şeydir ‘adalet’. Bu adalet anlayışının temelinde, borçlunun verdiği sözden, yaptığı sözleşmeden, kabul ettiği sorumluluktan saptığı için cezayı hak ettiği düşüncesi yer alır. Buradaki sorun, adaleti sağlayacak cezanın ne olacağı sorunudur. Bu ilk ilkel ilişki biçimi, alıcı/satıcı, borçlu/alacaklı ilişkisi, aynı zamanda insanın insanla ilk kez yüz yüze gelmesidir. Fiyatı belirlemek, değerini saptamak, karşılığını oluşturmak, mübadele etmek, tüm bunlar ilkel insanı meşgul eden şeylerdi; düşünme biçimini de bu belirlemiştir. Böylece insan kendini tartan ve ölçen bir varlık olarak görmüştür.

1 - 2 - 3

1 Yorum

4 Aralık 2014 18:36  

doğa gibi bir varlığı düşünün, ölçüsüzce savuran, kayıtsız, amaçsız, acımasız ve adaletsiz, hem bereketli hem kısır bir güç olarak kayıtsızlığı düşünün… buna göre nasıl yaşayabilirdiniz? Yaşamak, kesinlikle doğadan başka bir şey olmayı istemek değil mi? Yaşamak, değerlendirmeyi, seçim yapmayı, haksız olmayı, sınırlı olmayı, farklı olmayı istemek değil mi?.."

Bu sözleri yanlış anlamışsınız. Doğa ile yaşamın arasındaki farkı anlatıyor orada. Doğanın kayıtsız olduğunu, hayatın ise seçim yapmak zorunda olduğunu.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP