Adalet, Suç ve Ceza Üzerine: Nietzsche - 2
|
Bu ilkel borç veren borçluyu borcunu ödemeye zorlamıştır. Aslında borçlu açısından karşılıksız, bedava bir şey elde etmek yanlış değildi. Çünkü her yaşayan canlının olağan davranışıydı… Nietzsche, ‘her zararın bir karşılığı olduğu’ düşüncesinin, borçlunun, suçlunun ancak acı çekmesi yoluyla zararın karşılanabileceği düşüncesine dönüşmesini, insanın gizemli ve anlaşılmaz yanına bağlar… ‘Zulüm olmadan şenlik olmaz… cezada şenlikli o kadar şey var ki…’ der Nietzsche… Kısaca, bu ilkel ilişki biçimi beraberinde şu düşünceyi de türetmiştir; her şeyin bir değeri vardır; her şey için ödeme yapılabilir. İşte bu, adaletin en eski ve en saf ahlak yasasıdır…
IV- Uygarlığın ilk düzeylerindeki biçimiyle ceza, ya da ceza yoluyla gerçekleştirilen adalet, zarardan doğan hıncın, öfkenin yatıştırılma aracıdır. Bu yönüyle ‘adalet’ adı altında yapılan şey, bir tür ‘intikam’ almaktır; görülen zarar ölçüsünde, bazen de ötesinde… İlkel düzeyde adalet anlayışının tüm iç yapısı bundan ibarettir.
Bu ilk ilişki biçimi, toplum ile üyeleri arasında da geçerlidir. Borç veren toplumdur; bireyi kabul ederek, onu zarar ve düşmanlıklardan koruyarak… Ama birey görevini yerine getirmediğinde bu yapıdan çıkarılması gerekir. Bireyin değeri, görevini ne ölçüde yerine getirip getirmediğine göre belirlenir. Bu bir tür çıkar ilişkisidir. Bu ilişki koparsa toplum hayal kırıklığına uğrar ve her tür şiddeti uygulayabilir…
Adalet mekanizması devletin eline geçtiğinde, değerlerin yeniden değerlendirilmesi gündeme gelmiştir. Bireyin yerine getiremediği görevleri yapacak başka bireyler vardı. Devlete zararlı gelen, pahalıya mal olan şeylere ‘yanlış’ denerek cezanın orijinal amacı belirsizleşti ve unutuldu; borçları ayarlayan, düzenleyen bir araç olarak yola çıkarken, ahlaki kavramları dayatan, uygulayan bir araca dönüştü. Toplumun gücü ve kendine güveni arttıkça ceza hukuku da daha ılımlı bir yapı kazandı. Nietzsche buna ‘adaletin alt edilmesi’ der.
“her şeyin bir karşılığı vardır, o halde her şey geri ödenmelidir’’ anlayışıyla yola çıkan adalet, borçlarını ödeyemeyecek olanların görmezden gelinmesi, serbest bırakılması, borçların silinmesi sonucuna ulaştı. Adalet, her güzel şey gibi, kendisinin alt edilmesiyle son buldu… Adaletin bu alt edilişi… herkes buna verilen şu güzel adı bilir- merhamet’’ (Nietzsche, 2001, s. 72-75).
Şimdi, buraya değin söylenenlerden adaletin kaynağının hınç duygusu olduğu gibi bir sonuç çıkıyor. Ceza da hınç duyan insanların tepkilerini yatıştırmaya yarıyor. Nietzsche, bu konuda şunları söyler; “…nerede adalet uygulanıyor ve savunuluyorsa orada daha kuvvetli bir gücün kendi altında bulunan daha zayıf güçler arasındaki anlamsız hınç kaynaklı kavgalarına son vermek için bir araç aradığını görüyoruz… Yani kendi açılarından neye izin verilip neyin hak sayıldığının, neyin yasaklanıp suç sayıldığının buyurucu biçimde beyan edilmesidir…’’(a.g.e., s.73).
O halde kaynak, denetimsiz ve biçimsiz bir kalabalığın anlamlı bir biçime sokulmasını isteyen ve bunun için şiddete başvurmaktan kaçınmayan efendiler, ‘sarışın yırtıcı hayvanlardır’…
V- Nietzsche’ye göre ‘insan’, bir yarı-hayvandır. Bu yarı-hayvanın insanlaşması, uysallaşması, uygarlaşması, evcilleşmesi efendilerin onları tahakküm altına almasıyla ortaya çıkar. Bu durum, bu varlığı, temelde ‘gücünü boşaltmak’ üzerine kurulu doğasından uzaklaştırmış, kendine yabancı bir varlık haline getirmiştir. Böylece insan, doğasından kaynaklanan her eylemden ‘suçluluk’ duymaya başlamıştır.
Daha zayıf güçler arasındaki çatışmalara son vermek, onlara birlik ve düzenlik getirmek için yola çıkan efendilerin yarattığı insan topluluğu, vicdan, sorumluluk, suç, ceza yoluyla kendi doğallığından çıkarılıp, kendine yabancı bir hale getirilmiştir. Böylece insan, bu baskı altında ‘suçun bilincine’ varmış, suç bilinci de beraberinde ‘vicdan azabı’nı getirmiştir (a.g.e., s.82-84).
Yasaklar ve cezalar nedeniyle kendini dışa vuramayan içgüdüler, bu kez kendi içine yönelmiştir. Yarı-hayvanın düşmanlıktan, zulümden, saldırmadan, değişim ve yıkımdan aldığı haz, bu yarı-hayvan insanlaşınca, bu kez bu içgüdülere sahip olanlara yönelmiştir. Eylemlerinin kaynağını hınçta bulan varlıklar haline gelmişlerdir. Efendiler, bu hıncın nesnesi olmuştur.
Hıristiyanlık da aynı şeyi yapmıştır; yüksek tip insana karşı ölümüne savaş vermiştir; bu tipin tüm temel içgüdülerini yasaklamış, bastırmıştır… Tüm zayıfların, düşkünlerin, nasibi kıtların yanında yer almıştır (Nietzsche, 1995, s. 15-16). Köleliğe yazgılı olanlara kurtuluş umudu sunmuştur; onların efendilerine yönelik istemlerine ‘tanrı buyruğu’ diyerek meşruluk kazandırmıştır. Böylece toplumun çürümüş, yaşam içgüdülerini yitirmiş, bu yaşamdan, bu dünyadan kaçış için kurtarıcı bekleyen yozlaşmış, tükenmiş bireylerini kendi çatısı altında toplamıştır. Bu yönüyle Hıristiyanlık bir hınç, öfke dinidir; onun aracılığıyla ezilmişler, nasipsizler yaşamdan ve efendilerden intikam alır (a.g.e., s. 28-33).
IV- Uygarlığın ilk düzeylerindeki biçimiyle ceza, ya da ceza yoluyla gerçekleştirilen adalet, zarardan doğan hıncın, öfkenin yatıştırılma aracıdır. Bu yönüyle ‘adalet’ adı altında yapılan şey, bir tür ‘intikam’ almaktır; görülen zarar ölçüsünde, bazen de ötesinde… İlkel düzeyde adalet anlayışının tüm iç yapısı bundan ibarettir.
Bu ilk ilişki biçimi, toplum ile üyeleri arasında da geçerlidir. Borç veren toplumdur; bireyi kabul ederek, onu zarar ve düşmanlıklardan koruyarak… Ama birey görevini yerine getirmediğinde bu yapıdan çıkarılması gerekir. Bireyin değeri, görevini ne ölçüde yerine getirip getirmediğine göre belirlenir. Bu bir tür çıkar ilişkisidir. Bu ilişki koparsa toplum hayal kırıklığına uğrar ve her tür şiddeti uygulayabilir…
Adalet mekanizması devletin eline geçtiğinde, değerlerin yeniden değerlendirilmesi gündeme gelmiştir. Bireyin yerine getiremediği görevleri yapacak başka bireyler vardı. Devlete zararlı gelen, pahalıya mal olan şeylere ‘yanlış’ denerek cezanın orijinal amacı belirsizleşti ve unutuldu; borçları ayarlayan, düzenleyen bir araç olarak yola çıkarken, ahlaki kavramları dayatan, uygulayan bir araca dönüştü. Toplumun gücü ve kendine güveni arttıkça ceza hukuku da daha ılımlı bir yapı kazandı. Nietzsche buna ‘adaletin alt edilmesi’ der.
“her şeyin bir karşılığı vardır, o halde her şey geri ödenmelidir’’ anlayışıyla yola çıkan adalet, borçlarını ödeyemeyecek olanların görmezden gelinmesi, serbest bırakılması, borçların silinmesi sonucuna ulaştı. Adalet, her güzel şey gibi, kendisinin alt edilmesiyle son buldu… Adaletin bu alt edilişi… herkes buna verilen şu güzel adı bilir- merhamet’’ (Nietzsche, 2001, s. 72-75).
Şimdi, buraya değin söylenenlerden adaletin kaynağının hınç duygusu olduğu gibi bir sonuç çıkıyor. Ceza da hınç duyan insanların tepkilerini yatıştırmaya yarıyor. Nietzsche, bu konuda şunları söyler; “…nerede adalet uygulanıyor ve savunuluyorsa orada daha kuvvetli bir gücün kendi altında bulunan daha zayıf güçler arasındaki anlamsız hınç kaynaklı kavgalarına son vermek için bir araç aradığını görüyoruz… Yani kendi açılarından neye izin verilip neyin hak sayıldığının, neyin yasaklanıp suç sayıldığının buyurucu biçimde beyan edilmesidir…’’(a.g.e., s.73).
O halde kaynak, denetimsiz ve biçimsiz bir kalabalığın anlamlı bir biçime sokulmasını isteyen ve bunun için şiddete başvurmaktan kaçınmayan efendiler, ‘sarışın yırtıcı hayvanlardır’…
V- Nietzsche’ye göre ‘insan’, bir yarı-hayvandır. Bu yarı-hayvanın insanlaşması, uysallaşması, uygarlaşması, evcilleşmesi efendilerin onları tahakküm altına almasıyla ortaya çıkar. Bu durum, bu varlığı, temelde ‘gücünü boşaltmak’ üzerine kurulu doğasından uzaklaştırmış, kendine yabancı bir varlık haline getirmiştir. Böylece insan, doğasından kaynaklanan her eylemden ‘suçluluk’ duymaya başlamıştır.
Daha zayıf güçler arasındaki çatışmalara son vermek, onlara birlik ve düzenlik getirmek için yola çıkan efendilerin yarattığı insan topluluğu, vicdan, sorumluluk, suç, ceza yoluyla kendi doğallığından çıkarılıp, kendine yabancı bir hale getirilmiştir. Böylece insan, bu baskı altında ‘suçun bilincine’ varmış, suç bilinci de beraberinde ‘vicdan azabı’nı getirmiştir (a.g.e., s.82-84).
Yasaklar ve cezalar nedeniyle kendini dışa vuramayan içgüdüler, bu kez kendi içine yönelmiştir. Yarı-hayvanın düşmanlıktan, zulümden, saldırmadan, değişim ve yıkımdan aldığı haz, bu yarı-hayvan insanlaşınca, bu kez bu içgüdülere sahip olanlara yönelmiştir. Eylemlerinin kaynağını hınçta bulan varlıklar haline gelmişlerdir. Efendiler, bu hıncın nesnesi olmuştur.
Hıristiyanlık da aynı şeyi yapmıştır; yüksek tip insana karşı ölümüne savaş vermiştir; bu tipin tüm temel içgüdülerini yasaklamış, bastırmıştır… Tüm zayıfların, düşkünlerin, nasibi kıtların yanında yer almıştır (Nietzsche, 1995, s. 15-16). Köleliğe yazgılı olanlara kurtuluş umudu sunmuştur; onların efendilerine yönelik istemlerine ‘tanrı buyruğu’ diyerek meşruluk kazandırmıştır. Böylece toplumun çürümüş, yaşam içgüdülerini yitirmiş, bu yaşamdan, bu dünyadan kaçış için kurtarıcı bekleyen yozlaşmış, tükenmiş bireylerini kendi çatısı altında toplamıştır. Bu yönüyle Hıristiyanlık bir hınç, öfke dinidir; onun aracılığıyla ezilmişler, nasipsizler yaşamdan ve efendilerden intikam alır (a.g.e., s. 28-33).