Felsefe Açısından Dil - 1
|
Prof.Dr. Bedia Akarsu
Dile felsefe açısından bakınca karşımıza iki önemli ve birbirine bağlı kavram çıkıyor. İlkin toplumumuz için de önemli olan bu kavramlar üzerinde durmak, felsefe nedir, ne anlıyoruz felsefe derken; dil nedir, görevi kültürdeki yeri nedir gibi soruları ele almak istiyorum. Sonra da bu ikisinin bağlantısını, ayrıca başka alanlarla ve başka sorunlarla ilişkisini, son olarak da eğitim sisteminde dilin ve felsefenin yerinin ne olduğunu belirtmeye çalışacağım.
Önce doğanın evriminde yeni bir katman olarak ortaya çıkan insanın, kendisini hayvanlardan ayıran ve insanı insan yapan en önemli öğe olan dil üzerinde durmak istiyorum. Dil derken bir iletişim aracı olarak ele alınan dili kastetmediğimi hemen söylemeliyim. Çünkü bir işaretleşme aracı olarak, bir iletişim aracı olarak dil hayvanlarda da var. Bundan 5055 yıl önce İsviçre’li zoolog ve antropolog Adolf Portmann ontogenetik açıdan insanın özel yerini araştırdığı çalışmasında geliştirdiği bir antropoloji kuramı ile insan doğuşunun erken bir doğuş olduğunu öne sürmüştü. Bütün hayvanlar, bütün nitelikleriyle birlikte dünyaya gelirler. Yalnız insan kendine özgü niteliklerini doğuştan sonra bir yılın sonuna doğru kazanmaya başlar ve bu nitelikleri ancak sosyal çevrenin birlikte etkisi altında oluşur, bu sosyal çevrenin yardımı ve uyarıcılığı olmadan tam insan olmaya doğru gelişme başarılamaz. Bu nitelikler de: dik durma, dil ve düşünmedir. İlk yılın sonunda insan olmanın belirtileri biçim alır, bu ilk biçim alma da ancak toplumsal çevre içinde gerçekleşebilir, bu toplumsal çevre yöresinde dünyaya açılma, dünyayla ilişki kurmada gelişir. Buradan çıkan önemli sonuç: İnsanın toplumsal bir varlık olduğu ve insanın aynı zamanda tarihsel bir varlık olduğu ve bu iki durumun sıkı sıkıya birbirine bağlı olduğu ve dünyayla ilişki kurmayı dilin sağladığı, dünyayı kavramamızı dilin sağladığı. İnsan, dili bulmamıştır, doğuşunda vardır dil, ama yalnızca yatkınlık olarak. Toplum içinde elde edilir dil ve tarih içinde gelişir.
Bu dünyaya açılmayı, dünyayı dil aracılığıyla kavramayı felsefe tarihinde ilkin Herakleitos dile getirmiştir. Felsefenin öteki alanları dışında dil felsefesinin gelişmesinde ilk adımı atan önemli filozoftur Herakleitos. Yapıtlarından ancak fragment’ler kalmıştır. En önemli parça olan Fragment 1’de logos kavramı üzerinde durur. Şu kısa tümcesi dil felsefesi bakımından çok önemli: “İnsanlar onu anlamadılar, onu işitmeden önce...” Herakleitos karanlık yazan bir filozoftur, ancak burada anlamı açık: Gerçeği, söz haline gelmeden, başka deyişle dile dökmeden önce insanlar anlamadılar. Dil dünya ilişkisi bakımından çok önemli bir nokta bu.
Dünyaya açılma, dünyayla ilişki kurma insanı öteki canlı varlıklardan ayıran ve onu özgür kılan temel nitelik. İnsandan başka hiçbir canlı varlığın bu anlamda dili de yok. Çevresini aşabilen, çevresinin dışına çıkabilen, doğanın ve kendisinin bilincine varan hiçbir canlı varlık yok yeryüzünde. İnsan bu nitelikleriyle çevresini değiştirmiş, doğaya bir şeyler katmıştır. Doğaya kattıkları da bugün kültür dediğimiz şeyden başkası değil. İşte bu doğaya kattıkları binlerce yıl içinde oluşa oluşa bugüne dek gelmiş ve yarınlara gitmekte. İnsanın insan olması da, kendi yolunu kendisinin çizmesi de dili ile olmuştur.
Böylece bugünkü insanbilim ve dirimbilimdeki araştırmaların vardığı sonuçla felsefe tarihinde Herakleitos’tan beri ortaya atılmış, daha sonraları Herder ve Humboldt’la geliştirilmiş ve günümüze dek sürmüş olan dil üzerindeki görüşlerin doğrulanmış olduğunu görüyoruz. Dille kültür arasındaki bağlantıyı, dilin kültür olaylarına etkisini ve bunlar üzerindeki gücünü ilk gören Herder olmuştur. Bu görüşü daha ileri götüren de dil felsefesinin kurucusu W.Von Humboldt’tur. Humboldt “dil, olmuş bitmiş bir şey, bir ürün (ergon) değil, bir etkinliktir (energeia)” sözü ile dilin insan tarihinin başlıca yaratıcı güçlerinden biri olduğunu anlatmak istemiştir. Dilin bir iletişim aracı olduğunu ileri sürenlere karşı Humboldt dilin yalnızca yalın bir araç olmadığını, düşünceyi yaratan bir etkinlik olduğunu ileri sürmüştür. Dil olmasaydı, düşünme de olmazdı. Bunu somut olarak doğuştan kör, sağır ve dilsiz olan Elen Keller örneğinde görebiliriz: Elen Keller düşünmeye başlamasını, çevreyle bağlantı kurmasını şöyle anlatır yaşam öyküsünde: Eğiticisi bir gün kendisine bardakla su içirirken elini musluğa tutar ve avucuna “su” yazar. Bu adlandırılma ile birden bir tutamak bulmuştur. Sevinç içindedir. Artık bir şeyleri ayırt etmeye başlamıştır. Her şeyin adını soracaktır artık. Düşünme adlandırma yoluyla olmuştur. Adlandırıldığı anda nesnelerin varlığını kavrayabilmiş, başka deyişle nesnelerin varlığını kavrayabilmesi adlandırma yoluyla, yani dille olmuştur. Karışıklık düzene çevrilmiş, her şey yerli yerine konmaya, her şey anlaşılır olmaya başlamıştır. İnsanlık tarihinde de dilin gelişmesinin başlangıçta çok yavaş ilerlediği biliniyor. Nesnelere ad verme, bunlar arasında bağlantılar kurma ve sonunda soyutlama ile kavramlar oluşmuştur. Bu da uzun bir süreci gerektirmiş, düşünme de bu süreçle birlikte gelişmiştir. Düşünme çıkarımlar yapma, kavramlar ve önermeler arasında bağlantı kurmadır. Kavram ve önermelerin içinde yer aldığı bağlam da dilin bütününü oluşturur. Bu kavramlarla insan kendine bir dünya yaratıyor: Kültür Dünyası; sanat, bilim, felsefe hep kavramlarla, dille bağlı. Dilin gücü düşünmeyi yaratmasında. Dile dökmeden, dil kalıbına yerleştirmeden gerçekliği anlayamıyor, üzerinde düşünemiyoruz. Dünyayı dil yoluyla kavrıyoruz. Bu düşünce felsefe tarihinde pek çok filozofta karşımıza çıkar. Örneğin; Humboldt, “Dünyayı kavramlara dönüştürme”, Cassirer, “Dünyayı simgeleştirme”, Wittgenstein “Dünyayı resimleme”, Weissgerber, “Dünyayı sözcüklendirme, adlandırma”dan sözediyorlar.
Günümüzde dirimbilim ve insanbilim akıl denen şeyi dünyaya açılma, dünyayla ilişki kurma olarak kabul ediyor. Dünyayla ilişki kurmayı dil sağladığına göre, akıl da dilden başka bir şey değil. Daha antik çağda ortaya konmuş bir tanımla insan zoon logon ekhon’dur. Yani insan konuşan varlıktır. Burada logon logos’la ilgilidir. Logos kavramı da iki anlamı da içinde taşır. Logos, bir yandan söz demektir,dil demektir, öbür yandan düşünce akıl demektir. Kafayı yoğuran da, düşünmemizi sağlayan dil. İnsanın kafa yapısını en iyi gösteren de onun kullandığı dilidir. Bizim kimliğimizi belirleyen de dil oluyor böylece. Kimliğimiz dilimiz içinde gelişiyor. Hepimiz bir dil içine doğuyoruz. İnsanın insan olması, insanın kendi olması, kendi kimliğini bulması, kendinin bilincine varması da dille bağlı. İçine doğduğumuz dil/diller kimliğimizi de belirliyor. Dilimiz kimliğimizdir.
Düşünceyi yaratan ve ileri götüren de dil olduğuna göre, büyük düşünce yapılarının kurulabilmesini de dil sağlar. Ancak bunun için dilin de gelişmiş olması gerekir. Burada karşılıklı bir etki olduğu açıktır. Dilin gücüne karşı düşüncenin gücü kendini gösterir. Dile bağlı olan insan sonunda dile egemen olur ve dil üzerine etki yapar. Böylece dil durmadan yaratılarak bir kuşaktan öteki kuşağa geçen bir etkinliktir. Boyuna yaratılan bir şeydir. Her birey ve her kuşak ona yeni bir şey katar. Ama kimi zaman kimi engellemeler yüzünden bir ülkede dilin gelişmesi durabilir. Dil gelişemeyince düşüncenin gelişmesi de durur. Dilin engellendiği yerde düşünme de engellenmiş olur. Düşünmenin engellenmesi en çok da felsefe alanında etkisini gösterir. Çünkü felsefe her şeyden önce, Hegel’in dediği gibi, “Var olan her şey üzerinde düşünmedir”. Dünyayla bağlantıyı kuran dilinin gelişmesi engellenmişse, bir ulusun düşünmeye dayanan felsefe alanında da başarı ortaya koyamayacağı açıktır.
Felsefenin oluşması için iki ortam gerekli: Özgürlük ve gelişmiş bir dil. Toplumumuzun tarihine bakınca, büyük bir imparatorluğun kurulmuş olduğu Osmanlı döneminde felsefenin, niçin gelişmemiş demeyeceğim, hiç olmamış olduğunu anlamak kolaylaşıyor.
14. Yüzyıldan beri, yani Osmanlı tarihi boyunca Arapça ve Farsça’nın etkisine giren Türkçe 600 yıl boyunca kendini Türkçe’ye kapatarak bir yazı dili, bir resmi dil geliştirmiş: Osmanlıca. Halkın kullandığı dil, Türkçe hor görülmüş. Tanzimat Dönemi’nde dilde sadeleşme yanlısı olanlar bile bu dille bilim yapılamayacağını öne sürerek, öğretimin Arapça olmasını önermişlerdir. (Günümüzde de kimi aymazların Türkçe’nin bilime elverişli olmadığını, yetersiz olduğunu öne sürerek İngilizce öğretimi önerdikleri ve ne yazık ki kabul ettirdikleri gibi) Oysa ana dili Türkçe olan bir insanın böyle yapıca birbirinden ayrı üç dil ailesinden oluşan karma bir dil (Osmanlıca) içinde sağlıklı düşünebilmesi,bu dille felsefe yapabilmesi olanaklı mı? Böyle bir dille roman vb. de yazılamayacağı gibi. Elbette Osmanlı döneminde felsefe olmayışı yalnızca dile bağlı değil, düşünmenin yasaklanmış olması, özgürlüğün olmaması da önemli bir neden. Ama dil insanın dünyaya açılmasını sağladığına göre, özgürlüğü de sağlayan dil olmuyor mu? Dilin gelişmesi engellenince, dünyaya açılmayı sağlayan dil olduğuna göre, özgürlük de engellenmiş oluyor. Demek ki temel neden dil oluyor felsefenin gelişmemiş olmasında.
Ancak Cumhuriyet’le birlikte 1933 Üniversite reformu ile bizde gerçek bir felsefe eğitimi başlayabilmiştir. (Bu konuda TDK’nca yayımlanan “Gökberk’e Armağan” kitabında Macit Gökberk’le yaptığımız Söyleşi’yi okumak tam bir fikir verebilir).
1928 de yazı devrimi ile başlatılan 1932’den beri Türk Dil Kurumu’nca sürdürülen çalışmalar sonucu dilimiz 50 yıl gibi kısa bir sürede bir kültür dili durumuna gelebilmiş ve felsefe yapabilecek bir nitelik kazanmıştır. Türkçe zengin ve olanakları geniş bir dildir. Birçokları bunun ayırdında değil. Ben Türkçe’ye eğilerek, Türkçe’ye dayanarak bir felsefe doğacağına inanıyorum. Bence Türkçe ontolojiden, varlık felsefesinden çok, oluş felsefesi olmaya elverişli bir dil. Bu görüşümü neye dayandırıyorum. Almanca’da “Sein”, Fransızca’da “Etre” gibi kavramların Türkçe’de, bu dillerde olduğu gibi, eylem olarak, eylem sözcüğü olarak bir karşılığı yok. Bu kavramı eylem sözcüğü olarak “varolmak”la karşılıyoruz. Burada görüldüğü gibi Türkçe’de “var”ın eylemi yok, ama “olmak” eylemimiz var. Olmanın bir çok biçimi ve bir çok anlamı var. Olma, olgunlaşmayı da dile getiriyor, değişmeyi, ilerlemeyi de. Oluş sözcüğü ve kavramı evrendeki evrime de uygun. Bilim artık evrendeki varlık’tan değil, evrim’den söz ediyor. Doğa bilimcilerinin kültürel bir evrimin sözünü ettikleri günümüze de daha uygun bir felsefe olur sanırım bir oluş felsefesi. Ayrıca Türkçe’ nin çok ilginç bir yapısı var. Bilgisayar diline en uygun dilin de Türkçe olduğu kabul ediliyor.
Ama bu denli gelişmiş olan Türkçemiz günümüzde yeniden yozlaştırılmaya çalışılıyor kimi çevrelerde. Aydınlarımızın çoğu hâlâ felsefi düşünmeden uzaktalar. Bilim adamlarımızın büyük bir bölümü felsefi düşünceye önem vermiyorlar. Ama onun için de pek de yaratıcı olamıyorlar. Uzman oluyorlar,ama yaratıcı olamıyorlar.
Dile felsefe açısından bakınca karşımıza iki önemli ve birbirine bağlı kavram çıkıyor. İlkin toplumumuz için de önemli olan bu kavramlar üzerinde durmak, felsefe nedir, ne anlıyoruz felsefe derken; dil nedir, görevi kültürdeki yeri nedir gibi soruları ele almak istiyorum. Sonra da bu ikisinin bağlantısını, ayrıca başka alanlarla ve başka sorunlarla ilişkisini, son olarak da eğitim sisteminde dilin ve felsefenin yerinin ne olduğunu belirtmeye çalışacağım.
Önce doğanın evriminde yeni bir katman olarak ortaya çıkan insanın, kendisini hayvanlardan ayıran ve insanı insan yapan en önemli öğe olan dil üzerinde durmak istiyorum. Dil derken bir iletişim aracı olarak ele alınan dili kastetmediğimi hemen söylemeliyim. Çünkü bir işaretleşme aracı olarak, bir iletişim aracı olarak dil hayvanlarda da var. Bundan 5055 yıl önce İsviçre’li zoolog ve antropolog Adolf Portmann ontogenetik açıdan insanın özel yerini araştırdığı çalışmasında geliştirdiği bir antropoloji kuramı ile insan doğuşunun erken bir doğuş olduğunu öne sürmüştü. Bütün hayvanlar, bütün nitelikleriyle birlikte dünyaya gelirler. Yalnız insan kendine özgü niteliklerini doğuştan sonra bir yılın sonuna doğru kazanmaya başlar ve bu nitelikleri ancak sosyal çevrenin birlikte etkisi altında oluşur, bu sosyal çevrenin yardımı ve uyarıcılığı olmadan tam insan olmaya doğru gelişme başarılamaz. Bu nitelikler de: dik durma, dil ve düşünmedir. İlk yılın sonunda insan olmanın belirtileri biçim alır, bu ilk biçim alma da ancak toplumsal çevre içinde gerçekleşebilir, bu toplumsal çevre yöresinde dünyaya açılma, dünyayla ilişki kurmada gelişir. Buradan çıkan önemli sonuç: İnsanın toplumsal bir varlık olduğu ve insanın aynı zamanda tarihsel bir varlık olduğu ve bu iki durumun sıkı sıkıya birbirine bağlı olduğu ve dünyayla ilişki kurmayı dilin sağladığı, dünyayı kavramamızı dilin sağladığı. İnsan, dili bulmamıştır, doğuşunda vardır dil, ama yalnızca yatkınlık olarak. Toplum içinde elde edilir dil ve tarih içinde gelişir.
Bu dünyaya açılmayı, dünyayı dil aracılığıyla kavramayı felsefe tarihinde ilkin Herakleitos dile getirmiştir. Felsefenin öteki alanları dışında dil felsefesinin gelişmesinde ilk adımı atan önemli filozoftur Herakleitos. Yapıtlarından ancak fragment’ler kalmıştır. En önemli parça olan Fragment 1’de logos kavramı üzerinde durur. Şu kısa tümcesi dil felsefesi bakımından çok önemli: “İnsanlar onu anlamadılar, onu işitmeden önce...” Herakleitos karanlık yazan bir filozoftur, ancak burada anlamı açık: Gerçeği, söz haline gelmeden, başka deyişle dile dökmeden önce insanlar anlamadılar. Dil dünya ilişkisi bakımından çok önemli bir nokta bu.
Dünyaya açılma, dünyayla ilişki kurma insanı öteki canlı varlıklardan ayıran ve onu özgür kılan temel nitelik. İnsandan başka hiçbir canlı varlığın bu anlamda dili de yok. Çevresini aşabilen, çevresinin dışına çıkabilen, doğanın ve kendisinin bilincine varan hiçbir canlı varlık yok yeryüzünde. İnsan bu nitelikleriyle çevresini değiştirmiş, doğaya bir şeyler katmıştır. Doğaya kattıkları da bugün kültür dediğimiz şeyden başkası değil. İşte bu doğaya kattıkları binlerce yıl içinde oluşa oluşa bugüne dek gelmiş ve yarınlara gitmekte. İnsanın insan olması da, kendi yolunu kendisinin çizmesi de dili ile olmuştur.
Böylece bugünkü insanbilim ve dirimbilimdeki araştırmaların vardığı sonuçla felsefe tarihinde Herakleitos’tan beri ortaya atılmış, daha sonraları Herder ve Humboldt’la geliştirilmiş ve günümüze dek sürmüş olan dil üzerindeki görüşlerin doğrulanmış olduğunu görüyoruz. Dille kültür arasındaki bağlantıyı, dilin kültür olaylarına etkisini ve bunlar üzerindeki gücünü ilk gören Herder olmuştur. Bu görüşü daha ileri götüren de dil felsefesinin kurucusu W.Von Humboldt’tur. Humboldt “dil, olmuş bitmiş bir şey, bir ürün (ergon) değil, bir etkinliktir (energeia)” sözü ile dilin insan tarihinin başlıca yaratıcı güçlerinden biri olduğunu anlatmak istemiştir. Dilin bir iletişim aracı olduğunu ileri sürenlere karşı Humboldt dilin yalnızca yalın bir araç olmadığını, düşünceyi yaratan bir etkinlik olduğunu ileri sürmüştür. Dil olmasaydı, düşünme de olmazdı. Bunu somut olarak doğuştan kör, sağır ve dilsiz olan Elen Keller örneğinde görebiliriz: Elen Keller düşünmeye başlamasını, çevreyle bağlantı kurmasını şöyle anlatır yaşam öyküsünde: Eğiticisi bir gün kendisine bardakla su içirirken elini musluğa tutar ve avucuna “su” yazar. Bu adlandırılma ile birden bir tutamak bulmuştur. Sevinç içindedir. Artık bir şeyleri ayırt etmeye başlamıştır. Her şeyin adını soracaktır artık. Düşünme adlandırma yoluyla olmuştur. Adlandırıldığı anda nesnelerin varlığını kavrayabilmiş, başka deyişle nesnelerin varlığını kavrayabilmesi adlandırma yoluyla, yani dille olmuştur. Karışıklık düzene çevrilmiş, her şey yerli yerine konmaya, her şey anlaşılır olmaya başlamıştır. İnsanlık tarihinde de dilin gelişmesinin başlangıçta çok yavaş ilerlediği biliniyor. Nesnelere ad verme, bunlar arasında bağlantılar kurma ve sonunda soyutlama ile kavramlar oluşmuştur. Bu da uzun bir süreci gerektirmiş, düşünme de bu süreçle birlikte gelişmiştir. Düşünme çıkarımlar yapma, kavramlar ve önermeler arasında bağlantı kurmadır. Kavram ve önermelerin içinde yer aldığı bağlam da dilin bütününü oluşturur. Bu kavramlarla insan kendine bir dünya yaratıyor: Kültür Dünyası; sanat, bilim, felsefe hep kavramlarla, dille bağlı. Dilin gücü düşünmeyi yaratmasında. Dile dökmeden, dil kalıbına yerleştirmeden gerçekliği anlayamıyor, üzerinde düşünemiyoruz. Dünyayı dil yoluyla kavrıyoruz. Bu düşünce felsefe tarihinde pek çok filozofta karşımıza çıkar. Örneğin; Humboldt, “Dünyayı kavramlara dönüştürme”, Cassirer, “Dünyayı simgeleştirme”, Wittgenstein “Dünyayı resimleme”, Weissgerber, “Dünyayı sözcüklendirme, adlandırma”dan sözediyorlar.
Günümüzde dirimbilim ve insanbilim akıl denen şeyi dünyaya açılma, dünyayla ilişki kurma olarak kabul ediyor. Dünyayla ilişki kurmayı dil sağladığına göre, akıl da dilden başka bir şey değil. Daha antik çağda ortaya konmuş bir tanımla insan zoon logon ekhon’dur. Yani insan konuşan varlıktır. Burada logon logos’la ilgilidir. Logos kavramı da iki anlamı da içinde taşır. Logos, bir yandan söz demektir,dil demektir, öbür yandan düşünce akıl demektir. Kafayı yoğuran da, düşünmemizi sağlayan dil. İnsanın kafa yapısını en iyi gösteren de onun kullandığı dilidir. Bizim kimliğimizi belirleyen de dil oluyor böylece. Kimliğimiz dilimiz içinde gelişiyor. Hepimiz bir dil içine doğuyoruz. İnsanın insan olması, insanın kendi olması, kendi kimliğini bulması, kendinin bilincine varması da dille bağlı. İçine doğduğumuz dil/diller kimliğimizi de belirliyor. Dilimiz kimliğimizdir.
Düşünceyi yaratan ve ileri götüren de dil olduğuna göre, büyük düşünce yapılarının kurulabilmesini de dil sağlar. Ancak bunun için dilin de gelişmiş olması gerekir. Burada karşılıklı bir etki olduğu açıktır. Dilin gücüne karşı düşüncenin gücü kendini gösterir. Dile bağlı olan insan sonunda dile egemen olur ve dil üzerine etki yapar. Böylece dil durmadan yaratılarak bir kuşaktan öteki kuşağa geçen bir etkinliktir. Boyuna yaratılan bir şeydir. Her birey ve her kuşak ona yeni bir şey katar. Ama kimi zaman kimi engellemeler yüzünden bir ülkede dilin gelişmesi durabilir. Dil gelişemeyince düşüncenin gelişmesi de durur. Dilin engellendiği yerde düşünme de engellenmiş olur. Düşünmenin engellenmesi en çok da felsefe alanında etkisini gösterir. Çünkü felsefe her şeyden önce, Hegel’in dediği gibi, “Var olan her şey üzerinde düşünmedir”. Dünyayla bağlantıyı kuran dilinin gelişmesi engellenmişse, bir ulusun düşünmeye dayanan felsefe alanında da başarı ortaya koyamayacağı açıktır.
Felsefenin oluşması için iki ortam gerekli: Özgürlük ve gelişmiş bir dil. Toplumumuzun tarihine bakınca, büyük bir imparatorluğun kurulmuş olduğu Osmanlı döneminde felsefenin, niçin gelişmemiş demeyeceğim, hiç olmamış olduğunu anlamak kolaylaşıyor.
14. Yüzyıldan beri, yani Osmanlı tarihi boyunca Arapça ve Farsça’nın etkisine giren Türkçe 600 yıl boyunca kendini Türkçe’ye kapatarak bir yazı dili, bir resmi dil geliştirmiş: Osmanlıca. Halkın kullandığı dil, Türkçe hor görülmüş. Tanzimat Dönemi’nde dilde sadeleşme yanlısı olanlar bile bu dille bilim yapılamayacağını öne sürerek, öğretimin Arapça olmasını önermişlerdir. (Günümüzde de kimi aymazların Türkçe’nin bilime elverişli olmadığını, yetersiz olduğunu öne sürerek İngilizce öğretimi önerdikleri ve ne yazık ki kabul ettirdikleri gibi) Oysa ana dili Türkçe olan bir insanın böyle yapıca birbirinden ayrı üç dil ailesinden oluşan karma bir dil (Osmanlıca) içinde sağlıklı düşünebilmesi,bu dille felsefe yapabilmesi olanaklı mı? Böyle bir dille roman vb. de yazılamayacağı gibi. Elbette Osmanlı döneminde felsefe olmayışı yalnızca dile bağlı değil, düşünmenin yasaklanmış olması, özgürlüğün olmaması da önemli bir neden. Ama dil insanın dünyaya açılmasını sağladığına göre, özgürlüğü de sağlayan dil olmuyor mu? Dilin gelişmesi engellenince, dünyaya açılmayı sağlayan dil olduğuna göre, özgürlük de engellenmiş oluyor. Demek ki temel neden dil oluyor felsefenin gelişmemiş olmasında.
Ancak Cumhuriyet’le birlikte 1933 Üniversite reformu ile bizde gerçek bir felsefe eğitimi başlayabilmiştir. (Bu konuda TDK’nca yayımlanan “Gökberk’e Armağan” kitabında Macit Gökberk’le yaptığımız Söyleşi’yi okumak tam bir fikir verebilir).
1928 de yazı devrimi ile başlatılan 1932’den beri Türk Dil Kurumu’nca sürdürülen çalışmalar sonucu dilimiz 50 yıl gibi kısa bir sürede bir kültür dili durumuna gelebilmiş ve felsefe yapabilecek bir nitelik kazanmıştır. Türkçe zengin ve olanakları geniş bir dildir. Birçokları bunun ayırdında değil. Ben Türkçe’ye eğilerek, Türkçe’ye dayanarak bir felsefe doğacağına inanıyorum. Bence Türkçe ontolojiden, varlık felsefesinden çok, oluş felsefesi olmaya elverişli bir dil. Bu görüşümü neye dayandırıyorum. Almanca’da “Sein”, Fransızca’da “Etre” gibi kavramların Türkçe’de, bu dillerde olduğu gibi, eylem olarak, eylem sözcüğü olarak bir karşılığı yok. Bu kavramı eylem sözcüğü olarak “varolmak”la karşılıyoruz. Burada görüldüğü gibi Türkçe’de “var”ın eylemi yok, ama “olmak” eylemimiz var. Olmanın bir çok biçimi ve bir çok anlamı var. Olma, olgunlaşmayı da dile getiriyor, değişmeyi, ilerlemeyi de. Oluş sözcüğü ve kavramı evrendeki evrime de uygun. Bilim artık evrendeki varlık’tan değil, evrim’den söz ediyor. Doğa bilimcilerinin kültürel bir evrimin sözünü ettikleri günümüze de daha uygun bir felsefe olur sanırım bir oluş felsefesi. Ayrıca Türkçe’ nin çok ilginç bir yapısı var. Bilgisayar diline en uygun dilin de Türkçe olduğu kabul ediliyor.
Ama bu denli gelişmiş olan Türkçemiz günümüzde yeniden yozlaştırılmaya çalışılıyor kimi çevrelerde. Aydınlarımızın çoğu hâlâ felsefi düşünmeden uzaktalar. Bilim adamlarımızın büyük bir bölümü felsefi düşünceye önem vermiyorlar. Ama onun için de pek de yaratıcı olamıyorlar. Uzman oluyorlar,ama yaratıcı olamıyorlar.
1 Yorum
Ne güzel değil mi? Bir varken bir de yokmmuş. Sözlerde düşündürür. Acaba sözler kelimeler olmasa. Susarak nasıl zihin işleyecekti. Hayvanlardan bir farkımız kalır mıydı. Söz sanattır.